Czytaj książkę: «Türk Masalları»
Altın Ayak Dilrüba Sultan
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir oduncu babayla kızı varmış. Fakat kızın gözleri şaşıymış. Oduncu bir gün odun kesmeye gitmiş. Yolda bir dervişe rastlamış.
Derviş ona:
“Baba, bugün odun kesme de beni gezdir, sana bir altın vereyim…” demiş.
Oduncu aksilik etmek istemişse de altını duyunca razı olmuş. Beraber ormana gitmişler. Dolaşırlarken bir yokuşa gelmişler.
Derviş:
“Baba!” demiş. “Şu yokuşu çıkmak için önce beni arkana al! Sonra da ben seni alayım!”
Oduncu Baba:
“Oo! Koca abanla, koca sarığınla ben seni nasıl sırtıma alayım?” demiş.
Giderlerken yolda bir cenazeye rastlamışlar.
Derviş:
“Bunun içinde yatan diri midir, ölü müdür?” diye sormuş.
“Diri olsa tabuta koyarlar mı?” demiş bizim oduncu.
Akşam olmuş, oduncu evine dönmüş.
Kızı:
“Baba nerede kaldın?” demiş.
O da başına gelenleri anlatmış. Derviş’in, “Şu yokuşu çıkmak için beni sırtına al, sonra da ben seni alayım.” dediğini söylemiş.
Kız, babasına cevap vermiş:
“O sana öyle dememiş. ‘Yokuşu güle oynaya çıkalım.’ demek istemiş!”
Babası:
“Sonra yolda bir cenaze gördük. ‘Bu tabutun içindeki ölü mü, diri mi?’ diye sordu.” demiş.
Kız da:
“Hayır, babacığım, o sana öyle dememiş. ‘Bu adam zengin midir, fakir midir?’ demek istemiş.” diye karşılık vermiş.
***
Sabah olmuş. Kız, babasına:
“Baba, yumurta kırayım da o Derviş’e götür, yesin.” demiş. Bir sahana on tane yumurta kırmış. Bir tane de ekmek vermiş. Oduncu bunları alarak evden çıkmış, ormana gelince Oduncu Baba:
“Aman!.. Yumurtaların hepsini o pis Derviş’e mi vereceğim?” diyerek sahanın kapağını açmış, yumurtaların beşini yemiş… Sahanın kapağını kapatarak Derviş’i beklemiş, Derviş geldiği zaman sahanı önüne koyarak:
“Al, bu sahanı kızım sana gönderdi.” demiş.
Derviş sahanın kapağını açınca:
“Altı lodos, üstü poyraz… Ay eksik, gün gedik!..” demiş.
Bu sözleri duyan oduncu, Derviş’in ne demek istediğini anlamadığı için, içinden “Aklımda tutayım da akşam kızıma sorarım.” demiş.
Akşam olunca kızına Derviş’in söylediklerini anlatmış.
Kız da:
“Baba, o sana yumurtaların yarısını yediğini anlatmak istemiş! O Derviş’i bu akşam yemeğe çağıralım.” demiş.
Oduncu, Derviş’i yemeğe çağırmış; Derviş gelmiş, yemek yerlerken kız, Derviş’e kapı aralığından bakıyormuş. Bunu gören Derviş, kızın babasına:
“Eviniz güzel amma bacası eğri!” demiş.
Kız da oradan:
“Bacası eğridir amma dumanı doğru tüter…” diye seslenmiş.
Bunu duyan Derviş, kızı Oduncu’dan istemiş ve onunla evlenmiş. Meğer bu Derviş, bir hakanmış. Kılık değiştirerek gezermiş. Birkaç ay Oduncu Baba’nın yanında kalmış… Sonra karısına:
“Hanım, ben memleketime gidiyorum. Eğer bizim çocuğumuz oğlan olursa bu pazubendi koluna takarak bana yollarsın. Eğer kız ise bu pazubendi satar, kızına çeyiz yaparsın.” diyerek oduncunun evinden ayrılmış.
***
Gel zaman, git zaman kadının bir oğlu olmuş.
Oğlanın adını “Gök” koymuş. Oğlan on altı, on yedi yaşlarına gelince sokaktaki arkadaşları ona “Torun” demeye başlamışlar…
Çocuk, annesine:
“Anne, benim babam yok mu?” dediği zaman annesi:
Kendi babasını gösterirmiş…
Nihayet çocuk da buna inanmaya başlamış. Kadıncağız, çocuğunu babasına göndermek zorunda kalmış. Pazubendi koluna takarak oğlunu Hakan’a yollamış. Hakan, oğlunun yola çıktığını duyunca memlekette eğlenceler yaptırmış. Bunu duyan bir keloğlan, Gök’ü uzaktan karşılamaya gitmiş.
Gök’e:
“Baban beni gönderdi. Şu kuyudan abdest alıp geçmezsen ölürsün!..” demiş ve oğlanı, beline bir ip bağlayarak kuyuya sarkıtmış.
Gök, abdest alıp:
“Beni yukarı çek!” dediği zaman, Keloğlan:
“Hayır çekemem!” demiş.
Gök:
“Neden çekmiyorsun?”
Keloğlan:
“Eğer ben senin yerine şehzade olursam sen de benim seyisim olursan seni kuyudan çekerim; ölümden kurtulursun.” demiş.
Gök:
“Vallahi, kimseye söylemem, sen de yerime geçersin. Yeter ki beni kurtar!” diye yalvarmış.
Keloğlan:
“Boynum cellada gelinceye kadar kimseye bir şey söylemeyeceğim, diye söz ver.” demiş ve Gök şehzade de Keloğlan’a söz vermiş. Keloğlan, Gök’ü yukarı çekmiş, oğlanın elbiselerini giymiş, kendisininkini de oğlana giydirmiş. Şehre geldikleri zaman, Hakan oğlunu hiç sevmemiş; fakat seyisi daha çok sevmiş.
Hakan, Keloğlan’a:
“Oğlum, seyisin yatağını da senin odana mı yaptırayım?” demiş.
“Hayır, babacığım!.. O ahırda atımla yatsın.” diye cevap vermiş.
Hakan ne yapsın? Buna razı olmuş. Günün birinde Keloğlan, Hakan’a giderek:
“Baba, bana bir altın top yaptır!” demiş.
Hakan, oğlunun isteğini yerine getirmiş. Keloğlan’la Gök karşılıklı top oynarken, Keloğlan, Gök’ün başına altın topu hiç durmadan atarmış. Çocuk, ne kadar “Yapma” dese de Keloğlan aldırmaz, devam edermiş.
Bir gün yine top oynarlarken, çeşmede su dolduran ihtiyar bir kadının testisine topu atmış.
İhtiyar kadın:
“Hey oğul! Sen bir padişah oğlusun, ne diyeyim? Altın Ayak Dilrüba Sultan’a âşık olasın!”
Keloğlan bu söz üzerine kendini yere atarak yalancıktan bayılmış. Hemen koşup gelmişler, onu ayıltmışlar.
Keloğlan gözlerini açınca babasına:
“Seyisim gidip Altın Ayak Dilrüba Sultan’ı getirsin!” diye tepinmeye başlamış.
Hakan:
“Oğlum, sen deli misin? Ben kaç ordu ile oraya gittim, fakat yine o kızı alamadım.” demiş.
Keloğlan:
“Hayır, hayır, muhakkak gidip alınacak!..” demiş.
Bunun üzerine Hakan, bir gemi hazırlatmış, Gök’ü de bu gemiye kaptan yapmış ve o diyara göndermiş.
Gemi giderken tayfalar:
“Ulan tutsana, tutamazsın!..” diye bağırmaya başlamışlar.
Gök:
“Ne yapıyorsunuz?” diye sormuş.
Tayfalardan biri:
“Balık tutuyoruz.” demiş.
Gök:
“Bırakın zavallı hayvanı… Nenize gerek!” demiş.
Gemi bir müddet daha yol alınca bir balık Gök’ün önüne çıkarak:
“Dile benden ne dilersen?” demiş.
Gök de:
“Senin gibi bir balıktan ne dileyebilirim ki?” demiş.
Bunun üzerine balık, pullarından üçünü kopararak oğlana vermiş ve:
“Başın sıkıya gelince bunları birbirine çakarsın!” demiş.
Gök, pulları alarak cebine koymuş. Birkaç gün sonra, güvertede uyurken bir hışırtı duymuş. Bir de bakmış ki, yanına büyük bir ejderha gelmiş. Derhâl kılıcını çekerek ejderhayı öldürmüş, tekrar olduğu yere uzanmış.
Başı üzerinde bir Zümrüdüanka kuşunun kanat çırptığını duymuş. Kuş, oğlana:
“Dile benden ne dilersen?” demiş.
Gök de:
“Senin gibi bir kuştan ne dileyebilirim ki?” demiş.
Zümrüdüanka üç tüy vermiş:
“Başın sıkıya gelince bu tüyleri birbirine çak!” demiş.
Bir müddet sonra gemi birdenbire durmuş. Bir türlü ileri gitmiyormuş. Gök gidip bakmış, geminin önünde iri bir balık kılığında Yunus Baba’yı görmüş. Yunus Baba, oğlana:
“Oğlum! Sen Altın Ayak Dilrüba Sultan’ın sarayına girerken bir kale göreceksin; sonra iki sıra hâlinde cellatlar sana: ‘Bahşiş, bahşiş…’ diyecekler, sen de: ‘Dönüşte veririm.’ dersin. Bundan sonra merdivenlerin birine basar, birini atlarsın. Sonra Sultan’ın yanına gelirsin. O sana: ‘Niye geldin katır herif?’ der. O zaman sen de: ‘Seni almaya geldim güzelim.’ dersin. Al şu iki kılımı da başın sıkıya gelince çakarsın!” demiş.
Gemi ile bir hayli yol aldıktan sonra karaya çıkmışlar. İlerlemeye başlamışlar. Hakikaten Yunus Baba’nın dediği gibi önlerine bir kale çıkmış. Bunun içinde bir saray varmış. Buradan içeri girince cellatlar:
“Bahşiş, bahşiş!” diye bağırmışlar.
O da:
“Dönüşte, dönüşte!..” demiş.
Merdivenlerin birine basmış, öbürüne basmadan atlamış. Altın Ayak Dilrüba Sultan’ın yanına gelmiş. Altın Ayak Dilrüba Sultan, yüzünde kırk peçeyle oturuyormuş.
Gök’e:
“Niye geldin katır herif?” deyince o da:
“Seni almaya geldim güzelim.” demiş.
Bunun üzerine Altın Ayak Dilrüba Sultan ellerini çırpmış, gelen kızlara:
“Bunu taş odaya kapatın!” demiş.
Ertesi gün hizmetçilerden biri gelmiş. Ona bir kösele, kırık bir tabak parçası, bir de demir parçası vermiş ve:
“Bu kösele, karpuz olacak; kırık tabak da sağlam bir tabak olacak. Demir parçası da bıçak olacak! Eğer sen bunları yaparsan Dilrüba Sultan senin, sen de onunsun!” diyerek çıkıp gitmiş.
Oğlan düşünmüş, taşınmış. Yunus Baba aklına gelmiş. Verdiği kılları birbirine çakınca Yunus Baba karşısında görünmüş.
“Söyle oğlum derdin nedir?” diye sormuş.
Şehzade her şeyi anlatmış.
“Bunları nasıl yapayım?” demiş.
Yunus Baba, köseleyi eliyle sıvayınca kösele, bir karpuza dönüşmüş; kırık tabağı eliyle sıvamış, tabak yapışmış; demire de elini sürmüş, demir bir bıçak olmuş.
Bunları yaptıktan sonra gözden kaybolmuş. Oğlan hemen karpuzu ortadan yarmış, tabağa koyarak Sultan’ın önüne götürmüş. Sultan bunu görünce:
“Saymam! Saymam!” demiş.
Yine ellerini çırparak hizmetçileri çağırmış:
“Bu genci taş odaya hapsediniz!” demiş.
Ertesi gün Gök’ün yanına yine bir hizmetçi gelerek:
“Karşıda bir dağ var! Yarın sabah oraya gideceksin. Eğer sen Sultan’dan önce gidip de çalı çırpı toplayarak kahve pişirirsen Sultan senin, sen de onunsun!” demiş ve gitmiş. Oğlan kılları çakmış, Yunus Baba görünmüş. Ona her şeyi anlatmış.
Yunus Baba da:
“Yarın sana uyuz, pis bir katır verecekler. Sultan’ın atı da çok iyi koşan güzel bir attır. Al bu kamçıyı, kimseye göstermeden katıra vur!” demiş, kaybolmuş.
Sabah olunca oğlana bir katır vermişler. O da kimseye göstermeden kamçı ile katıra vurmuş. Katır bir küheylan gibi uçmuş. Dağa vararak derhâl çalı çırpı toplamış, kahveyi pişirmiş. Fincana boşaltınca karşısında Altın Ayak Dilrüba Sultan’ı görmüş.
Sultan yine:
“Saymam! Saymam!” dedikten sonra:
“Kahve fincanını yıkar, sepete koyar ve saraya benden önce gidersen ben seninim, sen de benimsin!..” demiş.
Oğlan işini bitirince katıra bir kamçı vurmuş. Katır sarayın önüne gelivermiş.
Sultan yine:
“Saymam! Saymam!..” demiş.
Yine oğlanı taş odaya kapatmışlar. Ertesi gün yine bir hizmetçi gelerek:
“Sultan Hanım’ın beş yaşında iken denize bir yüzüğü düşmüş. Onu derhâl bulacaksın!” demiş.
Bu defa Gök’ün aklına kurtardığı balık gelmiş. Balığın verdiği pulları birbirine çakınca balık çıkagelmiş:
“Ne istiyorsun?” demiş.
O da:
“Sultanın yüzüğü denize düşmüş. Bulabilir misin?” demiş.
Balık kaybolmuş. Dönüp geldiği zaman ağzında Sultan’ın yüzüğü bulunuyormuş. Gök, yüzüğü almış, Altın Ayak Dilrüba Sultan’a götürmüş.
Sultan yine:
“Saymam! Saymam! Gül Sultan, Güllü Sultan’a ne dedi? Güllü Sultan, Gül Sultan’a neden darıldı? Bunu bilirsen ne âlâ.” demiş.
Oğlan düşünmüş, taşınmış. Bu defa aklına Zümrüdüanka kuşu gelmiş. Hemen, verdiği tüyleri birbirine çakmış. Zümrüdüanka kuşu gelmiş. Oğlan derdini söylemiş.
O da:
“Yarın yanına bir ip al! Beni karşıki dağın başında bekle!” demiş. Oğlan, ertesi gün kuşun dediği dağın eteğine giderek Zümrüdüanka kuşunu beklemiş. Zümrüdüanka kuşu gelince sırtına binmiş. Dağda bulunan bir kuyunun başına gelmişler.
Zümrüdüanka:
“Bu kuyuda bir dev anası var. Yanında iki tane kuş kafesi durur. Bunların dışında Kevser elması, Kevser şarabı da buradadır. Eğer dev orada yoksa onların hepsini al, beni çek, diye bağır!” demiş ve oğlanın beline ipi bağlamış.
Oğlan kuyuya indiği zaman dev anası meydanda yokmuş. Hemen kuşları almış, Kevser elmasıyla, Kevser şarabını da aldıktan sonra:
“Çek!..” diye bağırmış.
Zümrüdüanka onu kuyudan çekmiş, doğruca saraya gelerek Altın Ayak Dilrüba Sultan’ın karşısına geçip kafesleri göstermiş.
Bunun üzerine kız:
“İşte tamam, şimdi oldu.” demiş.
Meğer bu iki kafesten birinde Gül Sultan, öbüründe de Güllü Sultan varmış. Bunlar tılsımlı oldukları için birbiriyle darılınca kuş şekline girmişler. Kevser şarabından bir yudum vermişler, Kevser elmasını da koklayınca iki tane ahu gibi güzel kız meydana çıkmış.
***
Şehzade Gök, onların yanında birkaç ay kaldıktan sonra hep beraber yola çıkmışlar; babasının ülkesine varmışlar. Keloğlan onların hepsini görünce sevincinden deliye dönmüş, bağırarak:
“Ben bir kız istedim, o bana üç kız getirdi.” demiş.
Keloğlan bu üç kızı almak için düğün hazırlığına başlamış.
Fakat kızlar:
“Biz Gök ile evlenmek isteriz!” demişler.
Altın Ayak Dilrüba Sultan kızlara demiş ki:
“Siz hiç üzülmeyiniz. Keloğlan güvey gireceği akşam her birimizin odasında namaz kılacak. O zaman arkasına bir tekme vurarak kapıdan atarız.”
Keloğlan güvey girdiği gece, ilk önce Altın Ayak Dilrüba Sultan’ın odasına gelmiş. Keloğlan namaz kılarken kız arkasına bir tekme vurmuş ve onu kapıdan dışarı atmış. Keloğlan ağlamaya başlamış.
Sonra da:
“Neden ağlıyormuşum… İki tane daha karım var!” diyerek Güllü Sultan’ın odasına girmiş. O da aynı şeyi yapmış. Bundan sonra Gül Sultan’ın odasına girmiş, o da tekmeyi atmış.
Bunun üzerine Keloğlan:
“Beni istemiyorlar, seyisimi istiyorlar. Seyisi cellada veriniz!..” demiş.
Gök’ü cellada teslim ederek öldürmüşler. Bunun üzerine üç kız:
“Ölüsünü isteriz de isteriz!” diye tepinmeye başlamış…
Keloğlan:
“Aman ölüsünü veriniz, bakalım ne yapacaklar?” demiş.
Bunun üzerine kızlara ölüyü vermişler. Kızlar hemen Kevser şarabını oğlanın kesik başına sürmüşler; başı, vücuduna yapıştırmışlar. Sonra da Kevser elmasını koklatmışlar. Oğlan üç kere aksırdıktan sonra derhâl canlanmış. Bunu haber alan Keloğlan:
“Demek iyi kesmemişler, tekrar kellesini uçursunlar!” demiş.
Cellatlar, oğlanı yakalayarak öldürmeye götürürlerken Hakan da pencereden bakıyormuş. Oğlan kolunu sıvayarak Hakan’a, pazubendi göstermiş.
Bunun üzerine Hakan:
“Durunuz!” emrini vermiş ve oğlanı yanına çağırmış. Şehzade başından geçenleri bir bir anlatmış. Bunun üzerine Hakan, Keloğlan’ı iki ağacın gövdesine gerdirmiş ve halka:
“Bu hain Keloğlan’ın önünden her geçen etlerini cımbızla çeksin!” demiş. Halk da Hakan’ın dediğini yapmış, bu suretle Keloğlan cezasını bularak acılar içinde kıvrana kıvrana ölmüş. Hakanın asıl oğlu Gök de bu üç kızla kırk gün, kırk gece düğün yaparak evlenmiş. Onlar ermiş bahtına biz çıkalım tahtına!
Gökten üç elma düşmüş; biri anlatana, biri dinleyene…
Biri de yazana!..
Behnane
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir memlekette gayet zengin bir adam ve bunun Behnane adında gayet güzel bir kızı varmış. Kız daha on yaşına basarken annesi ölmüş. Babası bu acı üzerine beş yıl hiç evlenmemiş. Kızı on beş yaşına gelince evlenmeye karar vermiş. Bu haber şehirde yayılmış. Bir gün Behnane mektebe gidince hocası çağırmış ve:
“Kızım, babanın evlenmek istediğini öğrendim. Senin üvey anne elinde kalıp da eziyet çekmene dayanamam. Onun için beni alsın. Hiç olmazsa sana üvey analık yapmam.” demiş.
Bunun üzerine Behnane:
“Peki, hocacığım… Siz merak etmeyiniz, ben babama söylerim.” demiş.
Akşam evde babasına söyleyerek babasından kabul cevabını almış. Ertesi gün Hoca Hanım’a söylemiş.
Bir müddet sonra, Hoca Hanım gelin olarak Behnanelere gelmiş ve hep birlikte mesut bir hayat yaşamaya başlamışlar. Bir müddet sonra Hoca Hanım, evlerinin altında bulunan bir Peri Padişahı’nın oğlu ile sevişmeye başlamış. Hoca Hanım’ın gezmeye gittiği bir gün, Behnane kendi kendine:
“Mademki annem evde yok… Ben de temizlik yapayım.” demiş.
Kollarını sıvayarak evi temizlemeye başlamış. Her tarafı süpürmüş ve çıkan tozları da odanın arkasına toplamış. Kürekle bu tozları alıp sokağa atarken küreğe bir şey takılmış. Eğilmiş bakmış ki bir kilit!.. Kilidi açmış ve orada bir merdiven ve onun altında bir has bahçe görmüş. Biraz düşündükten sonra aşağı inmeye karar vermiş, aşağı inince bu has bahçede gayet güzel bir delikanlı görmüş.
Behnane:
“Aa! Burada yabancı bir erkek var!” diyerek dışarı çıkmış, kapıyı kapamış, kilitlemiş ve içeri odasına gidip oturmuş. Akşam annesi gelmiş, yemişler içmişler, sonra da yatmışlar. Kadın, evde kimse yokken yine Peri Padişahı’nın yanına inmiş.
Her zaman sorduğu soruyu tekrarlamış:
“Ay mı güzel, gün mü güzel; sen mi güzel, ben mi güzel?” demiş.
Peri Padişahı:
“Ne ay güzel ne gün güzel; ne sen güzel ne ben güzel… İlle Behnane!.. İlle Behnane!..” diye bağırmış.
Kadın, Behnane’nin kendi sevgilisi ile seviştiğine hükmetmiş. Behnane’yi evden atmaya karar vererek büyücü bir kadına gitmiş, vaziyeti anlatmış ve kendisine bir akıl öğretmesini istemiş.
Büyücü demiş ki:
“Ben sana şimdi bir şepit1 veririm. Sen de bunu yatağının altına koyarsın, döndükçe çıtır çıtır eder; sen de ‘Aman kocacığım bu kız beni yataklara düşürdü, bak her tarafım çıtır çıtır ediyor, bu kızı illa at!’ dersin ve bu suretle o kızı evden attırırsın.” demiş.
Kadın, cadının söylediklerini aynen yapmış ve kocasını aldatarak Behnane’yi evden attırmaya söz almış. Ertesi gün babası Behnane’yi yanına çağırmış ve kızına:
“Kızım bugün amcana gideceksin, hazır ol, bir saat sonra ben seni alıp götüreceğim.” demiş.
Bir saat sonra Behnane ile yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir ağaçlık dağa gelmişler. Bu ağacın altına gelince durmuşlar.
Babası demiş ki:
“Eyvah! Evde mühim bir şeyi unuttum, sen dur da ben şimdi gelirim.” demiş ve bunun üzerine geldiği yoldan ters yüzü dönmüş ve geri gitmiş. Behnane akşama kadar beklemiş. Babası gelmemiş. Akşam bir ağacın üzerine çıkmış, ağacın üzerinde sabaha kadar beklemiş; fakat babası gelmemiş. Ertesi gün başının çaresine bakmak için geldiği yolun aksine yoluna devam etmiş ve öğleye doğru bir konağa rastlamış. Bu konağın kapısını çalmış, karşısına bir ihtiyar çıkmış. Behnane başından geçenleri bu adama anlatmış. Bu ihtiyar, ahu kadar güzel bu kızı hayranlıkla seyretmiş. Bu kız bir dünya güzeliymiş; uzun boylu, sırma saçlı, beyaz tenli, iri siyah gözlü ve masum yüzlü bir kızmış…
İhtiyar:
“Burası Kırk Haramilerin evidir, amma akşam geldikleri vakit, seni istemezlerse yarın başının çaresine bakarsın.” demiş.
Behnane’yi odasına almış, akşam olmuş, Kırk Haramiler gelmiş. Sofraya oturmuşlar.
O zaman ihtiyar:
“Benim bir kızım olsa, beni arasa arasa bulsa sizin neyiniz olur?”
Kırk Haramiler hep bir ağızdan:
“Dünya ve ahiret kardeşimiz olur!” demişler.
Haramibaşı:
“Eğer kızın güzel ise bana namahremdir!” demiş.
İhtiyar yerinden kalkmış ve kızı odaya getirmiş. Haramibaşı, kızı görünce bakmış ki bu kız tasviri cihan, mahbubu zaman!.. Bunun üzerine gözlerini kapamış ve:
“Bu kız bana mahremdir.” demiş.
Bu güzel kızı derhâl sevmiş ve kızı evlatlığa kabul etmiş.
Behnane orada mesut yaşayadursun… Biz gelelim Behnanelerin evine… Hoca Hanım derhâl iyi olmuş. Bir müddet sonra yine Peri Padişahı’nın yanına gitmiş ve ona:
“Ay mı güzel, gün mü güzel; sen mi güzel, ben mi güzel?” demiş.
Peri Padişahı da:
“Ne ay güzel ne gün güzel; ne sen güzel ne ben güzel… İlle Behnane!.. İlle Behnane!..” demiş.
Kadın kızarak:
“Aptal sevgilim, ben Behnane’yi bir dağa attırdım. Onu, dağ başında kurtlar, kuşlar yemiştir.” demiş. Peri Padişahı da ona, Behnane’nin nerede ve nasıl mesut olduğunu söylemiş. Bunun üzerine kadın, yine büyücüye gitmiş ve sihirli bir yüzük yapmasını söylemiş. Kadın bu yüzüğü yaptırmış, Hoca Hanım yüzüğü alınca Şehzade’nin tarif ettiği yere gitmiş ve kızı bulmuş:
“Ah benim güzel kızım, o hain baban seni dağ başına attı, ben sensiz kaldım. Hiç olmazsa bana bir kere yüzünü göster de iyi olup olmadığını göreyim.” demiş.
Kız, kapının kilitli olduğunu ve görüşemeyeceğini söylemiş.
Kadın:
“Hiç olmazsa kapının aralığından parmağını uzat da şu yüzüğü bir hatıra olarak sana takayım.” demiş.
Kız parmağını uzatmış, üvey annesi de yüzüğü parmağına takmış, takar takmaz kız yere düşüp ölmüş. Üvey annesi de sevine sevine memleketine dönmüş. Akşam olunca haramibaşı eve gelmiş, kızın ölü bir hâlde yerde yattığını görmüş. Kızı alıp yatağına yatırmış. Seslenmiş; fakat uyanmayınca ağlamaya başlamış. Arkadaşları gelmiş, kızın hâlini görerek onu gömmeye karar vermişler. Gidip altından bir tabut yaptırmışlar, Behnane’ye güzel elbiseler yaptırarak tabuta koymuşlar, onu bir tepeye bırakmışlar. Haramibaşı her gün gider, Behnane’nin tabutu başında ağlarmış. Bir gün o memleketin hakanının oğlu, lalasıyla gezerken bir tepede pırıl pırıl yanan bir şey görmüş.
Şehzade:
“Lala gel, oraya gidelim.” demiş ve yola koyulmuşlar.
Tabutun içini açmışlar, oğlan Behnane’nin güzelliğine hayran kalmış ve onu saraya götürmeye karar vermiş. İkisi birden kızı alarak saraya götürmüşler. Bir yatağa yatırmış ve günlerce aç susuz:
“Senin ölün böyle olursa dirin nasıl olur?” diye ağlamış.
Bu işe hiddetlenen Hakan, kızın yıkanıp gömülmesini emretmiş. Kızı yıkarlarken parmağındaki yüzüğü de çıkarmışlar. Sihirli yüzük çıkar çıkmaz kız dirilmiş ve başından geçenleri birer birer anlatmış. Bunun üzerine Hakan, Behnane’yi oğlu ile evlendirmiş. Bir yıl sonra da bir bebekleri olmuş. O çocuğunu büyütedursun, biz yine eve dönelim. Hoca Hanım, yine Peri Padişahı’na:
“Ay mı güzel, gün mü güzel; sen mi güzel, ben mi güzel?” demiş.
Peri Padişahı:
“Ne ay güzel ne gün güzel; ne sen güzel ne ben güzel… İlle Behnane!.. İlle Behnane!..” demiş.
Kadın:
“Ben onu öldürdüm.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Peri Padişah’ı kızın bir şehzade ile evlendiğini anlatmış. Hoca Hanım, tekrar cadı karısına giderek bir sihirli iğne yaptırmasını söylemiş. Cadı iğneyi yapmış. Hoca Hanım bu iğneyi alarak saraya gitmiş, uşaklara:
“Bizi yalnız bırakınız da biraz konuşalım!” demiş.
Uşaklar dışarı çıkmış. Kızı severken yavaşça sihirli iğneyi batırıvermiş. Behnane, derhâl bir kuş olup uçmuş. Kadın, hemen elbiselerini değiştirip feryada başlamış:
“Beni yalnız bıraktınız da bu hâle soktunuz? Şehzade gelsin de ben size gösteririm!” diye bağırmaya başlamış.
Akşamüzeri saraya gelen Şehzade, karısını çirkin bir hâlde görünce çok hiddetlenmiş ve uşaklara bağırıp çağırmış. Hemen hekimleri çağırtmış. Kadın hekimlere, kendisini iyi etmezlerse çok para vereceğini söylemiş. Bu sebeple hekimler her gün geliyor; fakat hastayı iyi edemiyorlarmış. Birkaç gün sonra has bahçede yatan bahçıvanbaşı, garip bir olayla karşılaşmış. Üç güzel gül dalından birine bir kuş konmuş ve bahçıvanbaşına:
“Bahçıvanbaşı!.. Bahçıvanbaşı!..” demiş.
Bahçıvan hayretle bu güzel kuşa bakarak:
“Efendim!” deyince kuş:
“Büyük Şehzade’m uyuyor mu?”
“Uyuyor.”
“Küçük Şehzade’m uyuyor mu?”
“O da uyuyor!”
“Uyusun, uyusun, üstüne güller bürüsün, konduğum dallar hep kurusun!” demiş ve kuş derhâl uçmuş, hakikaten konduğu dal da kurumuş.
Bahçıvanbaşı bunu Şehzade’ye anlatmış. Kuş ertesi gün yine bu dala konarak tekrar kurutmuş, bunun üzerine Şehzade, bahçıvanbaşının kulübesinde yatmış ve gül dalına da ökse sürmüşler.
Kuş yine gelerek:
“Şehzade’m uyusun, uyusun, üstüne güller bürüsün, konduğum dallar hep kurusun!” demiş. Fakat uçamayarak ayaklarından ökseye yapışmış. Şehzade dala koşarak bu güzel kuşu almış bir kafese koyup beslemeye başlamış, bunu duyan hain kadın, hekimlere:
“Şehzade’nin odasında bulunan kuşu kesip kalbini bana yedirmesini Şehzade’ye söyleyiniz, size bir avuç altın vereceğim.” demiş.
Hekimler altınları duyunca Şehzade’ye söylemişler, Şehzade de razı olmuş. Şehzade, kuşu hekimlere vermeden önce bu güzel kuşu eline alarak severken eline sert bir şey değmiş. Tüyleri üflemiş, bir de bakmış ki, kuşun başında bir iğne var. Hemen kuşun başından iğneyi çekip çıkarmış. Behnane eski güzelliği ile meydana çıkıvermiş.
Kızcağız:
“Şehzade’m!.. Bu hain üvey anam bir büyücüdür. Beni her zaman bu feci hâllere sokan alçak odur. Cezasını ver.” demiş ve ağlamaya başlamış. Gözlerinden inciler dökülmüş.
Şehzade gazaba gelerek:
“ Vay hain! Ben şimdi onun melun vücudunu cehenneme gönderirim!” diyerek kadının odasına gitmiş, kız da arkasından gelmiş.
Şehzade:
“Bre cadı! Kırk satır mı, kırk katır mı istersin?” deyince kadın:
“Satır düşman başına… Kırk katır isterim!” demiş.
Bu hain üvey anneyi cellatlar kırk parçaya bölmüşler. Her parçasını bir katıra koyarak her birini bir tarafa yollamışlar. Şehzade ile Behnane de eski mutlu günlerine geri dönmüşler.