Czytaj książkę: «Forsa»
FORSA
Tarihî Hikâye
Akdeniz’in esatir yuvasını andıran nihayetsiz ufuklarına bakan küçük tepe minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar çılgın naralarla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız methalinden bir ihtiyar çıktı. Saçı, sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
“Hayırdır inşallah!” dedi. Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını iki elinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu.
***
Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade geçmişti. Otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı soluna ve ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli gizli, işaretle eda ederdi. Elli yaşına gelince korsanlar onu “Artık iyi kürek çekemez!” diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Allah’a çok şükrediyordu çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı ayetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün ümidi memleketine, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz sene içinde hiçbir an ümidini kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım!” derdi. En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına, hafif gemisiyle berbat etmişti. O vakitler Türkeli’nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya çağırtmıştı, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır Aleyhisselam’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tamamıyla başka bir cihandı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını işte bu, senesi bir büyük günle bir büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba hâlâ sağ mıydı? Kırk senedir yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareli ufku hayalinden hiç silinmemişti. Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir atarım. diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi onu sözde azat etti. Bu azat etmek değil, sokağa, açlığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir, bu viran bağın içindeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği ekmek parçalarını toplayıp dönüyordu. On sene daha geçti. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu. Nereye gidecekti?
Fakat işte eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk senelik bir rüya… Türklerin, Türk gemilerinin gelişi…
Gözlerini kadit elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere yine baktı. Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki…
“Kırk sene görülen bir rüya yalan olmaz!” diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir ümit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu.
Martıların: “Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!” gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. İhtiyar esir rüyasında ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin aksiyle parlıyordu.
***
“Bizimkiler! Bizimkiler!” diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. “Acaba rüyam devam mı ediyor?” şüphesine düştü. Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken donanma burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Kenara çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kenara doğru koştu, koştu, koştu. Karaya çıkan askerler ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce:
“Dur!” diye bağırdılar. İhtiyar durmadı; bağırdı:
“Ben Türk’üm, oğullar, ben Türk’üm!”
…
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Hâline bakanların hepsi müteessir olmuştu. Heyecanı sükûn bulunca ona sordular:
“Kaç yıldır esirsin?”
“Kırk!”
“Nerelisin?”
“Edremitli.”
“Adın ne?”
“Kara Memiş.”
“Kaptan mıydın?”
“Evet…”
İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. “Beye haber verin! Beye haber verin!” diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten, kırk senedir hasret kaldığı millettaşlarını görmekten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
“Haydi, beyin yanına!” dediler. Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara pala bıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.
“Sen Kaptan Kara Memiş misin?”
“Evet!” dedi.
“Hızır Aleyhisselam’ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?”
“Benim.”
“Doğru mu söylüyorsun?”
“Ne yalan söyleyeceğim?”
“Aç bakayım sağ kolunu!”
İhtiyar kaftanının altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Beye uzattı. Pazısında haç şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
“Ben senin oğlunum!” dedi.
“Turgut musun?”
“Evet…”
…
***
İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona, “Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal.” dedi.
Eski kahraman kabul etmedi:
“Hayır. Ben de beraber cenge çıkacağım.”
“Çok ihtiyarsın baba.”
“Fakat kalbim kuvvetlidir.”
“Rahat et! Bizi seyret!”
“Kırk senedir dövüşe hasretim.”
Oğlu: “Vurulursun! Vatana hasret gidersin!” diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit, birdenbire gençleşmiş bir kaptan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek:
“Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?” dedi.
…
YENİ BİR HEDİYE
Küçük Hikâye
Yemekten kalkalı belki bir saat olmuştu. Karı koca, kahvelerini, her vakitki gibi yalının balkonunda içtiler. İçindeki şeyler silinmiş süpürülmüş de sonra havaya mıhlanmış gümüş bir tepsiye benzeyen ay her tarafı aydınlatıyor, dargın denize uzun ve yaldızlı aksini bırakıyor; yorgun dağları, ziyasız yalıları, bülbülsüz koruları mor ve serin sisle örtüyordu. Sadi Bey üçüncü sigarasını da bitirdi. Bu, otuz yaşına gelmeden altmışını tamamlamış sıska bir gençti. Akil baliğ olmadan dökülmeye başlayan saçlarından şimdi tepesinde tek bir kıl bile yoktu. Kafası ayın ziyasıyla bir baka-bağı gibi parlıyordu. Gözlerini uzaklara, pek uzaklara dikmişti…
Karısı, Cevriye Hanım -kocasına inat- gürbüz, şişman, canlı, kanlı, genç, dinç bir vücuttu. Yirmi beş yaşında vardı. Ama o kadar körpe görünürdü ki tanıyanlar hep: “Ancak on dördünde…” hükmünü verirlerdi. Hem de şairdi. Kafiye ve millî vezin ona hayat iksiri gibi tesir ediyor, yeni şiirleri okudukça şişiyor, bu yazın dayanılmaz sıcağında Tokatlıyan’ın “frambuvaz” dondurmasını yemiş gibi ferahlıyor, iştihası açılıyor, günde on iki defa karnı acıkıyordu.
“Oh ne ulvi manzara!” dedi.
…
Sadi Bey sesini çıkarmadı. Sanki işitmemişti. Cevriye Hanım kıvrandı. Balkonun kenarını sıktı. Bir elini kalbinin üstüne koydu. Sık sık nefes alıyordu.
“Ah ölüyorum…” diye derin derin içini çekti. Sadi Bey uykudan uyanmış gibi sersem bir hayretle sordu:
“Niçin karıcığım?”
“Teessürden…”
“Hangi teessürden?”
“Hâlimi görmüyor musun?”
“Görüyorum.”
“Ne görüyorsun?”
“Çok yemek yedin. Biraz hazımsızlık sıkıntısı…”
“Heyhat, işte erkekler!..” diye Cevriye Hanım hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tepiniyor, hayalî bir velespitin görünmeyen tekerleklerini çevirir gibi ayaklarını hareket ettiriyor:
“Ah Sadi! Sen hiç beni anlamadın!” diyordu.
Sadi Bey, hakikaten karısını iyice anlamamıştı. O kadar hassasiyetine, teessür kabiliyetine rağmen her gün şişmanlıyor, hiç zayıflamıyordu. Sadi Bey, pek maddi, pek ciddi idi. Her şeyi soğukkanla muhakeme ederdi. Yine öyle iken muharebenin başından beri her sene donlarının kemerinden beşer parmak kasılmak mecburiyeti baş gösteriyordu. Otuz dokuz numara yakalık kullanırken şimdi otuz iki numara yakanın içindeki boynu İsveç jimnastiğinin en güç hareketlerini bile rahatça yapabilirdi.
Karısı tekrar sordu:
“Bu hâlim çok yemek yemekten mi?”
“Bilmem.”
“Bilmiyorsan niye iftira atıyorsun?”
…
Sadi Bey cevap vermedi. Yine derinlere daldı gitti. Fakat Cevriye Hanım’ın hiddeti geçmedi. Kocasına hiddetli hiddetli bakarak:
“Sende saksağan kadar hissiyat yoktur!” dedi, “Aklın fikrin hep yemekte… Balık pazarı tellalı mısın, nesin? Pirinç, bulgur, yağ, peynir fiyatı… Düşün babam düşün… Sanki senin düşünmenle fiyatlar düşecekmiş gibi… Hâlbuki benim teessürüm ne kadar hissî, ne kadar ruhi… Şu havada parlayan aya bakıyorum, bu gülümseyen ay şimdi küre-i arzın yarısına bakıyor… Kim bilir ne kadar aşk ve alaka levhası seyrediyor…”
Sadi Bey omuzlarını büzerek asabi bir tavırla:
“Bize ne?” dedi, “Ne seyrederse etsin…”
Cevriye Hanım, kocasına baktı, baktı. Sonra ellerini aya kaldırarak:
“Ey ilahi çehre! Gülen gözlerinin altında ne kadar hayvanlar bulunduğunu anlıyor musun?” dedi.
Yıldızsız semada yalnız başına bakan ay: “Anlıyorum, anlıyorum…” der gibi sanki daha beter gülümsüyor, hafif bir rüzgâr denizdeki uzun aksini genişletiyordu.
Sadi Bey:
“Benim başkalarının aşk ve alakasıyla uğraşacak vaktim yok…” dedi. Cevriye Hanım cevap verdi:
“Balık pazarı tellallarının işleriyle uğraşacak vaktin var ama…”
Karı koca birbirlerine baktılar.
Sadi Bey sordu:
“Sen benim ne düşündüğümü biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Ne?”
“Et.”
“Hayır.”
“Pirinç.”
“Hayır.”
“Yağ.”
“Hayır.”
“Bulgur.”
“Hayır.”
“Ee, öyle ise fasulye.”
“Hayır.”
“Kuru fasulye.”
“Hayır diyorum, hanım.”
“Ne? Patates mi?”
“Hayır…”
Cevriye Hanım kocasının başka bir şey düşüneceğine hiç ihtimal veremezdi.
“Şüphesiz bir saattir şairane hayalata dalmamıştın ya?”
“Doğru… Şairane değil…”
“Ne düşünüyordun, öyleyse sen söyle…”
“Ne düşüneceğim? Yeni bir masrafı…”
“Ne gibi?”
“Bütçemizi altüst edecek bir masraf… Bu ay üçüncü hediyeyi alacağız.”
Cevriye Hanım birden anlamadı.
“Ne hediyesi?”
“Dayının çocukları sünnet oldular. Yarın akşam davetliyiz. Ne hediye götüreceğiz? Bu ay düğünleri olan iki akrabamıza beşer liralık hediye götürdük.”
Cevriye Hanım:
“Mutlaka maddi bir hediye götürmek lazım mı?” dedi, “Manevi bir hediye götürelim. Bedava fakat pek çok kıymetli bir şey…”
“Ne gibi?”
“Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.”
“Böyle maskaralık olmaz.”
“Vay, sen şiiri hakir görüyorsun ha…”
“Canım… Şey.”
“Ne…”
“Böyle şey olur mu?”
“Niçin?”
“Sonra bize…”
“Ne diyecekler…”
“Deli derler…”
…
…
Karı koca yarım saat kadar münakaşa ettiler. Her münakaşadan olduğu gibi onların münakaşalarından da hiçbir netice çıkmadı. Fikirlerinin çarpışmasından âdeta hakikat şimşeği söndü. Ay, onları daha iyi görebilmek için yavaş yavaş, çaktırmadan, daha tepeye, göğün ta ortasına çıkıyordu. Cevriye Hanım: “Boş laflarınla şairane hayalatımı dağıtıyorsun!” diye kocasına darıldı. Rebabi teessüründen, gerine gerine yatak odasına çıktı. Balkonda yalnız kalan Sadi Bey, karısının içine fenalık verecek derecede müessir olan bu ulvi manzara içinde, yarın alacağı hediyeyi düşündü.
“Ne alayım? Ne alayım?..” diyordu. İki tane sünnet çocuğu… Birer kol saati alsa… Üçer liradan altı lira… Birer hokka takımı… Beşer liradan on lira. Pigmalyon’da kemik bir kâğıt bıçağının fiyatını sormuş ve tenekeden ürken cesur bir spor beygiri gibi iki adım geriye fırlamıştı. Bir kâğıt bıçağı beş buçuk liraya idi… Düşündü. Düşündü. Dünyada ucuz bir şey kalmamıştı. Bu ay hediye için on lira, mümkün değil veremeyecekti. Ayın nihayetine daha on sekiz gün vardı. Gözlerini havadan denize indirdi. Ayın aksi içinden bir karartı geçiriyordu. Dikkat etti. Bir torpido…
Havada ay… Denizde ayın aksi… Ayın aksinin içinde yaldızlı, gümüşi köpükler saçarak yürüyen sessiz, kahraman bir torpido… Bir ressam olsa şu manzaraya deli olurdu.
Sadi Bey, böyle düşünürken sanki ressammış gibi deli oldu:
“Buldum! Buldum!..” diye haykırdı.
Karısı henüz uyumamıştı. Yatak odasının penceresinden dağınık saçlı başını çıkardı:
“Ne buldun?”
“Alacağımız hediyeyi…”
“Ne? Ucuz bir şey mi?”
“Hem ucuz hem pahalı…”
“Pahalı… Kaç kuruş? Bin kuruş mu?”
“Hayır, bir milyon kuruş…”
“Tanesi mi?”
“Evet.”
“Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerede bulacaksın?”
“Bir milyon kuruş kıymetinde ama tanesi bir liraya…”
“O ne?”
“Bil bakayım…”
“Benimle eğleniyorsun…”
“Hayır, vallahi sahi söylüyorum.”
“Söyle Allah aşkına ne?”
“Söylemem, sen de düşün, bul…”
“Söyle diyorum, şimdi zihnim dağınık…”
“Canım sende hiç sürat-i intikal yok mu?”
“Sende sürat-i intikal yoktur.”
Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.
“Pekâlâ, bende sürat-i intikal yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sana söylüyorum. Bir milyon kuruş kıymetinde bir hediye! Fakat alırken bir liraya alacağız. Nedir? Bu…”
“Eğleniyorsun benimle…”
“Hayır, eğlenmiyorum.”
“Yenir mi, yenmez mi?”
“Yenmez be… Bir milyon liralık şey hiç yenir mi?”
“Büyük mü, küçük mü?”
“El kadar.”
Cevriye Hanım, pencereden yarı beline kadar sarkarak balkona atılacakmış gibi kocasına bakıyor, düşünüyor, düşünüyor, bir türlü bulamıyordu.
“Yumuşak mı, katı mı?”
“Yumuşak ama pamuk gibi değil. Kâğıt gibi.”
“Baş harfini söyle.”
“Dal…”
Cevriye Hanım “dal” harfiyle başlayan birçok şey saydı: “Dondurma, davul, dama, def, damızlık koyun, duvar saati, dev aynası, darı, diba, demir, dem çeken güvercin, derrace, dikiş makinesi ve ilh…” O söyledikçe Sadi Bey gülüyor: “Bu milyon kuruş kıymetinde mi?” diye karısını üzüyordu. Cevriye Hanım bu hediyenin ne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldı ki… Nihayet cevaben dedi ki:
“Söyle, nedir. Yoksa vallahi kendimi aşağı atarım!” diye haykırdı.
Sadi Bey gülmekten katılıyor, parlak kafası sarsılıyordu.
“Kendini atmaya hacet yok, de ki: ‘Bende sürat-i intikal yok.’ söyleyeyim.”
“Pekâlâ, yok…”
Sadi Bey sandalyesinden kalktı. Meraktan kıvranan karısının yüzüne bakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı: “Donanma piyangosu be…” dedi. Ağır bir masraftan birdenbire kurtulan züğürtlere mahsus samimi bir sevinçle ellerini ovuşturarak içeri girdi ve o gece pek rahat bir uyku uyudu.
BİNECEK ŞEY
Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir bela gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri, dört saattir hiç durmadan yürümüştü. Etrafına bakındı: Seyrek, sıska ağaçlı bir ormanın kenarında idi. Uzakta, tirşe rengi hafif bir sisle boyanmış kat kat dağlar görünüyordu. Köye, kasabaya benzer bir şey gözüne çarpmadı. Yolun üst tarafındaki ağaçlara döndü. Biraz dinlensem… diye düşündü. Vakıa şu alacalı gölgelerde uzanıp rahat bir uyku çekmek hiç de fena değildi. Fakat karnı zil çalıyordu. “Öğleden evvel bir köye rast gelirim.” ümidiyle geceyi geçirdiği çoban kulübesinden aç çıkmıştı. Her hâlde yürümeli, bir an evvel bir köye yetişmeliydi! Ama hangi köye?.. Derviş Hasan bunu asla bilmez, düşünmez, aklına getirmezdi. Otuz senedir, omzunda keşkülü, sırtında abası, gönlünde tevekkülü, nereye gittiğini bilmediği yollardan geçmiş, ismini öğrenmediği köylerde misafir kalmıştı. Her yerde ona yiyecek, içecek verirlerdi. Anadolu tekkelerinin kapıları ağzına kadar açıktı. “Huu…” diye girer, isterse haftalarca, aylarca ta canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususi isimleri olur muydu? Onun fikrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi “dünya” demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu kanuna tabi olmadan rahat rahat yüzerse o da dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükûmet, kanun, aile, din, ahlak hasılı her şey, nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nadanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat “bir”di. O da “aşk” idi. Aşkı idrak eden büyük hakikate ermiş; haricî batıni kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.
Derviş Hasan işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külahlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri, siyah gözleri ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği “dünya”nın üstünde bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah’ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafında toplanmış bir küme masiva bulutuydu. “Vücut” yoktu. Fakat gayriihtiyari:
“Of, dizlerim…” dedi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça daralmış göğsü acıyordu. Tekrar durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı ne giden… Gözlerini yere indirince birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir “Huuu!” çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkının hakikatine dalarak, yine etrafını dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden yürümeye başladı. Gitti, gitti. Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kolları, dizleri kesiliyor, hakikatte “olmayan” vücudunun elemleri, “mevcut olan” ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak, ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı.
Yavaşça: “Ah bir araba olsa…” dedi. Sonra, sırma eyerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katarları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir hâldeydi ki… Gülümsedi.
“Bir topal eşek olsa da razıyım ya…” dedi. Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lazımdı. “Yolcu yolunda gerek…” nasihatini hatırladı. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeye başlamıştı. Derviş Hasan şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver zahitlerin içmeye kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abdestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyla, cennet hırsıyla daima rahatsız olan ruhlarına mukabil vücutları ne kadar mesut, ne kadar rahattı… Yürüdü. Yürüdü. Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı. İleriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacıyla bir kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki…
“Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az kalsın isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, mütekâpu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:
“Allah’ım, bana merhamet et!” dedi, “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”
Sonra sürüklenerek kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti.
“At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım, merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:
“Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ızdıraplarından da sen kurtar. Sana yalvarıyorum. Mutlaka bana ‘bir binecek şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki bana bir ‘binecek’ göndermezsen buradan bir yere kımıldamayacağım. Gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”
Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlanarak sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.
Zavallı Derviş Hasan açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler… Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, laleler, sümbüller, güller… Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esîrden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.
***
Gözünü açınca iri bir Yörük’ün başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü.
“Kalk bakalım derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”
“Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”
Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde yüklü yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…
Yörük’e sordu:
“Nereye gidiyorsunuz evlat?”
“Kazdağı’na.”
“Ben de oraya…”
Hiç şüphesiz bu Yörükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak dikilen Yörük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Birçok boş, semerli hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yörük dedi ki:
“Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”
“Ne gibi?”
“Şuracıkta kısraklarımızdan biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına şu tayı kucağına al da yokuşun başına kadar çıkarıver.”
Derviş Hasan gözlerini fal taşı gibi açtı.
“Ne?” diye haykırdı.
Yörük: “Ağır değil, yeni doğdu, beş altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi, “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”
“Ben sevap falan istemem.”
“Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslüman’ız, yapma, din kardeşlerine acı…”
Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan geldiği ciheti göstererek:
“Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf…” dedi ama Yörük laf anlayacağa benzemiyordu.
“Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.”
Derviş Hasan hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslüman’a, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yörük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler. Tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersemleşti hatta “Eyvallah…” bile diyemeyerek nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yörük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “ ‘İstediği gibi veren’den bir daha bir şey istemeye tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.