İnsanın Macerası

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
İnsanın Macerası
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Piero Scanziani, (1908-2003) Gazeteci Antonio Scanziani ve Linda Tenchio’nun oğludur. 1929’dan 1933’e kadar Roma’da İtalyan Orta ve Uzak Doğu Enstitüsü’nde (ISMEO) bulundu. 1905 yılında oluşturulan Schiller Vakfı tarafından verilen İsviçreli edebiyat ödülü “Schiller Ödülü”nü aldı. 1986 ve 1987 yıllarında “Nobel Edebiyat Ödülü”ne aday gösterildi. Avrupa, Amerika, Asya’dan Hindistan’a ve Uzak Doğu’ya Tanrı ile yüz yüze tanıştığını iddia edenleri aramak için seyahat edip araştırmalar yaptı. Bütün bunlar, 1970 Katolik Ödülü “Maria Cristina Entronauti”yi kazanan Entronauti romanında anlattı. Çok sayıda ölümsüz esere imza attı. Bunlardan başlıcaları: İnsanın Macerası, Yararlı Köpek, Dünyanın Anahtarı.

Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.

KARŞILAŞMA

Hayatımızın tam olarak ne zaman başladığını bilmiyoruz, yalnızca hayatta olduğumuzu biliyoruz. Bize yalnızca doğum tarihimizi söylediler ve o zamandan beri bunu tekrarlayıp duruyoruz, ancak o güne dair hatırladığımız hiçbir şey yok, sanki o gün hiç var olmamış gibi.

Düşüncelerimizi mazinin pusundan arındırsak dahi, asla varoluşumuzun başlangıcına ulaşamayız: En fazla soluk, belirsiz, hayal meyal hatırlanan birkaç görüntünün sızdığı çocukluğumuza varırız. İlk hatıra (iki ya da üç yaşlarındayken) unutulmuşluğun siyahlığı içine sıçrayan bir renge benzer. Şayet çocukluk fotoğraflarımızın (bugün olduğumuzdan tamamen başka biri gibi göründüğümüz) tanıklığı olmasaydı, böyle bir anının varlığı bize imkânsız gelebilirdi. Ancak fotoğraflara bakınca o muhteşem geçmişimizin varlığına ikna oluruz ve işte o zaman geçmişte olduğumuz ve artık asla olamayacağımız o çocuk için nostaljik bir acı hissederiz.

Oysaki varlığımız o anıyla da o eski fotoğrafla da başlamadı. Varlığımız tekrarlayıp durduğumuz doğum tarihimizle bile başlamadı: Onun öncesinde de zaten vardık, rahimdeydik, ebeveynlerimiz kucaklaştığından bu yana hayattayız. Tüm insan hayatı bir kucaklama ve bir sevinç dalgası ile başlar. Maceramız rahimin karanlığında ve sıcaklığında, üreme hücreleri ve diğer hücrelerin gizeminde, sonsuz, küçük ve gizli bir alanda başladı. Varlığımızın şafağında, bizler henüz mikroskobiktik.

Varoluşumuz; uzun bir yolculuk sonrası nihayet aradığı dişi hücre ile karşılaşan erkek üreme hücresi ile başladı. Hücre kendisinden yüz kat daha büyük olan dişi hücreye tamamen yok olana dek nüfuz etti. Bu üreme hücresi külfetli bir sınavın kahramanıydı, kaybeden iki milyon yoldaşı arasında hayatta kalabilen tek oydu. Hayatta olan her birimiz, bir galibin çocuklarıyız.

Benzerlikler… Güneşli bir sabah, kraliçe arı çiftleşme uçuşuna başlamak için başını kovandan dışarı çıkarır: On binlerce erkek arı etrafındaki tüm kovanlardan itila ederek, gökyüzünde yükseğe ve daha da yükseğe tırmanarak, yakalanamaz bu melikenin arkasında, uçmaktan ve yüksekliklerden sarhoş olmuş hâlde onu kovalar. Zayıflar, hastalar ve yaşlılar pes eder, dikkatsizler vazgeçer, talihsizler, obur bir kuşun kurbanları yollarını kaybederler. On bin erkek arıyken, sayı bine düşer, sonra yüze, sonra ona: dişi arı acımasızca yükselir. Sonunda yalnızca biri ona yaklaşır, her ikisi güneşin parlattığı havanın kusursuz sessizliği içinde ve kuşların kanat çırpışları eşliğinde bulutların ötesine uçar. Son kanat çırpışı ile galip erkek arı kraliçeye ulaşır ve dar bir yükselişte onu döller. Ancak birden elektrik çarpmışa döner, artık galip değildir, on binlercesi arasında birinci değildir, bir kahraman da değildir. Aşkı onu meşk ederken öldürmüş; cılız, aciz, kuru ve artık işe yaramaz bedeni rüzgâra av olmuştur.

Peki iki yüz milyonluk bir nüfus ile kıyaslandığında on binlik arı sürüsü nedir ki?

İki yüz milyon erkek üreme hücresi, rahimin sıcak karanlığında benzersiz, muazzam, mehveş, küre biçiminde, şeffaf, yüksek ve ırak dişi hücreye ulaşmak için göçlerine başlıyor. Bunlar aynı dürtü ile bitiş çizgisine doğru koşan canlı, çevik ve hızlı iki yüz milyon varlıktır. Tümü kaybeder, yalnızca biri hayatta kalır.

Bize hayat veren erkek üreme hücresi o kadar küçüktür ki insan vücudunda ondan daha küçük bir element yoktur. Yine de o küçük element erkek arının gökyüzüne daha da yükselmesine ve somon balıklarının dağların eteklerine varabilmek için okyanus sularını terk etmesine sebep olan aynı dürtü ile hayat bulur.

Benzerlikler… Bir kış günü, şimdiye kadar Atlantik’in derinliklerinde yaşamış olan somonlar gizemli bir heyecana kapılırlar. Varlıklarını sürdürmeleri için gerekli olarak karidesleri karınlarına tıka basa doldurduktan sonra bir tiksinti yaşarlar. O kadar tiksinirler ki aylarca ve aylarca hiçbir şey yiyemezler. Binlerce dişi ve erkek balık sanki müşterek bir çağrı almışlar gibi göç etmeye başlar. Denizin derinliklerindeki huzuru bırakarak dalgalar tarafından savrula savrula yüzeye doğru çıkarlar ve büyük nehirlerin ağzına doğru yönelirler. Bizim için stratosfer katmanı neyse, onlar için de tatlı su odur. Tatlı suda nefes alamazlar. Yine de somonlar derinlere inerler. Pek çoğu boğularak ölür. Diğerleri, açıklanamayan bir spazm ile kanlarının yapısını dönüştürmeyi ve solunum ritimlerini değiştirmeyi başarırlar: Denizciyken, nehirci olmuşlardır. Böylece okyanusu arkalarında bırakırlar ve akıntıya karşı yükselmeye başlarlar. Bu yeni sularda sayısız güçlük onların sonunu getirir: Beklenmedik sürüler, beklenmedik seller, kirlilik, savak kapıları, yırtıcı turna balıkları, kurnaz su samurları, obur kuşlar, deniz kabukluları, solucanlar, bakteriler, su yosunları, virüsler. Somonların sayısı binlere düşer, bunlar kesif bir düşmanlığa galip gelmiş olanlardır. Çok azı nehirden göle ulaşmayı, onları geçebilmeyi, akarsuları aşabilmeyi başarır, daha da azı Atlantik’ten ayırıp dağların eteklerine onları ulaştıran yüzlerce mili katedebilir. Galipler nihayet yumurtalarını kaynak sularına bırakır, onları döllerler.

İki yüz milyon üreme hücresi de işte bu aynı ivme ile göçlerine başlar, üstelik bu yolculukta akıma karşı ve neredeyse dikey olarak rotaya doğru tırmanırlar. Pek çoğu mukoza zarının titreşen silyum organelleri tarafından durdurulur, birçoğu akıntılar tarafından boğulur ve pek çoğu da pusuya yatmış lökositler tarafından yutulur. Ancak diğerleri kuyruklarının yorulmaz titreşimi ile yollarına devam ederler.

Onların kısa ömürlü yaşamı için çok değerli olan zaman akar. Bazılarında canlılık gitgide azalır ve sonunda yok olur. İnatçı olan pek azı ilerlemeye devam eder. Yolculuğa başlayan iki yüz milyondan yalnızca bin tanesi bitiş çizgisine yaklaşabilir. Onlar en iyileri ya da en şanslılarıdır. Onlardan yalnızca birini büyük ödül bekler.

İşte nihayet gizemli bir çağrı ile tümünü davet eden, pek çoğunun yol boyunca kendini feda ettiği, arzu edilen yüzünü gösterir. İşte biricik, soylu; işte muazzam, küre şeklinde, ay gibi kristal dişi hücre.

Bir döngü sonucu meydana gelen dişi hücre yavaş yavaş galiplere doğru yol alır. Binlercesi titreyerek onun etrafına üşüşmeye başlar.

Biri direkt ve tek başına ilerliyor: Kahramanımız o mu yoksa? Tüm insanlık tarihi pim şeklindeki kafasının içinde saklıdır. Yakın ve uzak mirasları da beraberinde getirir. Kendisi ile birlikte baba tarafının burun hatlarını, dedelerinin azmini de getirir, soyunun devamlılığını sağlar ve bağlı olduğu soyun derisini de taşır. Yüzyıllar ve binlerce yılın tarihine sahiptir. O geçmişe ait ancak yepyeni bir şekil çizmek için şimdiki zamana baskı kuran bir geçmiştir. Şimdi burada sonsuz bir boşluk içinde ilerler: Şu an ölümsüzdür.

Kolayca bozulup çürüyebilen bedenimizde ölümsüz bir element taşırız. Beden ölüme mahkûm çok sayıda hücreden oluşur, yalnızca bir hücre kendini kurtarır. Düşünme mucizesine katılan gri beyin maddeleri, duygularla boğuşan kalp hücrelerimiz, itaatkâr kas liflerimiz ölür. Tümü ölebilir, yalnızca bir tanesi hayatta kalır: üreme hücresi. Bu değişmez kuraldır ve Âdem’den sonra her baba eşit şekilde onu alır ve iletir. Üreme hücresi asla ölmez; nesilden nesile özdeş olarak geçer. Bu uzun ömrünün bedeli de babaların teri ve annelerin acısı ile ödenir.

İki yüz milyon geride kalır, yalnızca biri ulaşabilir; dişi hücre ona doğru hareket eder ve artık birbirlerine dokunurlar.

Birbirlerine dokunurlar ve çok daha küçük ancak çok daha ateşli olan erkek üreme hücresi başıyla karşısındaki duygusuz, kendi içinde hareketsiz, böylesi bir ivmeye yabancı dişi hücrenin zarına vurmaya başlar.

Bu sırada geride kalan diğerleri, birinci ile aynı kaygı içinde ilerlemeye devam ederler. Yine yüzlercesi hızlıca gruplar hâlinde aşağıdan gelmeye devam eder.

Çılgına dönen üreme hücresi uzun bir yolculuk sonrasında nihayet âşığının kapısına ulaşmış bir sevdalı gibi kapıya vurup durur ve kapıyı açması için ona yalvarır. Hiçbir dişi yaratık bu şiddetli yalvarışa daha fazla dayanamaz ve müsaade ederek kapılarını açar. O zaman dişi hücrenin umursamazlığının yalnızca görünüşte olduğu anlaşılır, içinde aynı çarpıntıyı onun da hissettiği görülür.

Üreme hücresinin kendisine nüfuz ettiği sırada dişi hücre seçileni karşılamaya giden özünün yarattığı coşku ile hücreyi sıkar ve tam bir birleşme olabilmesi için onu kendi odağına taşıyarak cevaplar.

Bu esnada diğerleri nihayet dişi hücreye ulaşırlar, yüzlercesi kendi yöntemi ile hücrenin kapısını çalar. Ancak başvuru kabulü sona ermiştir çoktan. Kahramanına sadık olan dişi hücre vakit kaybetmeden kendi etrafında aşılmaz bir duvar oluşturur. Böylece iki eş birlikte bir balayı seyahatine başlarlar.

Sağ kalan üreme hücreleri nihayetinde pes ederler; kimi tükenene kadar kapıyı yumruklar, kimi daha yükseğe tırmanmaya çalışır, kimi yeni yollar dener. Ancak yaşam süreleri çok kısadır. Çift balayı seyahatindeyken etrafındakilerin çoğu hayatını kaybeder. İki yüz milyonu kurban edilir.

 

Hayat bu hâliyle bize oldukça acımasız görünür ve kendi kendimize şu soruyu sordurtur: Bitiş çizgisinde yalnızca tek bir taneye ihtiyaç varsa neden on binlerce erkek arı, yüz binlerce somon, iki yüz milyon üreme hücresi harekete geçer?

Ancak hayat har vurup harman savurmaz. Biz öngörüde hata yapmasak da yargılamada hata yaparız. Eğer insan ekimi birdenbire iki yüz milyondan yirmi milyon üreme hücresine düşerse, insanlık kısırlaşır ve bir nesilde solar gider. Bizim için yirmi milyon oldukça büyük bir rakam: Oysa hayat biliyor ki çoğu, hatta biri bile dişi hücreye ulaşmayabilir. Pürüzlü yolda kaybolanlar düşünüldüğünde, iki yüz milyon kesin ölçüdür.

Ancak hayat neden herkes için ve daima bu kadar sert? Yaşam bize yıldızlardan atomlara kadar tek bir güçmüş gibi görünür, kendini sayısız akım, şekil ve yaratılışta ifade eder, bunlardan her biri farklı bir ölçüyle esas enerjiye katılır ve her biri bir diğerinden ayrılır, bu yüzden rekabet ve mücadele içindedirler. Yaşam güçtür, kim daha fazla güce sahipse daha fazla yaşama şansı vardır.

Çiftin balayı serüveni yedi gün boyunca sürer. Dünyaya kapalı hâlde, kendilerini akışkan bir sıvıya teslim ederek, atalet içinde rahime doğru eğimler çizerek yuvarlanır dururlar.

Görünüşteki bu rehavette olağanüstü başkalaşımlar gerçekleşir, tümü özünde ve çekirdeğinde dönüşümler yaşarlar, bir kromozom yuvası, çok küçük, ipliksi ve renklendirilebilir yaratıklar hâline gelirler.

Yolculuk boyunca, üreme hücresinin ve dişi hücrenin iki çekirdeği birbirine yaklaşır, eşleşir, her bir engel düşene değin birbirlerini sıkarlar ve erkek kromozomları dişi kromozomların önünde durur. Sonra dans etmeye başlarlar.

Onlar şimdi yalnızca birbirine kördüğüm olmuş iplik hâlindeler: Karşı karşıya hareket ederler, eğilirler, taç ve yıldız şekline girerler, kendilerini ritmik olarak ikiye katlarlar, kadril dansı ile girdaba kapılırlar, iki saf ve iki kutba ayrılırlar. Böylece vücudumuzun oluşumu başlar.

Yolculuğun sonunda artık ne erkek üreme hücresi ne de dişi hücre kalır. Tamamen yeni bir şey doğar, tek hücreli bir insan embriyosu meydana gelir. Sonrasında kendini ikiye, dörde ve sekize katlar böylece onu sonsuz evreninden koparıp bizim ölçülerimize vardıracak ve dünyamıza kadar götürecek müthiş bir geometrik ilerleme kaydeder. Hücreden hücreye bu büyüme kromozomların ritmik dansları arasında, bir mimari plana ve hassas bir uyum yasasına göre yerine getirilir.

Nasıl oluyor da yaşam daha önce bize anlaşılması güç ve uyumsuz gibi görünürken, bir üreme hücresi ile yumurtanın birleşmesi esnasında bu kadar yumuşak başlı olabiliyor? Yaşam yalnızca tüm yaratıkları birbirinden ayıran sonra da onları savaşmaya iten bir güçten ibaret değildir. O aynı zamanda birleştiren de bir enerjidir. Savaşın diğer yüzü barıştır, bir yüzü nefret bir yüzü aşktır.

Hayat güçtür ve bununla birlikte aşktır da. Kim daha güçlüyse daha çok yaşama şansı vardır, kim daha çok yaşarsa daha çok aşk yaşama şansı elde eder.

Yedi günlük balayı süresince anne; bizzat kendi rahminde yaşanan bu olağanüstü maceraların tümünden bihaberdir. Anne olduğunun farkına varmadan zaman geçirir, yemek yer, bir şeyler içer, uyur, gezinir, giyinir. Babaya gelince, bir şüphe bile düşmez aklına. Sıklıkla tohumları ekme hareketi, artık bir haftası geçmiş eski bir harekettir ve çoktan tamamen unutulmaya başlamıştır.

Yaşam için Tristan ve İsolde’nin asırlık sevdasına ihtiyaç yoktur, yaşam için annenin sadık Penelope ya da ensest Francesca olmasının da bir önemi yoktur, yaşam için babanın ölümüne değin tek bir aşkın peşinde koşan Romeo ya da ölümüne kadar tüm kadınların peşinden koşan Don Juan olması bir fark yaratmaz. Hayata yalnızca kısa bir karşılaşma yeter, konsantre ya da özensiz olmasının bir önemi yoktur.

Yine de yedi günün sonunda mucizelerin taşıyıcısı olan kadın çoğunlukla bir işaretle karşılaşır, bir tiksinme, baş ağrısı, baş dönmesi ya da nedensiz ağlama arzusu. Bu belirtiler anne ile çocuk arasındaki mücadelenin temelidir.

Embriyo bir hafta boyunca akıntı dalgaları üzerinde yelken açtıktan sonra, asırlık gençlik adasına, hücrelerin adasına, pürüzsüz, kadifemsi, yuvarlak veya yıldız formlarındaki o zarif adaya, rahime ulaşır. Bunlar daima bahar hücreleridir çünkü Ay’ın evrelerine göre yirmi sekiz günde yenilenirler. Bu masum adaya embriyo bir korsan gibi demir atar.

İmplantasyon başlar, binlerce hücreyi öldürür ve onların üzerinde beslenir, aradığı kanı bulana kadar bir niş kazar, bu şekilde buraya kendini yerleştirir, gün geçtikçe büyür, başka bir kuşun yuvasına kendi yumurtalarını bırakan guguk kuşuna benzer, burada yumurtadan çıkan kuş yiyip içerek diğer kuşun öz yavrularına zarar verir. İşte embriyo da böyle çok yakında her şeyin kendi lehine hareket etmek ve kendisine boyun eğmek zorunda kalacağı bu adanın tiranı hâline gelir. Mukoza zarı bu işgalcinin karşısında geri çekilir, salgı bezleri geri püskürtülür, kan damarları tıkanır ve vampir gibi kana susadığı için arterler ve damarlar bu zalim ev sahibini besleyebilmek uğruna muazzam bir ölçüde büyür ve dolambaçlı hâle gelirler.

Anne ile bebeği arasında daima bir savaş vardır. Annemizin rahmine varır varmaz sınırsız bir bencillikle genişleriz. Bize yeni, kaçınılmaz ve abartılı bir iştah getiren bu kadının içinde büyür, onu uyandırırız. Yüzünü boyayıp karnını deşerek çirkin hâle getiririz. Kusana ve bayılana kadar onu zehirleriz. Ona karşı konulmaz bir uyku isteği ve anlamsız bir hüzün veririz. Sonunda ona vereceğimiz acıların düşüncesiyle onu korkuturuz. Dışarıdan onu öldürmeye hazır gibi görünürüz oysa yaptığımız tek şey doğup yaşama hazırlanmaktır.

Annemiz kendi karnında ancak kendisine ait bir parça olmadığımızı hissetti, biz ondan başka biriydik. Kendisinin içinde onu boğmaya ve yok etmeye hazır amansız bir mekanizma gibi harekete geçtiğimizi gördü. Ancak yine de bizi çok sevdi.

Daima güç ve aşktan ibaret olan yaşam birbirimizi severek, basit bir şey gibi annemizden yeni bir insan macerası oluşturmasını istedi, annemiz izin verdi.

KİMSE YALNIZ DOĞMAZ

Anne karnında uykuda geçirdiğimiz iki yüz seksen gün boyunca yalnız değildik. Bu kış uykumuzun etrafında tüm atalarımız, en uzaktakiler bizi yalnız bırakmazlardı.

Şayet birbiri ardına üç yüz insanı sıraya koyacak olursak, yalnızca yarım kilometrelik bir alanı kaplayacaklardır. Oysa üç yüz atamızı (ebeveynlerimiz, büyükbabamız, büyük büyükbabamız ve bu şekilde babadan babaya giderek) zaman sırasına koyarsak, bu sıra bizi Buzul Çağı’na değin götürmeye yetecektir.

Üç soy geriye gidelim, işte geçen yüzyıldayız, altı soy geri gidelim, kendimizi Fransız Devrimi’nin arifesinde buluruz, on ikinci soyda Michelangelo dönemi ve yirmi dördüncü soyda Aslan Yürekli Richard ile karşılaşırız. Altmışıncı soy Mesih çağıdır, iki yüzüncü Taş Devri’ne aittir, üç yüzüncü soyumuzu ise mağaralara sığınarak, Ren geyiği kovalayarak, mamutlardan kaçarak ve ateş yakarak yaşayan, Büyük Tufan öncesi dönemde buza dönmüş dünyanın soğuğunda yürüyen atalarımız oluşturur. Bizden evvel geçen zamanda yaşamış üç yüz insan babadan babaya giderek bizi insanlığın başlangıcına kadar götürmeye yeter.

Ana rahminde kıvrılmışken, tüm atalarımız ve büyükbabalarımız etrafımızı sarmıştı ve her biri bize kendinden bir şey teklif ediyordu. Birincisi kendi mavi gözlerini sunarken hemen bir başkası “Hayır hayır, benimkiler, siyah!” diyerek onu reddediyordu; kimi sarı saçlarını gösteriyordu, kimi esmerliğini, nihayetinde tümü bizi kendine çağırıyordu: “Benim gibi, benim gibi.” Kimi boyunu vermek için kimi de kan grubunu geçirmek için bağrışırdı. Bazıları kendi gücü kuvvetini önerirdi, diğerleri fiziksel kusurlarını, kimi şahin bakışlarını, kimi renk körlüğünü, kimi tüberküloza direncini, kimi soğuk algınlığına bile kapılma kolaylığını aktarmak isterdi. Tümü oradaydı, kış uykumuzun etrafında elleri teklifleriyle dolu atalarımızın yüzyıllardan beri ortadan kaybolmuş olmalarına rağmen, her birinin empoze edecek bir şeyi vardı. Binlerce yıldır ölü oldukları hâlde, hâlâ ölümü tamamen kabul etmiyorlardı.

Bu sağır edici, gürültülü kalabalığın arasında, seçim yapmak zorundaydık: Siyah ya da sarı saçları kabul etmek, kanın bileşimini ve gözün şeklini belirlemek, iskeletimizi, kaslarımızı ve deri hücrelerimizi kimden alacağımıza karar vermek. Oysa biz karanlığa batmış hâlde, sessizce ve su altı yaşamının huzurlu sıcaklığında uyuyorduk. O hâlde seçim bizim yerimize merkezimizde yer alan gizli ve manevi bir bilgelik tarafından gerçekleştirildi. Bu bilgelik gece gündüz kanımızın akışını yönlendiren, bezlerin salgılanmasını ve peristaltizm hareketlerini sağlayan, yaraları iyileştirmek için müdahale eden, düşman mikropları bastıran, beyaz kan hücrelerini savaşa yönlendiren, vücut sıcaklığını ve şeker seviyesini sabit tutan, nefes alışverişimizi ve kalp atışlarımızı düzenleyen bir bilgeliktir.

Bu bilgelik, büyük babalarımızın haykırışlarını dinliyor ve ebeveynlerimizinki önce olmak üzere en güçlü ve en yakın sesleri bir köşeye ayırıyordu. Beden mirasımızın neredeyse yarısını anne ve babamızdan aldı. Ölçümü tamamlamak için dörtte birini büyükbabadan, sekizde birini büyük büyük babadan, on altıda birini büyük büyükanne ve büyükbabadan aldı, daha küçük kesirlerde daha uzaktan ve daha loş olarak gelen sesleri kullandı. Ancak herkesten mutlaka bir şey almış oldu: Orta Çağ şövalyesinden, Buda dönemi çağdaşından, Pamirli bir adamdan, Büyük Tufan öncesi Buzul Dönemi’nin uyuşmuş sakinlerinden.

Bu seçimlerle bizim yalnızca vücudumuzu değil aynı zamanda kaderimizin önemli bir parçasını da iki yüz seksen günde inşa etmiş oldu.

Atalarımızın bu çalkantılı kalabalığında teklifini ancak mırıldananlar, çekingen olanlar vardı, inatçı olanlar vardı, başkalarını susmaya ve itaat etmeye zorlayan zorbalar da vardı.

Onlar her nesli, alnın belirli bir çizgisini veya elmacık kemiklerinin belirli bir çıkıntısını veya belirli bir çene modelini sadakatle kopyalamaya zorlayarak kendi ailelerine belirli sima bahşediyorlardı.

Bundan yarım bin yıl önce yaşayan I. Maximilian büyük bir imparator, olağanüstü ve yaratıcı bir insandı, güzel konuşma, edebiyat ve sanat âşığıydı. Simasına güçlü bir çene ve çıkıntılı bir alt dudak kondurulmuştu. Bu çıkıntılı dudağı bir tahakküm işareti olarak kabul ederdi. Yakışıklı lakaplı oğlu Philipp’e bu geçince çok sevindi: Karısı bu güzelliği öylesine kıskanıyordu ki Karl ve Ferdinando dünyaya geldiğinde her ikisinde de büyükbabasının dudağını görünce deliye döndü.

İmparator Maximilian daha altmışına bile gelemeden hayata gözlerini yumdu ancak onun soyundan biri bir kraliçenin rahmine düştüğü her seferinde aceleyle koşturmaya hazır olan gölgesi baki kaldı. V. Karl’ın bir oğlu oldu: II. Philip ve Maximilian’ın gölgesi Titian’ın bir tablosuyla kanıtlandığı gibi o malum alt dudağını torununa teslim etmişti. II. Philip’in de bir oğlu vardı: III. Philip Velázquez’in kanıtladığı bir resim olarak onda da büyük büyük büyükbabanın gölgesi vardı. II. Carlos dünyaya geldi, büyük büyükbabasının dudağı onda da tekrarlanıyordu ama hasta, zayıf fikirli ve üretmek konusunda yetersizdi.

Daha sonra Maximilian’ın gölgesi bir başka yerde dal verdi: Bu yeğeni Ferdinand’dı. İşaretini sadece Habsburg soyunda değil ama aynı zamanda Savoy’a kadar götürdü ve ilgili kraliyet ailelerinde de kendini gösterdi, en nihayetinde malum dudak III. Vittorio Emanuele’in posta pulu profilinde asılı kaldı.

Her birimizin ataları arasında yarım bin yıl önce öldüğü hâlde bizi göz kapaklarını veya kulağını kopyalamaya zorlayan bir Maximilian vardır.

Embriyonik uyuşukluğumuzun etrafında kalabalık eden toplamda kaç adet atamız vardı? Üç yüz kişilik bir zaman sırası ile babadan babaya Buzul Çağı’nın eşiğine gidebilirken, büyük büyükbabalarımızın sayısını hesaplayabilmemiz mümkün değildir.

Her birimizin iki ebeveyni, dört tane büyükanne ve büyükbabası vardır, sekiz tane büyük büyükbabası ve büyük büyükannesi ve on altı tane büyük büyük büyükannesi ve babası vardır. Aslan Yürekli Richard’ın zamanına kadar bu geometrik ilerleme ile 8.388.608 adet yaşamış ecdadımız olmalıydı. Ancak eğer hesabımızı Mesih’in doğuşuna kadar götürürsek o zaman yaşayan atalar 576.460.752.303.423.488 olurdu, bu açıkça imkânsızdır çünkü Dünya’nın yüzünde hiç bu kadar insan yaşamamıştır.

Bunun nedeni, zamanda geriye giderken, geçmişte yaşamış insanların her birinin bizim birkaç kez atamız olmasıdır, bunun nedeni soy dallarımızın birbirine çaprazlanmış olmasıdır, tıpkı kalelerin duvarları üzerindeki eski sarmaşıklar gibi.

Aynı şey kitaplarda yazılı ve iyi belgelenmiş safkan atların soyağacında da meydana gelir. Her safkan iki ebeveyne, dört büyük anne ve büyük babaya, sekiz büyük büyükanne ve büyük büyükbabaya, on altı büyük büyük büyükanne ve babaya sahiptir ve geometrik artış bu şekilde devam eder. Ancak bir noktada ırkın eski ataları daima birbirinin aynıdır ve onların (üç ya da dörtten fazla olmamak üzere) tümünün soyu aşağı doğru gider ve onların kanı her büyük toruna akar.

 

Böylece her ne kadar bizim halklarımız ve medeniyetlerimizin bugün ayrı olduğunu düşünsek de hepimiz aynı kütük ve aynı insanların çocuklarıyız. Aynı kan bizi kardeşçe bağlar.

Biz embriyonik uykumuzdayken bin yıl boyunca ter döken neredeyse tüm erkekler ve Havva ile başlamak üzere dünyada doğum yapan tüm kadınlar etrafımızda kalabalık eder.

Atalarımızın sayısız kalabalığı yalnızca bedenlerimizin inşası için teklifler sunmuyordu, aynı zamanda mirasları bizim ruhumuzu da şekillendirmeye hizmet ediyordu.

Kimi kendi sakinliğini, kimi kendi öfkesini, kimi kıvrak zekâsını, kimi duygusallığını, kimi müziğe kimi matematiğe yatkınlığını, kimi açgözlülüğünü, kimi cömertliğini, kimi zorbalığını, kimi uysallığını, kimi inatçılığını ve kimi de kaygısızlığını sunuyordu.

Bizzat merkezimizde yer alan aydınlık bilgelik vücudumuzu şekillendirmek için gerekli mirasları toplarken, eş zamanlı olarak ruhumuzu da şekillendirmeye başlar. Böylece belirli öfke, açgözlülük, korkular, sevinçler, depresyonlar, seçerek eğilimlerimizi belirler. Bu esnada farklı düzeylerde gözlemleyen, farklı düzeylerde denetleyen, farklı düzeylerde bilgiyi gruplandıran ve ayıran, farklı bir dereceye kadar bazen gösterişli sezgilere yükselmeyi başaran zihin yapımızı da inşa eder. Ayrıca herkesten ve her şeyden bağımsız olarak, biz olmakla ilgili keskin bir duyguyu ifade eden kendi özbenliğimizi de oluşturur. Bazılarında öz benlik içinde kilitli şekilde yaşadığı bir kaledir, kimilerinde ise basitçe aşılabilecek bir alçak çittir, bir başkasını çok çabuk anlayacak ve kendimizi unutacak kadar.

Bu incelikli seçim sırasında, atalarımız kargaşa içinde bağırmaya devam ediyordu: “Benim gibi! Benim gibi!” Yüksek veya zayıf seslerle ve burada da utangaç, inatçı ve huzursuz insanlar vardı. Karşı konulamaz eğilimleri ailelere aktaran baskın genlerdir, bu genler nedeniyle Bernoulliler matematikçi, Vecelliolar ressam, Siemensler teknisyen olur, Bachlar ise Veit adındaki bir değirmenciden dolayı müzisyendirler.

Tavuklar ve bezelyeler bile bir civciv ya da bir baklanın tasarımında her defasında kargaşa ile bağrışan atalarına sahiplerdir. Babalardan çocuklara oradan torunlara aktarılan bu bitkisel, hayvansal ve insani benzerlikler, tekrarlamalar bir yasa tarafından mı düzenleniyor yoksa rastgele ve kaotik mi diye merak edip sorup duran insanları yüzyıllar boyunca hayrete düşürmüştür. İnsan kaosa dayanamaz. Bir şeyi anlayamadığımız her seferinde “Ne karışıklık!” diye isyan ederiz.

İlk kez büyük bir istasyona getirilen çocuklar, dağcılar, yabaniler trenlerin düzensiz gelişi ve gidişi arasında kaybolmuş hissederler. Ancak onlara tren tarifesi açıklanınca sakinleşirler, etraflarına bakıp gülümserler.

Gece gökyüzüne bakıp yıldız düzenini keşfetmeye ve göksel yörüngeleri bulmaya başlayınca aynı gülümseme ilk insanların yüzlerini de aydınlatmış olmalı. İnsan her yerde yasaları aradı çünkü anlamadan yaşaması onun için imkânsızdır.

Yüzyıllar boyunca bir bakla, bir civciv, bir çocuk tasarlandığında bağırıp çırpınan ataların sesi hakkında hiçbir şey anlaşılamamıştı. Nihayet ataların heyecanlı korosunda sesleri birbirinden ayırt etmeyi başaran bezelye tutkunu Avusturyalı bir başrahipti. Adı Gregor Johann Mendel’di ancak dinde Don Gregor adını almıştı. Bir ilahiyatçıydı ve botanikle uğraşıyordu. Hiç tanınmadan öldü.

Don Gregor 1822 yılında, bir çiftçi ailede dünyaya geldi. Çocukluğundan bu yana bezelye bitkileri yetiştirme fırsatı bulmuştu ve bu hayatı için büyük bir önem taşıyordu. Brno’daki San Tommaso Manastırında okudu sonra matematikte gelişmek için Viyana’ya gitti ve nihayet bir lise öğretmeni olarak tekrar Brno’ya döndü. Burada yayınlarını okumak bile istemeyen bilim adamlarının ilgisizliği arasında otuz yıl boyunca bezelyeler üzerine araştırmalar yaptı. 1868’de cesareti kırıldı, başrahip olarak anılmayı kabul etti ve o zamandan itibaren sadece manastırla uğraştı.

O yıllarda bilim Charles Darwin etkisindeydi, herkes doğal ve cinsel seçilim yoluyla türlerin kökenini tartışırken, kimse Brno’nadaki mütevazı bir Doğa Dostları Derneği’nin bitki melezlerinin araştırılması üzerine belirli bir Mendel tarafından hazırlanmış iki yayın yayımladığının farkına varmamıştı.

1882’de Charles Darwin öldü, Isaac Newton’un yanına, Londra’daki Westminster Manastırına gömüldü. İki yıl sonra Don Gregor öldü, şafak vakti alelacele Brno Mezarlığı’na gömüldü. Hiç kimse o soğuk ocak sabahında, bu mütevazı başrahibin çalışmalarının Darwinci teorilerini fırlatıp attığını tahmin edemezdi.

Mendel şiirde Rimbaud, kurguda Svevo, resimde Van Gogh ile aynı kadere sahipti.

Mendel’in keşfi diğer tüm büyük keşifler gibi çok basitti. Uzun saplı bir bezelye dikti ve onları cüce saplı bezelye poleni ile gübreledi ve sonra neler olup bittiğini seyretti. Cüce bir ebeveynleri yokmuş gibi tüm bezelyelerin boyu upuzun olmuştu. Yine de eğer kendi aralarında birleşirlerse üç uzun bitkiden bir tanesi cüce doğuyordu. İlk nesilde unutulmuş gibi duran lilliput büyükbabasının sesi, ikinci nesilde üçte bir olmak üzere ortaya çıkıyordu.

Don Gregor köylü bir ailenin oğluydu ve matematikçiydi. Her türde ve çok sayıda melez bezelye üzerinde çalıştı ve belirli standartlara uyan çeşitli istatistikler çıkardı. Bu atalar korosunun kaotik bir kargaşa olmadığını ve bu sesler arasında bile insan zihninin bir düzen, dolayısıyla bir yasa bulabildiğini tüm dünyada gösteren ilk kişi oldu. Bu şaşırtıcı bir keşifti ve kimse fark etmedi.

Kalemlerini öfkeyle atan Rimbaud ve Svevo gibi Don Gregor da böyle bir öfkeye kapılmış ki, yemekhanede bile olsa daha fazla bezelye görmek istemiyordu, hayatının son on dört yılını sadece iyi bir başrahip olmaya adamıştı. Yine de öldüğü anda gölgesi ona huzur vermedi. İmparator Maximilian gibi fizyonomik özellikleri ya da değirmenci Bach gibi müziksel becerileri aktaracağı çocuğu yoktu. Don Gregor’un gölgesi bilimseldi ve on beş yıl boyunca bilimin kapılarını çalmaya devam etti.

Biyolojik, sanatsal ya da bilimsel anılara yol açan gölge fikri gülünç görünebilir. Yine de motive edici bir anı olmadan, 1900 yılında üç farklı ülkeden üç botanikçinin farklı dillerde Don Gregor’un tozlu yayınlarını bulmaları, onları okuyup heyecanlanmaları ve biri diğerinin farkında olmadan eş zamanlı olarak tüm dünyaya kimse önemini anlayamadan bir âlimin yaşayıp öldüğünü ilan etmelerini açıklamak zor olurdu.

Böylece 1900’de baskın veya resesif özelliklere dayanan Mendel genetiği adını alan yeni bir bilim doğdu. Belki de bu bilim yarım yüzyıl sonra daimi simyagere bir test tüpünün içinde yaşam üretmesi için fırsat veren moleküler genetiği ortaya çıkaracaktı.

Hikâye herkes için iyi bitiyordu. Sanki Don Gregor kendi hayatında elde edemediği onuru ölümünden sonraki arkadaşlarına dağıtıyormuş gibi Mendel’in üç kâşifi şan ve şöhret ile ödüllendirildi. Tek kurban Charles Darwin’di.

O zamanlarda Avrupa hâlâ Tanrı üzerine ateşli şekilde tartışacak kapasitedeydi. İncil’deki öfkeli ve kibirli yaratıcı Yehova’ya, şapellerin ve kiliselerin ticaretine ve gücüne, sermayenin ayrıcalıklarına ve çalışmak hususundaki baskıya, Viktorya ahlakına, aşktan başlayarak derin insani gerçeklerin deforme edilişine tahammül edemeyenler Darwinci bayrak altında toplanmışlardı. Hepsi dünyayı açıklamak için cennete gerek olmadığını göstererek Darwinizimin onları kurtuluşa götüreceğine inanıyordu. Dediler ki: “Dünya kendi kendini açıklar. Dünya üzerinde yaşam, mekanik mukavemet, kişisel olmayan ve ateist bir güç vardır. Dünya yalnızca doğal çevre tarafından modellenmiş hâlde otomatik olarak protoplazmadan insana yönelmiştir.”