Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik», strona 2

Czcionka:

II. Konu Aldıkları Tarihî Dönemlere Göre

Konu edindikleri tarihî dönemlere göre Türk dünyası romanları, şu şekilde tasnif edilebilir:

Destan Devri

Bu dönem, en eski bilinmeyen, efsane veya masal, ya da destan olarak anlatılan çağları kapsar. Mesela, Kırgızların soyunun çıkışı masalı olan Boynuzlu Ana Geyik’i konu alan Aytmatov’un Beyaz Gemi romanı ve Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçtiği Oğuz Yurdu romanı bu gruba girer.

Gazneliler Devri

Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun Köhne Dünya romanı, Gazneli Mahmud, İbni Sina ve Biruni gibi büyük şahsiyetlerin hayatlarını anlatır.

Moğollar Devri

Cengiz Han, tabiat kurallarına karşı gelen, dikdatör bir lider olarak Cengiz Aytmatov’un romanı Cengiz Han’a Küsen Bulut’a konu olur. Bu roman Stalin dönemi içinde de incelenebilir, zira yazarın asıl amacı daha yakın bir tarih olan Stalin dönemini ve bizzat Stalin’i tenkit etmektir.

Timurlular Devri

Bu dönem Özbek yazarların en çok ilgisini çeken dönemdir. Zira Timur veya tarihteki adıyla Timurlenk onlar için çok önemli bir şahsiyettir. Özbek halkı, Timur ile aynı soydan geldiğine inanır. Nitekim Adil Yakuboğlu, Timur soyundan gelen Uluğbey’in hayatını Uluğbey’in Hazinesi romanında anlatarak hem ilme önem veren devlet adamı Uluğbey’i hem de onun talebesi Ali Kuşçu’yu yüceltmiştir. Pirimkul Kadirov’un, Babür Mirza’nın hayatını anlattığı Yıldızlı Geceler romanı bu dönemin en dikkate değer romanıdır. Yazar, büyük bir devlet kuran Babür’ü çocukluk ve gençlik çağlarından itibaren ele alıp, sıradan kişiliği ile şairliğini ve devlet adamlığını birlikte işlemiştir.

16 ve 17. Yüzyıl

Asrın başında Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında cereyan eden ve Sultan Selim’in Şah İsmail’in askerlerinin kafatasından kule yaptırdığı rivayet edilen Çaldıran Savaşı, Azerbaycanlı yazar Elçin’in Mahmut ile Meryem romanında yerini alır. Halk arasında yaygın bir aşk hikâyesi olan Aslı ile Kerem’in modern romana uyarlaması olan bu eser, aynı zamanda bilinmeyen tarihe ait olarak da değerlendirilebilir.

18. Yüzyıl Hive Hanlığı ve Nadir Şah Dönemi

Türkmen yazar Tirkiş Cumageldi, romanı Kara Yıldırım’da Türk tarihinin bu karanlık dönemine ışık tutmaya çalışırken Köroğlu destanını da kullanmıştır.

19. Yüzyıl ve Orta Asya’nın Ruslar Tarafından İşgalinin Tamamlanması

Abdullah Kadiri’nin Ötken Künler romanına konu olan dönem, Orta Asya Türk dünyasında birlik ve beraberliğin bozulup yok olduğu, Rus ordularının işgal için Türkistan kapılarına dayandığı bir devirdir. Ayrıca bu dönem, roman konusu olarak hem Sadriddin Aynî’nin Buhara Cellâtları hem de Kazak yazar Muhtar Avezov’un Abay Yolu I-II eserlerinde de işlenir. Aynî’nin eserinde Buhara Emiri yenilikçi aydınları cellâtlarına öldürtür. Abay Yolu’nda ise dönemin Kazak aydını Abay Kunanbayev’in hayat hikâyesi konu edinilmiş ve romanın şair kahramanı, Kazakların sembolü hâline gelmiştir. Bu da hem yazarın güçlü kalemi hem de Abay’ın etkileyici şahsiyeti ve ilginç hayat hikâyesi sayesinde olmuştur. Abay Yolu I-II, İngilizce’ye de tercüme edilen ender Türk dünyası romanlarından biridir. Azerbaycanlı yazar Mevlüt Süleymanlı’nın Göç adındaki fantastik romanı, 300 yıllık bir Göçün sonunda yok olmaya yüz tutan Karakelle soyunun romanı gibidir. Bu eser 1905 yılında Şura Hükümeti’nin kurulmasıyla sona erer.

Birinci Dünya Savaşı Yılları. Sovyetler Birliği Dönemi ve Millî Kimlik

Kazan Tatarlarından Ayaz İshaki’nin romanı Üyge Taba bu dönemi anlatan bir eserdir. Roman, 1922’de yazılmış, 1927’de basılması için Türkiye Türkçesine aktarılmış, fakat basılmadan müsveddeleri kaybolmuş ve daha sonra yazarı tarafından ismi aynen muhafaza edilerek tekrar aktarılarak basılmıştır. Kazanlı aydın Ayaz İshaki, kitapta “söz ile öz” “kavl ile fiil” arasındaki dengeyi iyi kurmuş, söylediklerine hayatıyla tanıklık etmiş, mücadeleci bir yazardır. Yazarın özlediği insan modelini ve özlediği dünyayı dillendirmeye çalıştığı esere tek bir fikir ve tek bir kahraman hâkimdir; Milliyetçilik ve Miralay Demir Ali. Eserde Rusya’daki diğer Türk yazarlarının aksine fikirler sezdirme yoluyla değil, doğrudan verilmiştir. Diğer bütün şahıs ve olaylar bu fikir ve kahramanla olan ilişkileri ölçüsünde romanda kendilerine yer bulabilmişlerdir. Miralay, yurtsuz, evsiz insanların sembolü durumundadır. Aynı zamanda bunun farkında olmadan yaşayan, Rus okullarında okumuş; milletine, kültürüne, dinine yabancılaşmış bir aydındır. Miralay, bu şekilde yabancılaşmış pek çok örnekten bir tanesidir. O, Rus ordusunda Türklere karşı savaşır. Fakat Kafkas Cephesi ve Erkan-ı Harbiye Riyaseti’nde gördükleri onu derin uykusundan uyandırır. Hayatının bundan sonrasını milletine ve Türkçülüğe adayan Miralay bu uğurda canını da feda eder. Kolhozlaştırma sisteminin oturtulmaya çalışıldığı, neticede açlık, kıtlık ve sürgünün yaşandığı, savaşın ezdiği, yok ettiği, toplu sürgünlerin yapıldığı, Stalin’in ölümünün yaşandığı ve nihayet 1991’de Sovyetlerin dağılması ile son bulan 1920-1991 arasındaki yıllar… Bu dönem romanlarda en çok anlatılan devir olması açısından önemlidir. Türkiye’de yayımlanan Türk dünyası romanlarının ekseriyeti bu dönemi konu alır. Dolayısıyla bu dönemi ele alan eserler incelenirken 1991’e kadar ömür süren Sovyetler Birliği hâkimiyeti, “Sovyet insanı”nı yetiştirme çabalarının edebiyata aksi ve bu hâkimiyetten kurtulmak için edebiyatçıların buldukları çareler etrafında “mahallî kimliğin” veya “kültürel kimliğin” hatta “millî kimliğin” nasıl korunmaya çalışıldığı üzerinde durulacaktır. Bu değerlendirmeler yapılırken buraya kadar olan tarihî devirleri ele alan romanlara da sebep ve sonuçları ile temas edilecektir.

BİRİNCİ BÖLÜM
DESTAN DEVRİ

Aytmatov’un Beyaz Gemi romanı bu dönemde ele alınabilecek önemli bir eserdir.11 Eser, Kırgızların soyunun çıkışı masalı olan “Boynuzlu Ana Geyik”i konu alır. Annaguli Nurmemmed’in bütün Türk dünyasının ortak destanı olan Oğuz destanını motif olarak seçen Oğuz Yurdu romanının da bu dönem içinde incelenmesi gerekir. Fakat hacimli olduğu için bu romanı kitabımızda ele almadık. Onun yerine yazarın diğer iki eserini, Nuh Tufanı ve Büyük Göç’ü inceledik. Azerbaycanlı yazar Kemal Abdulla’nın Eksik El Yazması romanı, Dede Korkut hikâyelerinin kahramanlarını bir arada anlatan bir çalışma olarak “destan devri” kategorisine girer.

Cengiz Aytmatov. Beyaz Gemi

Türk ırkının bilinen en eski boylarından biri olan Kırgızların tarihini, ilk çağa kadar götüren sinologlar vardır. O devirlerde Kırgızların Kem (Yenisey) kaynaklarında ve sahillerinde, Sayan Dağları’nda bulundukları bilinmektedir.12 1856 yılında Kırgızlar arasında yaptığı seyahat esnasında Manas Destanı’nı keşfeden Çokan Velihanov, 1861’de yazdığı makalesinde Manas Destanı’ndan şöyle bahseder:

Sarp kayalarda yaşayan Kırgızlarda tek bir destan vardır. Bu destan Nogay devrine ait Manas Destanı’dır. Bu destan Kırgızların bütün mitolojisini, masallarını, her türlü geleneklerini bir kahraman çevresinde toplamış Kırgız ansiklopedisidir…

Kırgızların hayat tarzları, görenekleri, ahlâk ve dinî telakkileri, coğrafyası, tıp bilgileri, başka uluslarla olan ilişkileri bu destanda ifâdesini bulmuştur.13

Cengiz Aytmatov hemen hemen bütün eserlerinde tarihin derinliklerine inerek çıkardığı Kırgız efsanelerini, masallarını veya destanlarından parçaları işlemiştir. Bilinen en önemli romanlarından Beyaz Gemi’de, dedenin torununa anlattığı “boynuzlu maral ana” efsanesi dikkat çekicidir. Etrafta akranı olmadığı için dedesiyle vakit geçirmekten hoşlanan “isimsiz” küçük çocuk, hem kendi yarattığı masalsı dünyayla hem de dedesinin anlattığı masallarla büyür. Romanın kişileri adeta ayrı bir dünyada yaşıyorlarmış gibi üç beş haneli bir köy içindehayatlarını sürdürürler. Onların dünya ile bağlantılarını “maşın magazin” yani “seyyar dükkân” oluşturur. İsimsiz çocuk, bu seyyar dükkândan kendisine alınan dürbünü, çantası ve her birine isimler taktığı kayalar ile oynar. Sekiz, dokuz yaşlarındaki bu çocuk, kendisine masallardan ördüğü bir dünya kurmuştur ve orada yaşar. Masalların büyülü dünyası, onun kendini özgür hissettiği mekândır. Fakat bu durum, onun trajedisinin başlangıcını oluşturur. Bu trajedinin de “maral ana” efsanesi ile yakından alakası vardır.

Çocuk, dedesi tarafından anlatılan ve Kırgızların soyunun yok olmaktan son anda dişi bir geyik sayesinde kurtulduğunu hikâye eden bu efsaneye inanır. Maralların Kırgız dağlarında yok olmasının sebebi, insanların onlara kötü davranmaları ve genelde insanların ahlâken bozulmalarıdır. Burada “ahlâken” bozulmadan kastedilen, insan olarak bozulmaktır.

Efsane kısaca şöyledir: Kırgızlar tarih içinde zaman zaman komşularıyla iyi geçinememekte ve kavga ederek birbirlerine zarar vermektedirler. Fakat aralarındaki husumete rağmen, bu toplulukların birbirleri ile savaşmaları durumunda geçerli olmak üzere yazılmamış bir kural vardır. Bu kurala göre bir kabile veya soy yas tutuyorsa, ona kesinlike saldırılmaz. Fakat Kırgızların komşusu olan hasım kabile bu kuralı bilerek bozar ve kabilelerinin önderini kaybeden Kırgızların yas tuttuğu bir sırada onlara saldırır. Hazırlıksız yakalanan Kırgızlardan kimse atına binemez, kılıcını kuşanamaz, kendini koruyamaz. Hepsi istisnasız kılıçtan geçirilir. Düşmanın tek bir amacı vardır, o da Kırgızların soyunu yok etmektir. Fakat yaramaz iki küçük Kırgız çocuk bu planı bozar. Oynamak için köyden/obadan uzaklaştıkları için katliamdan kurtulan bu iki çocuk, şuursuzca katillerin peşlerinden gider; zira çocuklar düşmanlık nedir, düşman kimdir bilmezler. Yazar burada çocukların dünyasının saflığını vurgulamak ister.

Düşman atlılarının peşinden giden çocuklar, kabile reisinin karşısına çıkarılır. O da öldürmesi için çocukları yaşlı bir kadına teslim eder. Çopur topal yaşlı kadın, çocukları Yenisey’in kıyısına getirir ve onlara birbirlerine sarılarak vedalaşmalarını söylediği sırada dişi bir geyik çıkagelir. Geyik, çocukları yaşlı kadından ister. Yavruları insanlar tarafından öldürülen geyiğin bu esnada memelerinden süt akmaktadır. Yaşlı kadın, bu çocukların da “insanoğlu” olduğunu ve büyüdüklerinde atalarının yaptığını yine yapacaklarını söylese de geyik “kardeşin kardeşi” öldürmeyeceğini söyleyerek çocukları alır ve Isık-Göl civarına getirir. Çocukları orada büyütür. İnsanlar zamanla çoğalır fakat bu çocuklardan türeyen insanlar da bir süre sonra geyikleri boynuzları için öldürmeye başlar. Bu süreç, geyikler artık göl civarında görünmez olana kadar devam eder.

Gerçek ile hayalin kesiştiği bir dünyada yaşayan çocuk için, hayatın gerçek yüzü dayanılmazdır. Bu nedenle çocuk kendince başkaldırır, isyan eder. Çocuğun kendini suya bırakması ise belki onun için bir kurtuluş, belki de dünyanın tüm kötülüklerinden aldığı bir “intikam”dır.14 O, arkasında temsil ettiği güzellik, saflık, temizlik gibi değerleri ve dedesinin yaktığı bir ağıtı bırakır. İsimsiz çocuk kendisini suya bırakarak sürekli beklediği babasına yürümüş veya bir başka ifadeyle yüzmüş olur.

Romanda anlatılan masalın veya efsanenin doğruluğu veya gerçekliği başka bir tartışma konusudur. Ama tartışmasız bir gerçek vardır ki, yazar bu masalı eserinde kullanarak Kırgızların bir geçmişinin olduğunu ve onun da köklerinin tarihin derinliklerine indiğini bütün dünyaya duyurmuş olur.

Bu noktada Beyaz Gemi romanı için “tarihî roman” nitelemesi yapmanın ne derece doğru olduğu sorusu sorulabilir. Romanın tarih ile yakından uzaktan alakası yoktur; çünkü romanın aktüel zamanı Sovyetler Birliği’nin ilk dönemidir. “1991’de tarih olmuş bir devletten bahsetmek eseri “tarihî” yapar mı?” şeklindeki bir soru, burada değerlendirmeye alınacak pek çok roman için de geçerli olacaktır. Lion Feuchtwanger hem bir yazar olarak hem de eleştirmen olarak şöyle der:

Tarihî bir konu üzerinde çalışan ciddî bir yazarın, tarihî vakaları bir metafor olarak, kendi duygularını, zamanını, felsefesini ve hatta kendisini mümkün olduğu kadar doğru olarak ifade edebilmek dışında başka bir vasıta olarak görmesini tasavvur edemiyorum.15

Bu masalla veya efsaneyle acaba yazar Kırgızların geçmişini bir tarihçi titizliğiyle anlatmak mı istiyor? Bu soruya rahatlıkla “hayır” cevabı verilebilir. Eğer öyle olsaydı yazar, düşman kabilenin saldırısı sırasında kimlerin nasıl öldüğünü veya ölenler arasında birbirini seven, ya da birbirinden nefret eden insanlar olup olmadığını detaylı şekilde açıklar ve bu insanları merkeze koyarak efsaneyi anlatırdı. Ama yazar bunu yapmaz; kendisine emanet edilen ormana ihanet eden, içlerinde karısı da olmak üzere emri altında çalışan üç beş kişiye eziyet çektiren ve kötü davranan Orozkul tiplemesiyle Sovyetler Birliğinin temsilcisini eleştirir. Aytmatov Ssadece sistemi değil, bu kötü sistemi işletenleri, sistem içinde yolunu bulanları, rüşvet alan ve verenleri de tenkit eder.

Cengiz Aytmatov, Kırgızların kültür tarihinden pek çok unsuru bu basit, ama içi dolu romanıyla gün yüzüne çıkarır. Her şeyden önce eserde şamanistik ögeler ön plandadır. Türk kültüründeki “Umay kültü” ile maral anayı eşleştirmek mümkündür. Animizm, Türk mitolojisinde söz konusu olan Yer-Su inançlarının başka bir ifade tarzından başka bir şey değildir. Çocuğun kayalara, çantasına ve dürbününe hayat vermesi, onlarla konuşması bunun en güzel örneği sayılır. Maral Ana’nın, tarih sahnesinden silinmekte olan Kırgızların ana-atası olması da dikkate değerdir. Diğer taraftan Türk kültür tarihinde “bugu”nun ayrı bir yeri ve önemi vardır. Zira insan gibi konuşan bu Maral Ana, okuyucuyu Türklerin ortak mitolojisinin en erken sembollerinden olan “geyik” sembolüne götürür ki, Dr. Alyılmaz da araştırmasında bunu göstermiştir.16 Şamanların da elbiselerinde veya davullarında simgesel olarak geyikten bir parça taşımaları bu iddiayı güçlendirir.

Romanın başından itibaren çocuğun kafasında “balık” olup yüzerek Isık-Göl’e ulaşma ve orada babasına kavuşma hayali/düşüncesi vardır. Nitekim romanın sonunda çocuk, Maral Ana’nın Orozkul’un zorlamasıyla dedesi tarafından vurulup pişirilmesini gördükten sonra “balık” olup yüzmek ve babasına bütün olanları anlatmak için kendini sulara bırakır. Konuşan geyik ve bir çocuğun balık olmayı hayal etmesi, romanda şamanizme çağrı gibi durmaktadır.17

Beyaz Gemi romanı için şunları söylemek mümkündür: Roman belki tarihî olmayabilir, ama tarihten, özellikle hem Kırgızların hem de Türklerin tarihinden pek çok önemli unsuru okurların dikkatine sunar. Bu eser, Dede ile temsil edilen yaşlı neslin pasif direnişinden çocukla temsil edilen yeni neslin güçsüz de olsa başkaldırısına, geleneklere ve geleneksel inançlarla birlikte mitolojiye kadar uzanan ve oradan da hâlihazıra gelerek sistemi veya sisteme mâl olmuş kişileri eleştiren bir romandır.

Manas Destanı, 1958 yılında Sagımbay Orazbakoğlu tarafından dört cilt olarak yayımlanmıştır. Yukarıdaki alıntıda yer alan, Çokan Velihanov’un Manas Destanı için söylediklerini Aytmatov’un romanları ve hikâyeleri için de söylemek mümkündür. Zira Aytmatov, romanlarında destan ve efsanelerden yararlanarak Kırgız Türklerinin yaşayış biçimlerini, geleneklerini, kültürlerini ve inanışlarını tıpkı Manas destanı gibi etkili bir şekilde yansıtmayı başarmıştır.

Aytamatov’un, destan devri içerisinde değerlendirilebilecek diğer romanı Gün Uzar Yüzyıl Olur18 adlı eseridir. Romanda savaştan döndüğü günden beri Boranlı durağında makasçı olarak çalıştığı için “Boranlı Yedigey” diye bilinen Yedigey, Boranlı’nın yalnız ihtiyarı Kazangap’ın ölümü üzerine ona karşı son vazifeleri olan cenaze merasiminin yapılmasını ve onu Sarı Özek bozkırında Boranlı’dan 30 kilometre uzaklıktaki Ana-Beyit mezarlığına gömülmesini ister. Yedigey’in bu fikrine çevresindekilerle beraber, kışın sert muhalefeti, demiryolunda insana ihtiyaç duyulması gibi güçlükler de engeldir. Fakat o yine de vazgeçmez ve ihtiyar arkadaşına karşı son vazifesini yerine getirir. Bu romanda, Yedigey’in eski gelenekleri ve âdetleri, tabiat ve hayat şartları ne olursa olsun yerine getirmek ve onları korumak uğruna verdiği mücadelesi görülür. Romanının baş tarafındaki “Yazardan bir kaç söz” başlıklı bölümde Aytmatov;

Önceki yapıtlarımda olduğu gibi bu sefer de efsânelere, söylencelere, masallara dayanıyorum. Çünkü bunlar bizden önceki nesillerin, bizlere miras bıraktıkları deneylerdir… Söylenceler olsun, hayâl ürünü konular olsun yazarlığımın amacı değil, yalnızca bir düşünce yöntemi, aynı zamanda gerçekleri anlatma ve yorumlama yollarından biridir.

demektedir. (s. 8) Bu romanda Aytmatov, mankurt metaforu etrafında Sovyetler Birliği’nin kimliksizleştirme uygulamalarını eleştirmek için “Nayman Ana” efsanesinden yararlanır. Efsaneye göre Juan Juanlar tarafından mankurtlaştırılan Coloman, annesi Nayman Ana’yı tanımaz ve efendilerinin emriyle onu öldürür. Bu efsane vasıtasıyla Aytmatov, milli kimliğini kaybederek Sovyet sisteminin bir dişlisi hâline gelen insanları etkileyici bir anlatımla eleştirmiş olur. Yazar, bir efsaneden yararlanarak, kendi döneminin aktüel bir sorununu anlatma imkânı bulmuştur. Bu da destan ve masalların roman gibi modern bir edebi türdeki anlatım gücünü gösterir.

Bilindiği gibi masal ve efsânelerde bir olağanüstülük vardır. Aytmatov da bu olağanüstülük perdesi arkasından Kırgız Türklerinin tarihinden örnekler sunar. Bu açıdan Beyaz Gemi’deki ihtiyarın yorulmak bilmeden çalışması, romanın asıl kahramanı küçük çocuğun sâfiyâne duyguları, okuyucuyu onlarla bütünleştirir. İhtiyarın dış baskılara boyun eğmesinin yanında, küçük çocuğun bir efsâne arkasından da olsa geleceğe umutla bakması, babasını bulacağı günü umutla beklemesi, romanda işlenen aslî temlerdir. Böylece yazar, tıpkı Gün Uzar Yüzyıl Olur romanında yaptığı gibi, aslî mesajını efsanelerle vermiş olur.

Kemal Abdulla. Eksik El Yazması

Aytmatov’dan başka yazarlar da Türklerin destanlarının oluştuğu dönemlere ilgi duyarak bunları romanlarında işlemiştir. Bunlardan biri de Azerbaycan’lı akademisyen/ yazar Kemal Abdulla’dır.

Yazar Kemal Abdulla, Eksik El Yazması adlı eserinde Dede Korkut hikâyelerinden yola çıkarak, yeni bir roman oluşturur.19 Roman, Dede Korkut hikâyelerinde geçen birçok kahramanı içerisinde barındırır. Yazar, romanında sadece tek bir tarih aralığını kullanmaz; ayrıca Şah İsmail’in anlatıldığı, Çaldıran Savaşı’nın betimlendiği bölümler de kitapta yerini alır. Bu bölümler, kurgu açısından birbirinden farklıdır.

Eser çeşitli katmanlardan oluşur. Yazar bu romanda yer yer “bilinç akımı” tekniğini de başarılı bir şekilde kullanır. Birinci katmanda bir araştırmacının kütüphaneye araştırma yapmak için gitmesi vardır. Gence depremi hakkında bilgi edinmeyi ümit eden bu araştırmacı rolünü, yazar kendisi üstlenir. Kitap üç ayrı önsözle başlar. Araştırmacının, Milli El Yazmaları Enstitüsü Orta Çağ Şubesi’ne gitmesi ve katalogdaki A 21/733 numaralı yeni el yazmasını istemesi ile roman kurgusu şekillenir. Yazar, bu bölümde Dede Korkut hakkında bilgiler verirken, ayrıca araştırmacının kütüphane memuresi ile olan konuşmalarını ve onun hakkında edindiği izlenimlerini aktarmayı da ihmal etmez. Bu durum, romanın gerçeklik duygusunun desteklendiği veya hâlihazırda yaşandığı intibaını uyandırdığı bölümlerden bir tanesidir. Romanda gerçek zaman, araştırmacının el yazmalarını okuduğu zaman dilimidir. Ayrıca hikâyelerin geçtiği zaman dilimleri vardır. Bu zaman geçişlerini göstermek için, yazar belli bölümlerde müdahalelerde bulunur. Kemal Abdulla, araştırmacının ağzından, el yazmasının nerelerde eksik olduğunu ya da yazılanların gerçekte ne anlatmak istediğini açıklar. Yazar, bu bilgileri metinden ayrı olarak vermeyi tercih etmiştir. “Burada el yazması metni yine kesiliyor. Dede Korkut’un aklına gelenler ne idiyse maalesef bizim için sonsuza dek kayboluyor” cümlesindebunun bir örneğidir. (s. 60)

Romanın neden iki farklı hikâyeden oluştuğunu da yazar, el yazmalarının karışmasına bağlar. Kemal Abdulla’nın akıcı ve arı dili ile başarılı betimlemelere yer veren üslubu, Dede Korkut’un okuyucuyu saran efsanevi havası ile birleşince başarılı bir roman ortaya çıkmıştır.

İlk yazmalar, Bayındır Han’ın Dede Korkut’u Günortaç’a çağırması ile başlar. Romanın genel mekânı İç ve Dış Oğuz’un merkezi olan Günortaç’tır, ama zaman zaman yapılan “bilinç akışları” sayesinde mekân da çeşitlilik göstermektedir. Bayındır Han, Dede Korkut’a Oğuz’un içinde bir casusun olduğunu ve bunun yakalandıktan sonra kaçırıldığını anlatır. Bayındır Han’ın amacı bu olayı tüm detayları ile ortaya çıkarmaktır. Bu yüzden, Oğuz’un tüm beylerini teker teker huzuruna çağırır. Bunu yaparken de Dede Korkut’un yanında olmasını ister. Aslında tüm yaşananlardan Dede Korkut’un haberi vardır, ama Han’ın korkusundan sesini çıkaramaz. Bu soruşturmada Dede Korkut’a düşen görev, konuşulanları ayrıntısı ile kaleme almaktır. Han’ı adeta gölgesi gibi takip eden hizmetlisi Kılbaş ve Dede Korkut bu düğümü çözmekte önemli roller üstlenirler. Han, bütün beyleri Günortaç’a sırayla çağırır. İlk olarak da damadı ve beylerbeyi olan Kazan’ı sorguya alır. Kazan, Bayındır Han’ın kızı Burla Hatun’un eşi ve torunu Uruz’un babasıdır. İşin içinde damadının da olması Han’ı çok üzer ama O, adaletli olmak adına herkesi ayrım yapmadan dinlemeye kararlıdır.

Romanda zaman zaman Dede Korkut’un da iç sesi duyulur. Yazarın, bu iç sesleri okuyucu ile paylaşmasının amacı; olayların girift yapısını gözler önüne sermek ve Dede Korkut’un bilge kişiliğinin altını bir kez daha çizmektir. Han’ın huzuruna sırayla Kazan, Şir Şemseddin, Beyrek, Begil ve Aruz gelir.

Bayındır Han, beylere çeşitli sorular sorar ve onların ifadeleri doğrultusunda aslında Oğuz’un içinde bulunduğu karışıklığı fark eder. İç ve Dış Oğuz arasında gelişen ve giderek de büyüyen bu çekişme Han’ın canını sıkmaktadır. Kazan, casusun Aruz tarafından kaçırıldığını söyledikten sonra İç ve Dış Oğuz arasındaki çekişmeyi şu sözlerle ifade eder:

Dış Oğuz baştanbaşa düşman ocağıdır, ağızlarına geleni konuşuyorlar, ne isterlerse yapıyorlar. Onlar bizi, İç Oğuz’u yok etmek istiyorlar, ama nafile! Olmayacak! Biz, biz onları mahvedeceğiz. Hepsini, birisi bile kalmayana kadar hepsini… (s. 52-53)

Kazan’ın bu sözlerinden sonra Dede Korkut “Kadir Tanrı, bağışla, bağışla onu, neler söylediğini kendi de bilmiyor, Oğuz’u bölmek istedi böyle söylemekle… Araya ayrımcılık sokmak istedi. Bağışla onu. Kadir Tanrı, sen büyüksün…” (s. 53) diye yakararak dikkat çekici bir değerlendirmede bulunur.

Bayındır Han, tüm beylere casusun nasıl yakalandığını, kimin kaçırdığını sorar; bu sorularının sonucunda da hemen hemen aynı yanıtları alır. Kazan, tüm suçu dayısı Aruz’a atar ve bunu da Beyrek destekler. Ancak olayların arkasında Burla Hatun’un da parmağı vardır. Bayındır Han, onun ve Beyrek’in eşi Banu Çiçek’in de görüşlerine başvurur. Aslında Han’ın sorduğu sorulara bakıldığında onun her şeyden haberdar olduğu bellidir. Ancak Han, gerçekleri beylerin ağzından duymak ister, onları dinledikçe de ortaya çıkan tablodan rahatsız olur.

Romanda, Dede Korkut Hikâyeleri’nde de geçen Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destan da yer alır. Yazar, bu destanı bilinenin biraz dışında unsurlar katarak, kurguya eklemiştir. Romanda Tepegöz’ün gelişi ve Oğuz’a bela oluşu Aruz’un ağzıyla şöyle betimlenir:

Han’ım biliyorsun Tepegöz, korkunç askerleriyle gelip Dış Oğuz’dan akıp giden Selleme çayının ağzını kesip oturmuştu. Askerinin haddi hesabı yoktu. Buralara nereden geldiklerini bilen yoktu. Dilleri dillerimize, dinleri dinlerimize benzemiyordu. (s. 234) Burla Hatun, entrikacı, hırslı bir kadın potresi çizer. O, geçmişe dönük kalp ağrılarını, hırslarını eşinin üstünden tüketmek istemektedir. Onun Beyrek’i kullanarak, ortaya attığı Basat’ın casusluk meselesi giderek büyür. Oğuz’un kendi içinde de bölünmesine neden olan bu hırslar, Oğuz’un beylerini kuklaya çevirir. Okuyucu, Burla Hatun’un gerçekte Basat’ı sevdiğini Dede Korkut’tan öğrenir, ama Basat ile evlenemeyen Burla Hatun’un hıncını Aruz’dan çıkarmak istemesi biraz garip karşılansa da, bu bir noktada anlamlı hâle gelmektedir. Basat, Tepegöz’ü yenebiliyorsa, aralarında çıkacak olan bir savaşta eşi Kazan’ı da yenecektir. Ayrıca Burla Hatun’un, kendisini Basat’a vermeyen babasından Oğuz’u bölüp, zayıflatarak bir intikam alma düşüncesi olduğu da düşünülebilir. Yazarın açıklık getirmediği bu konular, okuyucunun yorumlamasına göre alımlanabilen hususlardır.

Romanda anlatılan Tepegöz efsanesi biraz değişiktir. Muharrem Ergin’in incelemesinde Tepegöz’ü Bayındır Han’ın da bulunduğu bir avda bulurlar. (s. 151-152) Büyük bir kütle halinde vurdukça büyüyen, anlam veremedikleri bir cisim görürler. Sonra bu cismin içinden Tepegöz çıkar ve Aruz onu kayıp olan oğlunun yerine yetiştirmek ister. Bayındır Han buna izin verir. Tepegöz, bakıcısının önce sütünü, sonra kanını, en sonunda da canını emer. Çocuklarla büyürken, onlarla oynarken onların kulağını, burnunu yemeye başlar. Yaptıklarına dayanamayan Aruz, Tepegöz’ü kovar ve peri anası, canını koruması için ona bir yüzük takar. O yüzük sayesinde Tepegöz tüm saldırılardan korunur. Yani Tepegöz Dış Oğuz’un içinde yetişir ve onun sihri kılıcında değil, yüzüğündedir. Romanda olduğu gibi elçi olarak Dede Korkut gider ve Tepegöz ondan günde altmış adam ister, ancak günde iki adamla beş yüz koyun üzerinde anlaşırlar. Basat, romanda olduğu gibi Oğuz’u kurtarır; burada kılıç teması kullanılmıştır. Basat kılıçla Tepegöz’ün başını keser ve Oğuz ilinde namı yayılır.

Romanla farklı olan diğer noktalara bakıldığında; romanda çeşitli şekillere giren Tepegöz’ün efsanede böyle bir özelliğiolmadığı görülür. Basat onu gözünden hançerlerken, romanda bu detay yoktur. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak unutulmamalıdır ki yazar, birebir Dede Korkut hikâyelerini kaleme almamıştır. Onlardan yola çıkarak, kendi düşünceleri ve duygularıyla yeni bir dünya oluşturmaktadır.

Romandaki ilk hikâyeden anlaşılır ki bütün Oğuz beyleri Boğaca Fatma’nın oyununa gelmişlerdir. Hepsi de casuslukla suçladıkları oğlanın Fatma’dan olan kendi çocuğu olduğunu düşünür ve bir daha Oğuz’a dönmemek üzere onu serbest bırakırlar. Beylerin baba yüreği, çocukları sandıkları bu genci kuyuda bırakmaya el vermez.

Bayındır Han, Boğaca’nın bu kurnazlığına hem şaşırır, hem de beylerin geldikleri oyuna güler. Yalnız Aruz Koca, Boğaca ile yaptığı görüşmeyi Han’a anlatmaz. Bayındır Han, Aruz’un bunu saklamasından rahatsız olur. Dede Korkut’a da bu rahatsızlığını söyler. Ancak bu akıllı hareketin esin kaynağının Dede Korkut olduğunun da farkındadır, buna rağmen hiç sesini çıkarmaz. Çünkü Bayındır Han’ın bu mahkemeyi kurmasının amacı farklıdır; bunu da okuyucu yine Dede Korkut’un ağzından öğrenir:

Evet, buymuş Han’ın öğrenmek istediği mesele! Oğuz içinde kim ne istiyor? Oğuz’un yarısı nerededir? Uzun zamandır ikiye bölünmüş olan Oğuz’un bugün sözde birliği neden tüy kadar inceldi? Suçlu kim, Bayındır Han, boşuna söz söylemez. Suç Kazan’ınmış. Kazan, Kazan… (s. 285)

Bayındır Han’ın Kazan’ı suçlu bulmasının birden fazla nedeni vardır. Savaşa giderken yurdunu dayısının yerine tecrübesiz, genç oğluna bırakması, Dış Oğuz’u yağmaya çağırmaması, Begil’e av sırasında söyledikleri… Han, bu düşüncelerini Dede Korkut’la paylaşmaya sakınca görmemiştir. Bayındır Han, Oğuz hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra babası Kam Gan’ın öğüdünü Dede Korkut’a söylediği bölümde, eksik el yazması Gence depreminden sonra neler yaşandığını anlatılmaya başlanırr. Kitabın eksik olan bölümlerle bir bütün oluşturma çabası son bölümde de kendini göstermektedir.

Kemal Abdulla, Kalın Oğuz’un içinde bulunduğu durumu anlattığı hikâyesinde Dede Korkut’un gözüyle dengenin, zaafların, hırsların, kahramanlığın, aklın ve şefkatin iç içe geçtiği bir dönemi yansıtır.

İkinci hikâye ise farklı bir Şah’ın, Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi’nin belli bir dönemini anlatır. Lala Hüseyin, Şah’ın en yakını ve en güvendiği kişidir. Aralarında sadece ikisinin bildiği bir sır vardır. Şah, Lala’dan kendisine benzeyen, zeki birini bulmasını ister. Amacı zamanı geldiğinde onu kendi yerine geçirmektir. Lala da Şah’ın güvenliği için bunun gerekli olduğuna inanır. Yazarın bu bölüme düştüğü not, romanın neden iki farklı kurgudan oluştuğuna dair bir açıklama niteliğindedir:

Eksik El Yazması’nın ikinci parelel kolu, yani Şah İsmail’le ilgili hikâyesi böyle başlıyor ve ilk defa burada kesiliyor. El yazmasının metni biraz evvel sanki hiçbir şey olmamış gibi tamamen başka bir zaman ve konu düzlemine geçtiği gibi yine aynı biçimde eski ahengine ve istikametine girip devam ediyor. Şimdi siz de buna şahit olacaksınız. (s. 77)

Lala Hüseyin, Şah’a herkesten yakındır. Devlet işleri ona sorulmadan yapılmaz. Vezirler ve saray çalışanları ondan çekinir. Lala, Şah’ın verdiği bu görevi de başarıyla yerine getirir. Onun istediği gibi, kendine benzeyen, Hızır adlı akıllı bir genci bulur ve Şah’la tanıştırır. Lala onun eğitimi ile de alakadar olacak ve onun Şah gibi yürümesini, hareket etmesini, konuşmasını sağlayacaktır. Lala ile Şah arasında geçen şu konuşma niyetlerini ortaya koymaktadır:

Ben şehre vezirle çıkacağım. Ama ona bu konuda bir kelime bile söylemeyeceksin. Sen biliyorsun. Esas maksadımız benim aynı anda iki ayrı yerde olduğuma halkı, cemaati, saray ehlini, çocuktan büyüğe herkesi inandırmaktır. Biz seninle böyle konuştuk. Hemen hazırla bunu, yürüyüşümü, tavrımı, edamı bir güzel öğrensin, ama… sanıyorum ki yüz örtüsüz daha çabuk olur… (s. 107)

Hızır, Şah’ın istediği gibi kabiliyetli bir çocuktur. Lala, ona santraç oynamayı öğretir, ayrıca bu genç, güzel şiirler yazmaktadır. Zaman içinde Şah, onun halk içine çıkmasına da izin verir. Hareketleri ve tavırlarıyla o kadar Şah’a benzer ki, kimse onun sahte olduğuna inanmaz. Şah ve Hızır gül bahçesinde, gözlerden uzak santraç oynayıp şiir hakkında konuşurlar. Hızır giderek görgüsünü ve bilgisini arttırır.

Romanda bu iki farklı hikâyenin ortak bir noktası da gül bahçesi, kızıl güllerin dalları arasında sıkışıp kalan kuş temasıdır. Yazar, hem Bayındır Han’a, hem de Şah İsmail’e güllerin dikenli dallarına takılan kuşları özgür bırakmaları için merhamet vermiştir. Bayındır Han, Kılbaş’a, Şah İsmail ise Lala’ya aynı emri verirler; ayrı zamanlarda, ayrı ülkelerde, ama aynı duyarlılık ve erdemle… Bayındır Han’ın kurtardığı kuş, casusu simgelerken, Şah’ın kurtardığı kuş ise bir açıdan Hızır’ı simgeler. Çünkü savaşa giderken Şah, Hızır’a “Artık sen hürsün şair! Bunu hiç hayalinden geçirmedin mi? Git, git muhafızların seni bekliyor. Kaçıp kurtulma zamanıdır. Ordu bozuldu… Ben ise…” (s. 147) der.

11.Beyaz Gemi. Çev. Ertuğrul Erden. Ankara 1970
12.Abdülkadir İnan, Manas Destanı, İstanbul 1972. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
13.A.g.e., s. 11.
14.Akademisyen Dr. Hüseyin Özbay, bir televizyon programında konu ile alakalı olarak “Aytmatov’un kötü ve kötülüklerden, haksızlık ve adaletsizlikten intikam aldığını” söylemişti. “Aytmatov’u uğurlarken” TRTTürk, Haziran 2008.
15.Lion Feuchtwanger. “The Purpose of the Historical Novel” Translated by John Ahouse. Bu yazı “Vom Sinn des historischen Romans,” 1935 yılında Das Neue Tage-Buch’te yayınlandı. http://www.historicalnovelsociety.org/lion.htm (10 Şubat 2010)
16.Cengiz Alyılmaz. “Bugut yazıtı ve anıt mezar külliyesi üzerine” http://www. turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s13/alyilmaz.pdf. (23 Mart 2010)
17.Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kadriye Kaymaz. “Dişi Kurdun Rüyaları, Beyaz Gemi ve Kassandra Damgasında mitoloji” Cengiz Aytmatov. Tematik İncelemeler. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2010. s. 122-129.
18.Gün Uzar Yüzyıl Olur, İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1985 (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
19.Kemal Abdulla. Eksik El Yazması. (Çev: Dr. Ali Duymaz) İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 2006. (Sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
3,54 zł