Czytaj książkę: «Modern Seyahatname»
ÖNSÖZ
“…Kuzey ormanlarından çıkıp geldiler; cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar. Önce bozkıra, sonra Çin içlerine ve sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi garba doğru yayıldılar…”
Orta Asya ve Türk kültürü ile ilgili pek çok araştırma yapıp yüzlerce makale yazan ve 25 kitap yayınlayan -kendi ifadesi ile “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e egemenlik kuran” Türkleri araştıran- Fransız Türkolog Jean-Paul Roux, dilimize “Türklerin Tarihi” adıyla çevrilen eserinde bunları ifade ediyor ve ekliyor: “Türkler adıyla tarihe geçen bu boylar, aileler ve kavimler bütünü bize büyük bir gizem olarak gözüken büyük göçlerinin; bu halkların Asya yollarına gönderdikleri kervanlar tarafından hazırlandığını, bu kervancıların önden giderek edindikleri coğrafi bilgileri daha sonra bu halklara aktardıklarını, dolayısıyla bu göçmenlerin bilinmeyen topraklarda maceraya atılmadıklarını; aksine nereye gittiklerini, nelerle karşılaşacaklarını ve oralarda ne bulacaklarını çok iyi bildiklerini keşfettim.”
Şahsen ben de Orta Avrupa ülkelerini ve dolayısıyla Tuna boylarını, Balkanları gezerken “Atalarımız buralara boş yere gelmemişler” hükmünü vermiştim. Bu hüküm verişte elbette ilkokul sıralarından başlayarak bizlere öğretile gelen “kuraklığa dayalı göç” yakıştırmasının etkisi büyüktü. Daha sonra Orta Asya ülkelerine ve dolayısıyla oralardaki Türk Coğrafyası’na yaptığım seyahatler sonunda hâlâ akıp duran ırmakları, çağıldayan şelaleleri, gölleri, şehirlerin içinden ve çöllerden geçirilen su kanallarını görünce de “Demek kuraklık işi bir masalmış” demekten kendimi alamadım. Öyle ya; dünyanın giderek kuraklaşmaya yüz tuttuğu, su kaynaklarının hoyratça kullanıldığı bir zamanda bile bu sular var olduğuna göre yüzyıllar öncesi daha coşkulu, daha gümrah olmalıydılar.
Göçlerin olduğu dönemin şartları malum; güçlü olan daima zayıfı emri altına almaya çalışır, buna razı olunursa ne âlâ, razı olunmazsa da artık ne olacaksa olurdu. Bilge Kağan’ın, Kül Tigin’in abidelerinde yer alan hitabeler bunun tarihe ışık tutan yazılı belgeleri olarak hâlâ ayakta durmaktadır. Dolayısıyla göçlerin sebebini yalnızca kuraklığa bağlamak doğru değildir. İyiyi ve güzeli aramak, tehlikeden kurtulmak ya da tehlike olabilecekleri sindirmek gibi daha pek çok sebep sayılabilir.
Biz Türklerde ezelden beri adaletli davranmak büyük bir erdem olduğu için kurduğumuz büyük imparatorlukların içinde genellikle Türk olmayan unsurlar buluna gelmiştir. Tabii, tarihi bir gerçek daha var: Hun, Göktürk ve Uygur hâkimiyeti altında kaldığı için Moğollar Türk kültür ve devlet geleneklerinden büyük ölçüde etkilenmiş hatta Türkleşmişler. İçinde büyük ölçüde Türkleri de barındıran fakat Moğollar tarafından kurulmuş olan Altın Orda ve Çağatay devletlerinin birer Türk Devleti olarak bilinmesi bundandır. Türkçenin Çağatay lehçesi Çağatay devleti içinde gelişmiş, Ali Şir Nevai gibi büyük bir Türk Edibi orada yetişmiştir. Bu sebepledir ki Moğolistan’da bugün bile bize “Amcaoğulları” diye hitap edenler var. Kaldı ki bizde de Cengiz Han’ın Türk olduğu ifade edilebilmektedir.
Bütün yıkıma ve Haçlı barbarlığına rağmen Avrupa’nın göbeğinde duran Türk eserleri ile Macaristan’daki Attila Caddesi, Balkanlardaki camiler, minareler, taş köprüler, bedestenler “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan Türk hâkimiyetinin mühürleridir. Osmanlı’nın çekildiği Ortadoğu huzur ve sükûna hasrettir. Allah nasip ettiği için Irak ve Suriye’yi böylesine harap olmadan önce görebilmiştim. Türk egemenliği altında huzur beldesi olan Yugoslavya pâre pâre dağıldı, Bosna Hersek’te vahşet ayyuka çıktı. Allah korusun baştanbaşa Balkanlar yanıp kül olmak için bir kıvılcım bekliyor.
Dünya, birkaç “kabadayı” devletin insafına bırakılamayacak kadar güzel; yaşamaya ve gezmeye değer. “Türk Dünyası” dediğimiz büyük coğrafya ise nereden bakarsanız bakınız dünyanın en az yarısını ilgilendiriyor. Biz kısaca “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” deyip geçiyoruz ama mesela Sibirya’yı, Tuva’yı çağrıştırmadığı için eksik olmakla birlikte Fransız Türkolog Jean-Paul Roux’un tanımlamasında yer alan “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e” ifadesi de kullanılabilir. Mağrip malum; Cezayir, Fas, Tunus gibi Kuzey-Batı Afrika ülkeleri ile İber Yarımadası, Malta ve hatta Sicilya adalarını da içine alan bölgenin adıdır. Ben tam bu satırları yazarken çalışmalarımı bilen ve Türk Dünyası’na yaptığım seyahatlerden haberdar olan bir arkadaşım bir şişe içinde İtalya’daki Garda Gölü’nün suyunu getirdi. Batı Hun İmparatoru Attila mutlaka o göl kıyısında konaklamış olmalıydı. Onun için o suyu memnuniyetle aldım ve bizzat gittiğim Orhun’un, Selenge’nin, Tuna’nın, Issıg Göl’ün sularıyla Estergon’un, Kosova’nın, Bilge Kağan, Kültigin diyarlarının taşları ve topraklarının yer aldığı Türk Dünyası Koleksiyonuma dâhil ettim. Keza bugün kaynayan bir kazan olan Ortadoğu ve İslamiyet’in doğduğu topraklar olan Hicaz bölgesi… Oralar da aslında 1055 yılında Tuğrul Bey’in gelişi ve 1517’de Yavuz Sultan Selim’in çıktığı seferle Türk Dünyası’nın birer parçası haline gelmişlerdi. Ne zaman ki bize ihanet edip gittiler ve artık onulmaz bir derdin içindeler.
Kısacası Türk Dünyası uçsuz bucaksız koskoca bir derya, bir okyanus. “O mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler” kavlince biz bu deryadan habersiz yaşayıp gidiyoruz. Devletimiz, milletimiz ve sözünü ettiğimiz uçsuz bucaksız coğrafyada yaşayan kardeşlerimiz bu deryayı coşturacak yerde enerjilerini boş işlere harcayıp art niyetli devletlerin, toplulukların peşinde koşuyorlar.
Ben, altmış yaşından sonra da olsa gençliğimden beri hayallerimi süsleyen Türk Dünyası’nı keşfe çıktım, gezip gördüklerimi ve yaptığım incelemeleri karınca kararınca yazıp anlatmaya çalıştım, resimler çektim. Bir tarih araştırması ya da akademik bir çalışma yapmadığım için -hissi, duygusal, hamasi.. ne derseniz deyiniz- ifadelerimi hoş göreceğinizi umarım.
Yalnız şu hususu özellikle belirtmek istiyor ve genç arkadaşlara tavsiye ediyorum ki sakın ve sakın Türk Dünyası seyahatlerinizi ertelemeyin. Çünkü dünyanın bin bir türlü hali var ve ne olacağı bilinmiyor. Mesela ben, Irak ve Suriye’ye zamanında gitmeseydim böylesine harap olduktan sonra artık gidip göremezdim. Tıpkı, 2008’deki Suriye seyahatim sırasında çok arzu ettiğim halde güzergâh farklılığından dolayı göremediğim Caber’i ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aldığı bir kararla 21 Şubat 2015’i 22 Şubat 2015’e bağlayan gece ordumuzun tanklarıyla toplarıyla gidip kendi ellerimizle berhava ettiğimiz yurt dışında kalan tek Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni yerinde görme imkânım kalmadığı gibi. Tıpkı çok arzu etmeme, Büyükelçimizin devreye girmesine ve kaç defa gidiş – dönüş tarihimi belirleyip uçak sefer sayılarımı bile bildirmeme rağmen Türkmenistan’a gidemeyip çok sevdiğim o ülkenin kaskatı tutumlu yöneticilerine kırıldığım gibi. (Bunun hikâyesi kitabın sayfaları içinde okunacaktır) Ve tıpkı, “Kırım kolay, her fırsatta giderim” diye sona bıraktığım ve artık Rus işgalinden sonra bu şansımı kaybettiğim gibi… Şimdi ben, yıllar yılı vatan hasreti çeken Kırımlılar misali; o içli, duygu yüklü hasret türküsünde geçen şu nakaratı tekrar edip duruyorum: “Men bu yerde yaşalmadım, yaşlığıma toyalmadım/ Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım!”
İnsanlığın bitmeyen arzuları, hırsları, emperyalist duyguları, ırkçılık, mezhepçilik anlayışı yok olmadığı sürece dünyanın ve uçsuz bucaksız Türk Dünyası’nın başka başka yerlerinin de karışması mümkündür. Gerçi, Asırlık Türk Ocakları’nın uzun yıllar Umumi Reisliğini yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir konferansında işaret ettiği gibi, “Ormana bir duvar çekerseniz ağaçları birbirinden ayırmış olmazsınız; alttan kökler, üstten dallar buluşur” ama yine de arzu edilen yerleri bir an önce gezip görmekte fayda var. Öyle ki, 15 kişilik bir grupla çıktığımız Doğu Türkistan seyahatimizde olduğu gibi mesela, geziniz Urumçi Havaalanı’nda sona erip sınır dışı edilseniz bile Türk Dünyası’nı gezmek her şeye değer.
Hayallerim ve hatıralarımla gerçekleri yoğurup fotoğrafladığım bu eserimle Türk Dünyası’nın tanıtılmasına bir katkım olur da başka dostların ve özellikle gençlerin gezip görmesine vesile olabilirsem ne mutlu bana ve bütün görüp yaşadıklarımdan sonra gururla haykırıyorum:
Ne Mutlu Türküm Diyene.
Osman OKTAYAnkara
ATA YURDUNA SEYAHAT
Tanrı Dağları önünde…
TANRI DAĞLARI’NIN GÖLGESİNDE
Türkmenistan ve Özbekistan’a, bir başka deyişle, o geniş ve zengin Ata yurdumuzun bu iki güzide ülkesine gitmek için hazırlıklarımızı yaparken o da ne? Belirlenen seyahat tarihine 5-6 gün kala Türkmenistan’dan vize alınamadığını öğreniyoruz. Hayret ki ne hayret! Avrupa ülkelerini, Balkanları, İran’ı, harap edilmeden önce Suriye’yi ve hatta Saddam döneminde bile Irak’ı adeta Türkiye’mizdeki bir şehirden öbürüne gidiyormuşçasına dolaşacaksınız, adı üstünde Türkmenistan’a; kardeşlerimizin, soydaşlarımızın, dindaşlarımızın ülkesine gidebilmek için bir sürü formalite istenecek ve sonra da “olmaz!” denecek… Bu iş hiç de hoş değil. Dünyanın pek çok devleti ülkelerine turist çekebilmek için dokuz takla atarken, Rusya bile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını vizesiz kabul ederken (Tabii o uçak hadisesinden önce) uğruna canlarımızı vermekten çekinmediğimiz, yine de çekinmeyeceğimiz bazı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bizleri davetiye ile kabul etmeleri, başka birtakım formalite istemeye kalkmaları ve yine de vize vermemelerini nasıl izah edebiliriz? Peki ya Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı? Kardeşlerimizle olan bu ve benzeri problemler hâlâ niye, neden, nasıl çözülmüyor, çözülemiyor? Tabir yerinde ise şeytan taşlamayı bırakıp biraz da şu işlere bakılsa olmaz mı?
Neyse ki Kırgızistanlı kardeşlerimiz vize istemiyorlardı. Biz de Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’tan başlayacak olan gezimizi tarih bile değiştirmeden Bişkek’ten başlatmaya karar veriyoruz. Organizatörümüz, sevgili hemşerim Kadir Tosun Türk Cumhuriyetlerine defalarca gidip geldiği için pratik olarak böyle bir çözüm buldu ve bizleri mağdur etmedi.
Aslında, “Olanda hayır vardır” kavlince bu işe bir yönüyle çok sevindiğimi, gönlüme göre olduğunu da belirtmek durumundayım. Çünkü “Türk’ün şanlı bayrağını Turan ele asacağız…” diye marşlar söylemeye başladığımız yaklaşık 50 yıl öncesinde, Harezm’deki Özbek Hanlarından Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakima (Türklerin Soy Kütüğü) isimli eserini okumuştum. Kırgızistan’daki Isıggöl işte o zaman zihnime kazınmıştı.
Türk Adının Doğduğu Yer
İşte, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın o meşhur eserinden bir bölüm:
“…Nuh peygamber babasının yerine oturdu. 250 yaşına geldiğinde Yüce Tanrı ona peygamberlik verdi. 700 yıl halkı doğru yola çağırdı. Erkek ve kadın olmak üzere seksen kişi iman getirdi. Yedi yüz yılın içinde seksenden fazla kişi(nin) iman getirmemesine öfkelenip halka beddua etti.
Cebrail geldi ve “Yüce Tanrı senin duanı kabul etti, herhangi bir zamanda halkı suya batıracak, sen gemi yap” dedi ve geminin nasıl yapılacağını gösterdi. Yerden su çıktı, gökyüzünden yağmur yağdı, yeryüzündeki canlıların hepsi boğuldu. Nuh Peygamber, üç oğlu ve iman getiren seksen kişiyle gemiye bindi. Birkaç aydan sonra yer, yüce Tanrı’nın emriyle suyu kendine çekti. Gemi Musul adlı şehrin yakınında(ki) Cudi denilen dağdan çıktı, gemiden çıkan kişilerin hepsi hasta oldu. Nuh Peygamber, üç oğlu, üç gelini ile iyileştiler, onların dışında(ki) kişilerin hepsi öldü. Ondan sonra Nuh Peygamber üç oğlunun her birini bir yere gönderdi. Ham adlı oğlunu Hindistan’a gönderdi. Sam adlı oğlunu İran’a gönderdi. Yafes adlı oğlunu Kuzey tarafına gönderdi ve üçüne “üçünüzden başka insanoğlu kalmadı. Şimdi üçünüz üç yurtta yaşayın, çocuklarınız çok olduğu zaman bu yerleri yurt edinip oturun” dedi.
Kimileri Yafes’in peygamber olduğunu, kimileri ise olmadığını söyler. Yafes babasının emriyle Cudi dağından ayrılıp İtil ve Yayık suyunun yakasına ulaştı. 250 yıl orada yaşadı ve vefat etti. Sekiz oğlu vardı. Çok çocuğu olmuştu.
Çocuklarının adları şunlardır:
Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimarı, Tarih… Yafes ölümüne yakın büyük oğlu Türk’ü yerinde oturtup diğer çocuklarına “Türk’ü kendinize padişah bilip onun sözünden çıkmayın” dedi. Türk’e “Yafes oğlu” diye ad taktılar. Çok terbiyeli ve akıllı birisiydi. Babasından sonra birçok yere gitti ve (birçok yeri) gördü. Bir yeri beğenip orada oturdu. Bugün oraya “Isıg Kol” derler.”
Mademki biz ata yurdumuza seyahat edecektik, Türklüğün yeryüzüne yayılma noktası olarak kabul edilen Isıggöl ya da Isıg Kol’un bulunduğu topraklardan başlamak en iyisi değil mi idi? Kaldı ki ben, Sovyetler’in dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri ile ilgili olarak yaptığım bir çalışmada Kırgızistan için şöyle bir giriş yapmıştım:
“Altaylar, Tanrı Dağları, Aladağlar, Isıggöl… Binlerce yıl önce Türk gülünün ilk defa açarak dünyaya güzel kokular saçmaya başladığı diyarlar… Kırgızistan işte bu diyarlarla iç içe ve Atayurdumuzun tam ortasında: Altayların gölgesinde, Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Isıkgöl’ün çevresinde. Onun için şimdi çok uzaklarda olan bizleri kıskandırıp duruyor…”
Üstüne üstlük, yıllar önce Türk ve Dünya tarihinin en büyük destanlarından biri olan Manas’ın Çizgi Roman ve Çizgi Film senaryolarını da yazmıştım. “Manas Diye Bir Çocuk” ve “Aslan Manas” isimlerini verdiğim çizgi roman senaryoları resimletilerek Kültür Bakanlığı’nca bastırılmış, çizgi film senaryomun prodüksiyonu da yine aynı Bakanlıkça hazırlatılıp gösterime sunulmuştu. Demek oluyor ki ben, Kırgızistan seyahati için geç bile kalmıştım. Hal böyle olunca Türkmenistan seyahatinin Kırgızistan’a dönüşmesini hayra yormamız gerekiyor ve daha yola çıkmadan sanki Kırgızları esaretten kurtarmak için “Aymanboz” isimli atı üstünde haykıran Manas’ı duyar gibi oluyorum:
“-İşte Aymanboz’a bindim; bu canım milletime feda olsun! Tanrıdağları’na, Uludağ’a doğru, babalarımızın öz yurtlarına doğru yürüyelim!..”
Manas’ın At Oynattığı Topraklar
Sonra Manas’ın hatunu Kanıkey, oğlu Semetey, arkadaşları, yiğitleri bir bir gözlerimde canlandı ve biz 25 Mayıs 2014 akşamı saat 21.15’te Türk Hava Yolları uçağı ile Bişkek’e doğru havalandık.
Yolculuğumuz beş saat sürecek ve sabah dinlenmeden oradaki programı uygulayacaktık. Onun için uçakta uyumak en iyisi olacaktı ve öyle yaptık. Uyandığımda uçağımız Manas Havaalanı’na inmek üzereydi ve güneşin ilk ışıkları Kırgızistan semalarını aydınlatmaya başlıyordu. Fotoğraf makinem yanımda olduğu için bu fırsatı kaçırmadım ve uçak penceresinden o anı kaydetmeyi başardım. Sonra da, “Acaba” dedim, “Işık gözlerimi kamaştırdığı için fark edemedim ama güneş Tanrı Dağları’nın arkasından mı doğuyordu?”
Havaalanından şehre giderken o başından kar eksik olmayan ve oralarda “Ala Too” yani Ala Dağ ya da Ulu Dağ diye de isimlendirilen Tanrı Dağlarını uzaktan da olsa gördük işte. Uzak olmasına rağmen o ne heybetti öyle? Biz Türkiye’de “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğumuzu söyleye gelen idealistlerdik. Allah’a hamdolsun ki Elest Meclisi’nde Yaradanımıza verdiğimiz ahde sadık kalanlardan olarak Müslüman’dık ve yıllar önce ilk vahyin indiği Hıra Dağı’nı görme şerefine de ermiştik. İşte şimdi Türklüğün yeryüzüne dağıldığı ve heybetini aldığı mekân olarak bilinen Tanrı Dağları karşımızda idi; heyecanlanmamak mümkün mü?
Yol boyunca sıra sıra dizilmiş devasa ağaçlar var ve etraf yemyeşil. Kadir Bey kardeşim, “Bişkek dünyanın en yeşil Başkenti” diyor, doğrudur.
Otele intikal edip eşyalarımızı yerleştirdikten sonra kahvaltı yapıyor ve hemen Manas Üniversitesi’ne gidiyoruz. Kampüse girerken Anadolu Türk Mimarisi’nin eseri olduğu anlaşılan bir cami inşaatı dikkatimizi çekiyor. Aklımıza hemen Orta Asya coğrafyasında buna benzer başka camilerin inşa edilmesinde büyük emeği olduğunu bildiğimiz Özer Revanoğlu Ağabey geliyor. Meğer bu cami inşaatı ile de ilgileniyormuş. Kendisinin o anda Kırgızistan’da olduğunu söylediler ama ulaşmak mümkün olmadı. Üniversitede bize, ahbaplığımız 1970’lere dayanan Öğretim Üyesi arkadaşımız Muzaffer Kılıç refakat ederek Türkiye – Kırgızistan ortak eseri olan okul hakkında bilgiler verdi. Öğrencilerle ve yine eski dostumuz, ressam akademisyen Mehmet Başbuğ ve Türkiye’den başka öğretim üyesi arkadaşlarla sohbet ettikten sonra turumuza başladık.
Yolumuz önce, Kırgız Türklerinin ünlü Destan Kahramanı Manas adına düzenlenen Manas Köyü ya da Parkı’na uğradı. Orada Manas’ın heykelleri, Kırgız Türkleri’nin özelliklerini yansıtan başka figürler, otantik Kırgız Çadırı ve eşyaları sergileniyor. Yalnız ne var ki ülkenin ekonomik sıkıntılar içinde olduğu hemen belli oluyor. İyi niyet ve beklentilerle oluşturulduğunda şüphe olmayan bu mekân ne yazık ki çok bakımsız. Daha önce yaptığım Balkan gezisi sırasında ülkemizin gurur verici hizmetler yaptığına şahit olduğum kurumlarından biri olan TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) keşke orada da bir çalışma yapsa…
Atabeyt… Bir Hüzün Durağı
Ardından acıları depreştiren, 75 – 76 yıl sonra da olsa yürekleri dağlamaya devam eden ve edecek olan, ünlü Kırgız Romancı Cengiz Aytmatov’un mezarının da bulunduğu Atabeyt (Ata-Beyit – Baba Mezarı) ziyaret edildi. Atabeyt, 1936–1937 yıllarında Kırgızistan’da yaşanan ve Stalin rejimi tarafından yapılan katliamın yapıldığı ve onlar adına yapılan anıt mezarların bulunduğu yer. İnsanlıktan uzak Rus komünistlerinin, aralarında 12 Kırgız Bakan’ın da bulunduğu çoğu Kırgız Türklerine ait tam 138 aydını topluca katlederek bir kireç ya da tuğla ocağına atıp toprakla kapatmaları dünyanın olduğu gibi Türk âleminin bile gündemine girmemişti. Aytmatov’un, en son dokuz yaşındayken görebildiği babası Törekul Aytmatov da katledilenler arasındaydı ve Haziran 2008’de vefat eden oğlu, dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov vasiyeti üzerine babasının yakınına defnedilmişti. Sovyetlerin çeşitli bölgelerinde 1936–1945 yılları arasında yapılan bu katliamlardan ne yazık ki 1993 yılına kadar kimsenin haberi olmadı. Ta ki Tuğla ocağı bekçisi Hıdır Aliyev’in, gizlendiği yerde şahit olduğu ve korkusundan yıllarca gizlemek zorunda kaldığı bu katliamı, ölmeden önce kızına anlatana kadar: “Şunu herkes bilsin ki kireç ocağında çok büyük olaylar oldu. Zamanı gelince herkes öğrenmeli!”
Hıdır Aliyev’in bu sözleri kızını çok etkilemişti ve anlatmak için fırsat kolluyordu. O fırsat nihayet doğmuştu ve konu, bağımsızlığın ilan edilişinden yaklaşık iki yıl sonra 1993 yılında Kırgız hükümetine iletildi. Kırgızistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev hemen bir kazı yapılmasını isteyince gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Kazılar sonucunda bulunan toplu mezar sadece Kırgızistan’ı değil tüm Orta Asya cumhuriyetlerinin kanını dondurdu. Toplu mezarda 138 ceset ve binlerce mermi kovanı bulunmuştu. Yapılan arşiv araştırmaları ve DNA testleri sonucunda iki kadın cesedi dışında herkesin isimleri belirlendi. O isimlerin listesi Ata Beyit’te ve müzede yer alıyor. Ata Beyit’te şehitlerin anısına yaptırılan bir de anıt var.
Ata Beyit’te yaşanan duygu dolu anlar ve oradaki müze sorumlusundan bilgiler aldıktan sonra hüzünle ayrıldık ve otantik Kırgız Çadırlarından oluşan bir mekânda öğle yemeği yedik. Ardından Oş Pazarını ve Ala Tov Meydanı’nı gezdikten sonra otelimize geçtik. Gece yolculuk yapıp akşama kadar da gezdiğimiz için yorgunluk hat safhada. Yarın da otobüsle Isıggöl’e yolculuk yapacağımız için yatıp dinlenmeliydik; öyle yaptık.
Otelimizin kahvaltısını bir Rus bayan hazırlıyor ve alışkanlıklarımızın dışında bir durumla karşılaşınca biraz tedirgin olduk. Hele hele bol ekmek yemeğe alışık olduğumuz için adam başı verdiği küçük ekmek dilimi, tabir yerinde ise dişimizin kovuğunu bile doldurmadı! Neyse ki eşimle ben tedbirli davranarak memleketten zeytinle peynir götürmüştük, oldukça işe yaradı.
Artık benim için gezinin en heyecanlı anı başlıyordu. Çünkü gençliğimden beri hayalini kurduğum Isıggöl yolculuğu başlamıştı. Yaklaşık 230 kilometrelik bir yolumuz vardı ama uzunca bir süre hiç Bişkek’ten çıkmamışçasına yol aldık. Tıpkı bizim Karadeniz sahili gibi yerleşim yerleri birbirine bağlanmış durumdaydı ve sanki Kırgızistan Bişkek’ten ibaretti…
Yol boyunca iğde ve dut ağaçlarını görmek bize tebessüm ettiriyordu. Çin’e doğru uzanan tarihi İpek Yolu’ndan gidiyorduk ve adına uygun olarak ipek böceklerine yem olması için dut ağaçlarının dalları budanmış, amiyane tabirle cascavlak kalmıştı. Derken otobüsümüz ana yoldan ayrıldı ve Isıggöl heyecanını da bastıracak olan Balasagun’a yöneldi…