Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik», strona 3

Czcionka:

Bayındır Han, istese casusu yaklayabilir, ama onun amacı gül bahçesini yani Oğuz’u korumaktır. Şah da istese savaşa gitmez ve yerine Hızır’ı geçirmezdi, ama ülkesinin ve tahtının devamı için kendini feda eder.

Hızır, Hatayî mahlasını alarak şiirlerine devam eder, Şah bu şiirleri saatlerce usanmadan dinler. Bu sırada yanlarında olan Lala, onların karakterlerini değerlendirir. Şah ne kadar cesur, atılgan, kararlı biriyse, Hızır da tam tersine bir o kadar merhametli, narin ve duygusaldır. Hızır’ın hayatı normal seyrinden Çaldıran Savaşı ile ayrılır. Yavuz Sultan Selim ile Şah’ın Çaldıran adlı bir köyün yakınlarında yaptıkları bu savaş, her şeyi değiştirmiştir. Şah bizzat savaşa katılmış, Lala ise savaş meydanında kaybolmuştur. En son, vurularak attan düştüğünü görenler olmuştur. Şah büyük kayıplar verir; cephenin sağ ve sol kanatları çökmeye başlar. Dülkadir’in hayinliği de işleri iyice bozar ve kaçınılmaz son büyük bir hızla gelmektedir. Bozulan ordusunu gören Şah İsmail, peçesini takıp kendi yerine geçmesi için Hızır’a emreder. Kendisi gökten işittiğini söylediği o çağrıya doğru gideceğini söyler, ama Hızır buna izin vermek istemez. Şah çadırının yakınlarına düşmeye başlayan top sesleri arasında savaş meydanına gider. Çadırda tek başına kalan Hızır’ı Şah sanan askerler onu kaçırır. Artık Hızır gerçekten Şah olarak, görevini yerine getirmeye başlayacaktır. Yazar, Şah ile Hızır’ın arasındaki bu anlaşmayla; şahısların değil, ülkenin ve halkın önemli olduğunun altını çizmektedir:

Hazır mısın? Sen şimdi artık, bensiz, Lala’sız, kendi başına sadece kendin çıkarsın meydana. Ne ben varım, ne de Lala Hüseyin Bey! Hiç kimsenin de Hızır’dan haberi yok! Anla, Şah ölmez! Hiç ölmez! Ben ise ölmeliyim. Bir de ben bu öfkeyi onda bırakmam. Şimdi bak, ben atıyorum kendimi savaşın en kanlı yerine. Baş bir yana, leş bir yana… Allah ya bana verir, ya Selim’e....

… Becerirsin, öyle bir becerirsin ki! Bu savaş gelip geçici bir şeydir. Birazdan yine güneş doğacak, sabah olacak, memleket de senin olacak. Şaşırma! Ben sana bu büyüklükteki bir ülkeyi bırakıp gidiyorum. Herkesten gizli! Hiç kimse bunu bilmeyecek, öğrenmeyecek! Sen ben olacaksın. Sonraki bütün zamanlarda da aslında sen varsın, ama zahirde ben… Yani ben de yine varım. Hazır mısın? (s. 146)

Hızır’a bu konuşmayı yapan Şah İsmail, çadırdan çıkıp kendini savaşa atmadan önce son olarak Hızır’a “Bir de şunu bilmeni istiyorum. Benim adım Şah İsmail’dir, ama ben asıl Şah İsmail değilim.” der. (s. 147) Yazar, aslında bunun geçmişe dayanan ve gücün yenilmeyeceğini, ölümsüzlüğünü gösteren bir hareket olduğunu vurgular. Okuyucuya, “Şah İsmail asla ölmez, asla yenilmez” fikrinin daima yaşatılmaya çalışıldığını gösterir. Bu, Stalin öldüğünde halkın verdiği tepkiyle aynıdır; o zaman da halk, “Stalin ölemez!” diyerek, onun öldüğüne inanamaz. Gücün büyüklüğü, ölümsüzlük fikriyle beslendiğinde insanlar üzerinde korkulu ve tartışılmaz bir egemenlik hakkı kullanılmaktadır. Yıllar sonra aslında savaşta ölmeyen, Osmanlı’ya esir düşen Lala Hüseyin ülkesine geri döner ve hemen saraya gider. Artık saraydaki tüm yüzler değişmiştir; kimse onu tanımaz. Bir türlü Şah’ın huzuruna çıkamaz. Yüzbaşı Rahim ile tanıştıktan sonra bu emeline ulaşır, ama onu büyük bir süpriz beklemektedir. Yüzbaşı Rahim’e Osmanlı’ya esir düşen Behruze Hanım’dan Şah’a haber getirdiğini söyler. Bunu duyan vezir, Lala’nın Şah’la görüşmesini sağlar. Şah, vezirine her şeyi anlatmıştır, bu yüzden ikisi de endişelidir. Lala ile görüşeceği gün Şah’ın eşi Taçlı Hanım, rüya gördüğünü, iyi şeylerin olmayacağını söyleyerek, ağlar.

Rüya da her iki hikâyenin önemli öğelerinden biridir. Dede Korkut’un rüyaları, Nur Taşı’nın ona verdiği ilham, efsanelerin vazgeçilmez detaylarındandır. Taçlı Hanım’ın da gördüğü ve Şah’ın sonunu gösteren bu rüya, romanın gerçeküstü unsurlarındandır. Rüyaların tersi çıktığı söylense de Taçlı Hanım’ın rüyası, romanda anlatılan “gerçek hayata” yansır.

Lala Hüseyin, Şah ile karşılaşınca onun Hızır olduğunu hemen anlar. Şah İsmail’e ne olduğunu sorunca Hızır, başından geçenleri, çadırda yaptığı konuşmayı, savaşa gidişini, her şeyi anlatır. Lala, duyduklarına inanmak istemez ve ona karşı sert çıkışlarda bulunur. Eski mazlum, sessiz Hızır, eline güç, iktidar geçince Lala’ya; “Sus artık! Haddini bil! O günler geçti. Şimdi Şah benim. Bir tek emrim, bir tek el işaretim… Anla artık, bir tek bakışım yeter, seni…” (s. 262) Lala Hüseyin, karşısında duran Hızır’ı bir türlü Şah olarak, kabul edemez. Ne var ki, onu kendi yetiştirmiş, bugünlere gelmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Lala;

… Demek ki on yıldır sen Şah’sın! Seni, o harabe köyden alıp getireceğime keşke Allah beni öldürseydi. Seni ben yarattım. Şah’a bak sen! Yani sen mi Şah’sın? Sen çoktan ölmesi gereken bir melunsun… Sen! (s. 269)

deyip Hızır’ı kuşağından çıkardığı hançerle öldürür. Kapı kilitli olduğundan kendinden emin bir şekilde tahtın yanında olan duvarın üzerinde asılı halıyı kaldırır. Duvarı iteleyerek, geri çekilir. Duvar hareket eder ve aralanır; Lala, aşağı doğru giden merdivenlerden inmeden önce arka taraftan yine mekanizmayı çalıştırır. Ortada hiç delil veya bir işaret bırakmaz. Kapının kilidini açıp içeri giren vezir gördüklerine inanamaz. Şah, yerde kanlar içinde yatar, ama dışarı çıkması imkânsız olan Lala ortada yoktur. Yüzbaşı ile ne yapacaklarını şaşırırlar ve vezir, Şah’ın hançer darbesi ile değil de hastalıktan öldüğünü duyurmanın daha iyi olacağına karar verir. Hançeri saplandığı yerden çıkarır ve üzerini örter. Böylece Şah’ın ölüm şekli herkesten saklanır. Yazar, “Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi Hicri 930 yılının Recep aynın 27’sinde öldü” diye not düşmüştür, ama gerçek Şah’ın nerede, nasıl öldüğü bir muammadan ibarettir.

Romanın ikinci hikâyesi de burada görüldüğü gibi, Şah’ın yerine geçen Hızır’ın Lala tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Kemal Abdulla, kitabın sonunda araştırmacının ağzı ile “Acaba Şah İsmail’le ilgili metinle Korkut’un metni arasında bir paralellik, gizli de olsa bir ilişki var mı, yoksa?” şeklinde bir soru sorar. (s. 290)

Eksik El Yazması parçaların bir bütün oluşturduğu, eksik de olsa resmin ana hatlarını belirleyen bir yapboz şeklinde kurgulanmıştır. Kemal Abdulla, Bayındır Han ile Şah İsmail arasında kurduğu yakınlık sayesinde bir lider profili çizmektedir. Yazar, alt metinde “gücün” altını kalın çizgilerle çizmiştir. Güç, bir ulusa, bir insana egemenlik hakkı ile bir devamlılık duygusu vermektedir. Tepegöz’ün birdenbire ortaya çıkıp, ordularıyla Oğuz’a tehdit oluşturması; Basat’ın zekâsından ve Kağan Aslan’dan aldığı güç ile Tepegöz’ü yenmesi önemlidir. Tepegöz’ün çeşitli kılıklara girerek, Basat’ı aldatma çabaları dikkate değer bir ayrıntıdır. Çünkü Basat’ın zayıf tarafı sevdikleridir, Tepegöz de bunu kullanmayı iyi bilmiştir.

Eksik El Yazması adlı kitap okuyucuyu bir zaman yolculuğuna davet etmektedir. Ortaya attığı sorularla gerçeklere ulaşma yoluna zemin hazırlarken, aynı zamanda tarihî kişilikleri yeniden şekillendirmiştir. Bu, tarihi saptırma olarak algılanmamalıdır, çünkü Kemal Abdulla tarihi bir belgenin çevirisini yapmamış, tarihî kimlikleri yeniden şekillendirerek, kurmaca bir hikâye yaratmıştır.

Doğu Illinois Üniversitesi öğretim üyesi Sarah Johnson, the Associated Writing Programs’ın Mart 2002’de düzenlediği yıllık konferasında bir panelde yaptığı konuşmada “tarihî roman” tartışmasını konu olarak incelemiştir. Konuşmasında, 2002’den önceki son birkaç yılda konu üzerinde hem yazarların hem de okuyucunun ilgisinin arttığına dikkat çektikten sonra şunları söylemektedir:

Tarihî edebî eserin amacı, her ne kadar roman o havayı verse bile okuyucuya geçmiş bir zaman dilimindeki hayatı olduğu gibi göstermek değildir. Aksine, tarihî edebî eser yazanlar kendi yeteneklerini tarihî kurgulamaya değil olay veya zamanı aktarmayı başaran ve kendi perspektiflerinden bizim anlayacağımız şekilde konuşan aktörler üzerine yoğunlaştırırlar ki bu da geçmiş ve hâlihazır arasındaki farkı (veya paralelliği) anlamamıza yardımcı olur. Bir başka tarihî roman tanımı da “geçmişte kurgulanmış fakat hâlihazıra ait temalara vurgu yapan roman/hikâye”dir.20

Buradan hareketle bu romanı da tarihî olarak addetmek mümkündür. Zira yazar birbirine paralel olarak giden iki hikâyeyi de tarihin derinliklerinden çıkarmış ve okuyucuya gün ışığında sunmuştur. Yazarın amacının o dönemdeki hayatı olduğu gibi aktarmak olduğunu söylemek güçtür, hatta imkânsızdır. Fakat yazarın tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış bu iki olayı anlatarak hâlihazırda topluma yön veren liderlerin dikkatine sunmak istediğini düşünmek mümkündür.

Nitekim romanda sıkça vurgulanan güç temasını yazarın kendinden aldığı görülmektedir, çünkü yeni bir şey yaratmak güç gerektirir. Romanın üzerine kurulduğu geniş zaman dilimleri, büyük bir ustalıkla sarmallanmış ve kitabın gidişatını tek düzeylikten kurtarmıştır. Bu da romana ayrı bir ritm kazandırmıştır. Böylece üsluptaki ahenk şeklen de kitaba yansımıştır.

Kemal Abdulla, yazmalara geçmeden önce üç ayrı önsözle, düşüncelerini, içinde bulunduğu karmaşayı, zihninde oluşan soruları ve neden bu yolculuğa çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Romana bağlı ve bir o kadar da bağımsız olarak yazdığı bu bölümlerin sonunu da şu dilekle bitirmiştir: “Allah bilmeyenleri bilenlerin gazabından korsun.” (s. 27) Yazar, bu romanla bilenleri ve bilmeyenleri ortak bir noktada buluşturmak istemiştir. Bunu da insanın merak duygusunu körükleyerek, başarmıştır.

Burada da belirtildiği gibi yazarın maksadı “merak” uyandırmaktır. Bu kitabı okuyanlarda Dede Korkut hikâyelerini yeniden okuma ihtiyacı doğacaktır; zira kitapta anlatılan, bilinen Dede Korkut hikâye kahramanlarından çok daha farklı kişiler olarak ortaya çıkmaktadır. İsimler aynıdır, tarihî ortam yaratılmıştır, fakat burada zikredilen kahramanlar, masalların, destanların, efsanelerin “düz kahramanlarına” benzemezler. Onlar, zaaflarıyla, hırslarıyla, kıskançlıklarıyla, sevgi ve nefretleriyle, içten hesaplarıyla ayakları yere basan ve dünyada yaşayan birer insandır. Hatta bunların içinde Dede Korkut daha da çarpıcı bir tarzda çizilmiştir.

Eser birbirine geçmiş katmanlardan oluşmaktadır. Yazar, olayları tek anlatıcı olarak değil birinci tekil şahıs ağzıyla anlatmaktadır. Sonra Dede Korkut devreye girer. O, Bayındır Han’ın beyleri sorguya çekmesi sırasında huzurda bulunur ve Bayındır Han’ın kendisine yüklediği “konuşulanları kayda geçirme” görevini görür. Diğer taraftan aynı Dede Korkut yeri ve zamanı geldiğinde devreye girerek, tıpkı romanın anlatıcısı gibi kendi duygu ve düşüncelerini, endişelerini, sevinç ve kaygılarını dile getirir. Sorgulanan meselenin tam ortasında yer aldığını, baştan sona da süreci takip ettiğini gözlemleyen okuyucu bütün dikkatini Dede Korkut’a verir. Böylece yazarın da maksadı hâsıl olur.

Oğuz toplumundaki inanışlar, gelenek ve efsanenin tıpkı Dede Korkut hikâyelerinde—bunlardan ancak beş tanesi eserde ele alınmış; Salur Kazan’ın evini yağmaladığı destanı, Kam Püre’nın oğlu Bamsı Beyrek destanı, Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destanı, Begil oğlu Emren’in destanı, İç Oğuz’a Dış Oğuz’un asi olup Beyrek’in öldüğü destanı—olduğu gibi romanda da görmek mümkündür. Beyler arasında mevcut sorunların çözülme yöntemi de Oğuzlar hakkında bilgi vermektedir. Aslında romandaki şahsiyetler ve olaylar adetâ Dede Korkut kitabından fırlamış gibidir. Aralarında pek bir fark olmayıp, sadece kişilerin konuşmaları, iç hesaplaşmaları, gizli planları ve bunlara uygun davranışları, hırsları, kıskançlıkları daha öne çıkmaktadır. Bu da eseri, destan özelliğinden çıkartmaktadır. Çünkü kahramanları dümdüz birer çizgi gibi çizilmemiş, derinlemesine iç dünyalarını yansıtacak bir tarzda tasvir edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Dede Korkut tıpkı destandaki gibi romanın da hem anlatıcısı hem de anlatım tekniği açısından “her şeyi bilen” anlatıcı durumundadır. Destanda Dede Korkut, “Oğuz’un tam bilicisi olan gaipten türlü haber söyleyen, Hak Teâlâ’nın gönlüne ilham ettiği” kutsal kişidir ve “Oğuz kavminin müşkülünü halleder. Her ne iş olsa Oğuzlar ona danışmadan yapmazlar. O ne buyursa kabul ederler ve sözünü tutup yerine getirirler.”21 Romanda da Bayındır Han onu yanına çağırır ve bütün soruşturma boyunca yanında kalmasını, hiçbir sözü kaçırmadan kaydetmesini ister. Dede Korkut’un zaman zaman kendi iç konuşmalarını, kendi düşüncelerini açıklaması romanda onu daha canlı bir karakter hâline sokar. O da zayıflıklıklarıyla diğer insanlardan farklı değildir. Nitekim Oğuz’un sorunlarını çözücü destan kahramanı Dede Korkut’un yerinde bazı sorunları kendi kendine çözemeyen, çözülemez gibi duran meseleleri Nur Taşı’na danışan, bu kutsal taşın dibinde yetişen otun etkisiyle rüyalar gören ve gaipten haberler alan biridir. Bunun dışında onun da ayağını yere bastıran en önemli ipucu, İç Oğuz’a gelen, yakalanan ve hapsedildikten sonra salıverilen ve Bayındır Han tarafından sorgulanan olayın tam göbeğinde onun olmasıdır.

Bu yüzden yazarın Dede Korkut’u küçük düşürdüğünü iddia edenler de çıkmıştır. Eserde soruşturmaya paralel giden Şah İsmail olayı da romanın tarihî boyutunu destan veya efsane olmaktan çıkarıp belli bir zaman dilimine yerleştirmektedir. Şah İsmail’in bir benzerini bulup eğitmesi ve kendi yerine geçirmesi şaşırtıcı gelebilir. Şah İsmail, Çaldıran’da yenileceğini bildiği için yerine sahtesini geçirecek ve kendisi hayatta kalmayı başaracaktır. Fakat olaylar böyle gelişmez. Gerçek Şah İsmail savaşta ölür, yerine de sahte olanı yani Hızır isimli kişi geçer. Fakat onun Şah İsmailliği de çok uzun sürmez, çünkü onu yakından tanıyan ve savaşta şehit düştüğü düşünülen Lala Hüseyin beklenmedik bir anda çıka gelir ve Hızır’ı yani sahte Şah İsmail’i öldürür.

Burada da muhtemelen tarihçiler eseri eleştireceklerdir. Fakat romanın sonunda kimin gerçek kimin sahte Şah İsmail olduğu da iyice karışmaktadır. Bu da belki yazarın postmodern bir roman yazma gayreti olarak gösterilebilir. Bu yönleriyle roman, tarihî malzemesinin yanı sıra zamanı ve mekânı aşarak insanlık değerlerine dokunabilen bir kurguyla etkileyici bir edebî eser olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır.

Roman için “tarihî” demek yanıltıcı olmaz. Olaylar zamanı bilinmeyen bir geçmişte cereyan etmektedir. Kahramanlar tarih kaynaklarına uygun olarak seçilmiştir. Diğer taraftan eserde hâlihazırda yaşanmakta olan bir de hadise vardır. Bu da romanın başında anlatıcının arşivde “eksik el yazmasını” bulması, kütüphane memuresine okutturması, tercüme ettirmesi ve eser üzerinde düşünmesidir. “Buradan ne çıkartılabilir?” sorusu birçok bilinmezi beraberinde getirmektedir. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra yazılmış bir eser ile yazar, geçmişe dair pek çok bilginin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemin ardından böyle bazı eserlerin korunabildiğini vermek istemiş olabilir. Ayrıca, gerek Sovyet döneminde gerekse sonrasında Azerbaycan’da yaşandığı bilinen “adaletsizlik” meselesine açıklık getirmek isteyebilir. Bayındır Han şüphelendiği bir olay etrafında bütün beylere eşit mesafede durarak onlara kendilerini savunma hakkını verir. Bu da “adalet”in temeli olarak değerlendirilebilir.

Yazarın ayrıca bu konuda yazmış olduğu Gizli Dede Korkut kitabı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Diğer taraftan tarihin derinliklerinde yine Oğuzların hayatını anlatan bir başka sanatçı da Türkmen yazar Annaguli Nurmemmed’dir. Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçtiği Nuh Tufanı ve Büyük Göç romanları da önemli bilgiler içermektedir.

Annaguli Nurmemmed. Nuh Tufanı

Yazarın olgunluk dönemi eseri olan roman 1990 yılında yayımlanmıştır.22 Eserin konusu, bir Türkmen köyünde yaşayan halkın kendi benliğini ve kimliğini koruma çabasıdır. Sovyet döneminin tenkit edildiği romanda, baraj inşa edilmesi yüzünden sular altında kalan köyde geçen olaylar anlatılır.

Romanda, kutsal kitaplardan bilinen eski “Nuh tufanı” değil, insanların ruhlarında meydana gelen tufan anlatılır. Olaylar, Sovyet rejimi altında baraj inşasıyla sular altında kalan bir Türkmen köyünde geçer. Roman, şehre göç etmeyip köyünde kalmayı tercih eden son beş hanenin, bu hanelerde yaşayan, inançlarını ve kültürel değerlerini korumaya çalışan, bu arada zaman zaman sapmalar da yaşayan insanların hikâyesidir. Romanda yer yer Nöker Bekçi, Sehetniyaz Molla ve kızı Ayceren, Arhip Balcı, Cihansultan Teyze ve oğlu Mekân, Annam Dükkâncı ve karısı Sadap’ın hikâyeleri anlatılır.

Romandaki ilk bölüm, “Kıssa Başı Nöker Bekçi’nin Defterinden” adını taşır. Bu bölümde Nöker Bekçinin “Kitapların Şahı” adını verdiği kitabından iki sayfalık bir bölüm alınmıştır. Yazar, olayları anlatırken kendini gizlemez ve yer yer kahramanlarla ilgili tahlillerde bulunur. Nöker’in kitabından defter olarak bahseden de yazar-anlatıcıdır. Şu satırlar, yazarın anlatıcı olarak romana nasıl girdiğini ifade etmesi bakımından önemlidir:

Köyde kalanlar hakkında söylenen sözler bunlar. Fakat duyduğuna değil, gördüğüne inan derler. Belki onları görüp, sözlerini dinleyip, olan biteni tahlil edebilirsek, her şey bir elin ayası gibi açık seçik meydana çıkar. Öyleyse sabah selamının ardından neler olup bittiğine bakmak bize düşüyor… (s. 10)

Roman, yirmi bölümden oluşur. İlk bölümde Sehetniyaz Molla ile Nöker arasındaki fikir çatışmasından söz edilir, köyün sakinlerinin isimleri ve oturdukları evler kısaca tanıtılır. Daha sonra da köyün mollası Sehetniyaz’ın tanıtımına geçilir. Sehetniyaz, köyün en itibarlı insanlarından biri olan Heştek Ahun’un oğludur. Bir kızı, üç oğlu vardır. İki büyük oğlu okumaya gidip orada evlenir ve şehre yerleşir. Küçük oğlu ise büyüyünce yoldan çıkar ve hapishanelerden kurtulamaz. Molla’nın karısı ise kızı Ayceren’i doğururken ölmüştür. Ayceren, babası ile köyde yaşar ve ağabeylerinin ısrarlarına rağmen babasından ayrılamaz. Molla, dinine bağlı, inançlarının gereklerini yerine getirmeye çalışan samimi bir insandır. Köydeki camiyi düzenleyip ibadete açmak isteyince tutuklanır. Bir süre hapiste yattıktan sonra serbest kalır. Romanda köydeki herkesin farklı inanca sahip olduğu sık sık vurgulanır. Nöker, Allah’a inanmaz; sadece başı sıkıştığında Allah’ın adını anar. O, yalnızca kitapların şahı adını verdiği kendi yazdığı kitaba inanır. Sehetniyaz Molla hayatının sonuna kadar Kuran’a bağlı olarak yaşar. Öldüğünde elinde Kuran vardır. Çevresindekiler elinden Kuran’ı alamadıkları için onu o şekilde gömerler. Arhip Balcı, annesinin yegâne hatırası olan İncil’e bütün kalbiyle bağlıdır. Cihansultan Teyze, partisine her şart altında inanır ve güvenir. Romanda, eğer böyle giderse birliğin hiçbir zaman sağlanamayacağı ifade edilir. Mahtumkulu’nun sözleri de bunu ifade eder: “Büyük dağın başındaki üç ağacın kökü bir olmazsa, başlarını birleştirmek olmaz.” (s. 144) Sehetniyaz Molla hapse düştüğünde orada yaşadıklarını hatırlar ve şu satırlarla anlatır:

Sehetniyaz Molla ise hapse düşüşünü gerçek cehennemin orası olduğunu düşünüyordu. Bir keresinde namaza durduğunda, kendini bilmez bir delikanlının yaptıklarına dayanamayıp, Allah yoktur diye ona eziyet ettiğini, elinden seccadesini alarak, Allah varsa bana kötülük yapsın, diyerek onu tekmelediğini, sonra da bu dengesizliğe dayanamayan başka delikanlıların onu ölünceye kadar dövüşünü hatırlıyordu. Kendi küçük oğlunun da hapiste öldüğünü, o cehennemden bu şekilde kurtulduğunu da hatırlıyordu. (s. 201)

Sehetniyaz Molla öldükten sonra onu Gümüş Mezarlığı’na gömmek isterler ancak bölge başkanları bu mezarlığa ölü gömülmesini yasaklamıştır. Bu keyfi yasaklama, Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanında Ana Beyit mezarlığına getirilen yasağı hatırlatır. Romanın kahramanı Yedigey, âdeta bir asra bedel olan bir gün içinde, dostu Kazangap’ı mezarlığa götürür, ancak yasaktan dolayı onu mezarlığa gömmeyi başaramaz.

Arhip Balcı’nın “balcı” lakabı yıllarca arıcılıkla uğraşıp bal dağıttığı için kendisine verilmiştir. Asıl mesleği ormancılıktır. O, nehrin kenarındaki ormanı korumaktadır. Evi de ormana yakındır. Arhip her yıl mayıs balını aldığında köydeki her bir hanenin bir sene yiyeceği balı da alıp evlerine bırakır. Bunun karşılığında kesinlikle para kabul etmez. Romandaki bu ayrıntı da onun ne kadar iyi yürekli bir insan olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Zaten romanın devamında Marcina ismindeki “ahlâksız” bir kadını acıdığı için evine almış, bu kadın yüzünden köylünün başı epeyce belaya girmiştir. Arhip, Maria ile Mihail’in oğludur. Babası cepheye gitmiş ve bir daha dönmemiştir. Arhip, Larisa isminde bir kadınla evlenmiş, ondan Tanya isminde bir kızı olmuştur. Eşi köyde yaşamak istemediği için ondan ayrı yaşamaktadır. Arhip, bir kaza sonucu annesinin ölümüne sebep olmuş, bu olayı da uzun bir süre unutamamıştır. Annesinin ölümünden sonra ondan yadigâr kalan İncil’i anasının sıcaklığını hissederek kendisine arkadaş edinmiştir. Arhip ile Sehetniyaz’ın ortak tarafları iki kahramanın da kutsal kitaba olan bağlılıklarıdır.

Cihansultan Teyze bütün hayatını yalnız geçirmiş bir kadındır. Eşi savaşta şehit olmuştur. Köyde mevkii yüksektir. İnsanlar zaman zaman köyün gerçek ismini söylemeyip “Cihansultan Teyze’nin köyü” derler. O, köyü köy yapan, savaş zamanında gelinleri önüne katıp, nerede ağır bir iş varsa oraya giden, bastığı yerden ateş çıkaran bir kadındır. Kolhozun bütün “başkanlık” mevkilerinde tek tek görev yapmıştır. Ömrü boyunca partiye hizmet eden Cihansultan da hayatının sonuna doğru hata yaptığını anlamış, ancak bu farkındalık için çok geç kalmıştır. Cihansultan Teyze, Allah’a da inanmaz. Hatta komünist kartını yüceltmek uğruna milletin inandığı mukaddes kitap aleyhine sözler söyler, Molla’yı hapse attıranlarla birlik olur. Ancak bu durum kitapta anlatılırken anlatıcı tarafından, onun partiye girerken bilgisiz bir insan olduğu belirtilmiş, partiye de bu bilinçsizlikle katıldığı ifade edilmiştir. Zaten romanın ilerleyen bölümlerinde Cihansultan Teyze, köye zührevi hastalıklar hastanesi yapılacağı zaman partiye gidip buna bütün benliğiyle karşı çıkar, fakat bütün kapılar yüzüne kapanır. Bu olay üzerine Cihansultan, parti kartını imha eder ve çok sevdiği partisinden ayrılır. Onun bu hayal kırıklığı Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı romanının kahramanı Tanabay’ın yaşadığına benzemektedir.

Nöker Bekçi, anne ve babasından ayrı yaşamaktadır. O, üniformalı ve resmi görevli bir bekçi değildir. Askerden döndükten sonra bir dönem ova bekçiliği yapmış, köyün nüfusu azalınca görevinden alınmıştır. Ancak o para almadan köyün bekçiliğini yapmaya devam etmektedir. Romanın ortalarına doğru da köyde açılan zührevi hastalıklar hastanesinde bekçilik yapar. Nöker, okumayı seven bir kişidir. Bu sebeple gittiği evlerde kapağı hiç açılmadık kitaplara bakar. Onun kitapları sevdiğini bilen ev sahibi de ona kitabı hediye eder. Nöker, Sehetniyaz Molla’nın kızı Ayceren’e âşıktır. Ona bir mektup yazarak aşkını itiraf etmiş, Ayceren de onu sevmiş, fakat Ayceren’in babasının ölümü sebebiyle iki genç kavuşamadan ayrılmışlardır. Nöker “Kitapların Şahı” isminde bir kitap yazmaktadır. Sehetniyaz Molla Kuran’a, Arhip Balcı İncil’e, Nöker ise kendi kitabına tutkulu bir inançla bağlıdır.

Romanda Sehetniyaz Molla vasıtasıyla devletin köy halkına uyguladığı yanlış politika eleştirilir. Halk bir bir köyü terketmiş, köyde kala kala beş hane kalmıştır. Bunun sorumlusu devlettir. Kolhoz sistemi kurulduktan sonra halkın elinden sürü sürü koyunları alınmış, köye kanal açılmış, köydeki evlerin içi nem ve rutubet dolmuştur. Millet de çaresiz kalmış ve göçmek zorunda kalmıştır. Sehetniyaz Molla bu meseleyi Cihansultan ile tartışırken ona şöyle der:

Savaş zamanında bu insanlar sizin partinize lazımdı da, şimdi her şey düzeldikten sonra, işinize yaramaz mı oldular? Onların başına tufan inerken yardım etmeyi düşündünüz mü? Bütün göçebe ve yörük halkını dağıttınız. (s. 32)

Romanda, birlik olamayan, çeşitli heveslerle köyünü, yurdunu terk eden insanların durumu arılar vasıtasıyla anlatılır:

Arılar eskisi gibi vızıldayarak gelmiyorlardı. Neredendir bilinmez bir yerlerden koku alıp uzaklara uçup gidenler oralarda çiçekli bir yer bulup geri döndüklerinde kendi halindeki arıları da kandırarak, beraberlerinde götürürlerdi. Kendi halindeki arılar böyle bir yerin varlığından haberdar olunca başıbozuk arıların ardına düşüp daha uzak yerlere uçarak yollarını kaybedip bir daha dönüş yolunu bulamazlardı… Gel gör ki olur şey değil, çiçek diye giden arıların bir kısmı vücutlarını kirletip gelmişlerdi. (s. 41-42)

Yine romanın bir bölümünde Türk halklarının birlik olamamaları arılardan hareketle anlatılır:

Kovandaki Ece arıların çoğunluğu ölüp, onların neslinin gönlüne endişe düşmüş olmalı. Sonra, herkes kendi başına buyruk olup, her biri kraliçe olmak için, yanlarına asker toplamışlardır. Sonunda ana arı ölüp, dışardan da müdahale eden olmayınca, köşkün içi karmakarışık hale gelip, arılar kendi dünyalarını kendi başlarına yıkmışlardır. (s. 41-42)

Arhip’in annesi Maria’nın ölümünün ardından köyde onun hangi mezarlığa gömüleceği konusunda tartışma başlar. Maria bir Hristiyan olduğu için, onun köydeki Gümüş Mezarlığı’na gömülmesinin doğru olmadığı görüşü köylüler tarafından savunulur. Arhip ise bunun haksızlık olduğunu, annesinin sağlığında köydeki herkesle dostane bir şekilde geçindiğini, öldükten sonra da mezarlığa gömülmeyi fazlasıyla hakettiğini şu sözlerle anlatır:

Hayır doğru yapmıyorsunuz insanlar, kara günlerde kendi kendinizi teselli ettiniz. Yüzünüz nurlandığı zaman birlikte güldünüz. Ömür sandalını aynı gölde küreklediniz. Şimdi niye böyle oldu? Hepsi bu kadar mıydı? Ölüme kadar mıydı? Şimdi niye yollarınız ayrıldı? Bu biçare toprağın otunu ormanını koruyarak can verdi, bu toprak için öldü. Şimdi de ona buradan bir karış yer bulamadınız. (s. 64)

Annesi için söylediği şarkı ile herkesi duygulandıran Arhip, şu sözlerle de birlik mesajları verir: “Bilemiyorum. Yüreğimin kâfir mi Müslüman mı olduğunu bilemiyorum. Annem için de aynısını söyleyeceğim. Ancak her ikimizin kalbi de bu köyün insanlarınınkinden farklı değildi.” (s. 68) Sehetniyaz Molla bu sözlerin ardından Maria’nın Gümüş Mezarlığı’na gömülmesi gerektiğini ifade eder ve kardeş oldukları mesajını yineler: “Bir köyde kardeş gibi yaşayan insanlarız. Mezarlığımız da kardeş gibi olmalıdır.” (s. 69) Arhip Balcı ile annesi Maria’nın köy halkı ile ilişkisi, Elçin’in Ak Deve romanının kahramanı Ziba Teyze’nin mahalleli ile olan sıcak ilişkisini hatırlatır. Ziba Teyze Yahudidir. Bir gün “peygamber hakkı için” diye yemin eder. Aliabbas, ona “Hangi peygamberden bahsediyorsun?” diye sorunca Ziba Teyze ona birliğin önemine işaret eden şu satırlarla cevap verir: “Aliabbas kardeş, Allah seni selamet eylesin, eğer peygamberse demek ki iyi insandır. İyi herkes için iyidir, sen Müslümana da, Hristiyana da, bana da…” (s. 146)

Romanda göbek bağı insanın doğduğu toprağa ve onun değerlerine bağlılığını ifade eden bir sembol olarak kullanılır. Nöker, yazdığı kitapta şu cümlelerle bu bağlılığı ifade eder: “Ey insan, senin varlığını çeken o kuvvet, toprağa gömülmüş olan göbek bağındı. Ne yaparsan yap, fakat göbek bağını yitirme, o gömülü olduğu toprakta atalarının ruhuyla karışıp senin yaşamana neden olmaktadır. O, mukaddeslik çeşmesinin kaynağıdır. Göbek bağına ihanet edersen, anandan emdiğin süte de, kendi kendine de, tüm varlığına da ihanet etmiş olursun. Dünyada bu mukaddesliğe kastetmekten büyük cinayet yoktur.” (s. 7-8) Nöker, sonraları dünyaya gelen bebeklerin göbek bağlarının çöpe atıldığını öğrendiğinde nesillerdeki bozulmayı bununla açıklar: “Nereden onlarda edep, terbiye olsun, asıl onları toprağa bağlayan ruh yok. Bu halde nesiller nasıl küçülmesin.” (s. 101)

Romanda, köylüler istemediği hâlde, zührevi hastalıklar hastanesi köye taşınır. Nöker bu hastanede bekçilik yaptığı için burada polislerin ve doktorların yaptığı ahlâksızlıklara şahit olur. Hastanede yatan kadınlar, hastalık mikrobu taşıdıkları bilindiği hâlde, doktorlar tarafından pazarlanırlar. Polisler de aldıkları rüşvetler sebebiyle bu duruma göz yumarlar. Okumuş kesimi temsil eden doktor ve polislerin bu davranışları toplumdaki bozulmuşluğu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Nitekim ahlâksız bir adam olan Annam da bu kadınlardan biriyle ilişkiye girdiği için hastalanır ve bu hastalığı karısı Sadap’a da bulaştırır.

Romanın geneli göz önünde bulundurulduğunda, yazarın kömünist rejimin yanlış uygulamalarını eleştirdiği ve birlik-beraberlik mesajı vererek milli kimliği güçlendirme gayesi taşıdığı görülmektedir. Ayrıca mevcut düzenin yozlaşmışlığına yapılan vurgu, milli kimlik bilinci üzerine inşa edilmiş olan ve kardeşlik bağlarını önemseyen bir toplumun oluşturacağı yeni bir düzene olan özlemi dile getirmek içindir. Romanda göbek bağı örneğinden hareketle nesil bilincine yapılan göndermede ise, aslında tarih bilincini öne çıkartmak amaçlanmaktadır.

Annaguli Nurmemmed. Büyük Göç

Annaguli Nurmemmed’in bir diğer romanı Büyük Göç, Selçuknâme’den alınmış bir bölümle başlar.23 Bu eserde yazar, Sultan Sancar’ın esaretiyle zayıfladığı görülen Selçuklu Devleti’nden söz eder. Romanda Dandanakan ve Malazgirt gibi iki büyük savaş ve bu savaşların getirdiği sonuçlar üzerinde durulur. Dandanakan, Oğuzların ata yurduna kavuşmalarını sağlar. Malazgirt ise Rumistan’ın yolunu açmıştır. Göç, Türkmenler için çok önemlidir. Onlar, göçlerinin önünde hiçbir engel olmaması ve rahat göç yapabilmeleri için geniş bir coğrafyaya hâkim olmak isterler. Eserde “Cihan padişahı”, “Yedi iklimin padişahı” gibi ifadeler sıkça geçer. Eserin başı ve sonunda Sultan Sancar’ın esareti vardır. Selçuklu tarihine bu bölümlerde temas edilir. Oğuzların eline düşen Sancar’ın demir bir kafese konmuş olduğu eserin ilk kısımlarında görülür. Babası Sultan Melikşah’ı hatırlayan Sancar, onun kendisine duyduğu güven nedeniyle Horasan tahtını verişini hatırlar. Soyundaki herkesten fazla olarak altmış yıl tahtta oturan Sultan Sancar, Peygamber yaşına geldiğinde esareti tatmıştır. Esareti sırasında aslını, atalarını düşünür. Han sülalesinin kökü Selçuk Ağa’ya kadar varmaktadır: “Esir düşen çok olmuştur da onun canını yakan, gururuna yediremediği Oğuzların eline düşmesiydi.” (s. 11) Sultan Sancar, kendisini niye kafese koyduklarını, böyle bir cezayı uygun gördüklerini anlayamaz. Buna karşılık konuşmayarak tepkisini ortaya koyar. Oğuzlara karşı çok alçak gönüllü davrandığı için başına bunların geldiğine inanır. Sultan, yerden mi gökten mi geldiğini anlayamadığı sesin etkisinde kalır. Bu ses, “Kılıçla değil, göçle yurt edinilsin!..” demektedir. Yayladan dervişler geçerken bu sesin duyulmasını, Sultan hayırlı bir işaret sayar. Konuşmama kararını bozar. Sultan’ın yanında sürekli duran, onu konuşturmaya çalışan Tuti Han, Sultan’ın eksikliklerini ortaya koyar: “Aslında Sultan kendilerinindi. Şu yayladan kaleye gitmişti. Fakat kalede çok telaşa kapılıp bazen yaylasını unutuvermişti… İnsan yaylasını unutursa ufuğunu göremez, gözleri daralır. Sonradansa kendi ufuğu küçülürdü.” (s. 27)

20.Sarah Johnson. “What Are the Rules for Historical Fiction?” http://www.historicalnovelsociety.org/historyic.htm (10 Şubat 2010)
21.Muharrem Ergin. Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi Yayınları A.Ş., 2003. s. 15
22.Annaguli Nurmemmed. Nuh Tufanı. (Akt. Nesrin Kahtalı Sis, yazarla beraber) Ankara: Devran Yayınları, 2002. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
23.Annaguli Nurmemmed. Büyük Göç. (Çev. Gülâlek Nurmemmet ve Hümeyra Yücel) Ankara: Devran Yayınları, 2002. 632 s. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
3,54 zł