Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «İntibah», strona 2

Czcionka:
 
Geldi sabah-i ruz-i civaniye infilak
Eyyam-i fitne erdi belalar mübarekî 25
 

Ali Bey ağniya evladından yirmi bir-yirmi iki yaşında bir delikanlı idi. Anasının, babasının bir tanesi olduğundan ve hususiyle pederi evlat kadrini gerçekten bilenlerden bulunduğundan “İstanbul’da bulunduğu hâlde” tahsiline, maarifçe terakkinin aksa-yi meratibine varmış olan yerler zadegânı kadar, itina olundu. Çocuk o yaşında iken birkaç lisan bilir; üdeba arasında, nevrestegân-i maarifin en müstaitlerinden addolunurdu. Hele pederinin –bizim taraflarda emsali az görülen– rıfk ü şefkati fıtratında olan saffet ve nezakete o kadar kuvvet vermiş idi ki terbiyesine, muamelesine bakanlar kendini âdeta bir melek zannederlerdi. Fakat biçare pederi sağ oldukça ciğerparesi için daima bir büyük endişe içinde idi. Çünkü çocuk sarı benizli, ziyade asabî, bununla beraber kanı da oynak bir şey olarak gördüğü hakimane terbiyelerin, müşfikane muamelelerin tesiriyle tabiatın netayicinden olan hiddete galebe eder gibi görünür ise de o mizacın, bir diğer neticesi olan inhimak ve iptilaya esir olduğu hemen her hâlinden anlaşılırdı. Her neye merak ederse bütün dünyayı unuturcasına ona hasr-i eşgal ederdi; bir şey arzu eder de husulünde bir mâniaya tesadüf eylerse maksadı ne kadar cüz’ı olur ise olsun, ele geçirmek için yolunda en büyük fedakârlıktan çekinmez idi. Hatta ufak bir emelinden meyus olunca günlerce hastalanır, gecelerce gizli gizli ağlardı.

Pederi ise dünyada hem en büyük kemalat hem de en büyük nekaisin saiki olan bu inatçı huyu çocuğun tabiatından çıkarmaya imkân göremediği için o meyelanı daima tahsil ve terbiye cihetlerine sevk ederek oğluna bir silah-i istifade etmek isterdi.

Vakıa Ali Bey, pederinin hayatından ve hele on dört-on beş yaşına girdikten sonra âlemde maariften başka sevilecek, arzu olunacak bir şey bulamaz olmuş idi. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey var ise dersleri idi. Bir küçük maksat için büyük fedakârlık ihtiyar ederse nüshası nadir bazı kitapları bahasının kırk-elli misline almakta ederdi; hastalanırsa bir bahiste mağlup olduğu için hastalanırdı; ağlarsa okuduğu şeylerde bir müşkül meseleye tesadüf edip de halledemediğinden dolayı ağlardı.

Fakat bu âlem-i inkılab kendi gibi sebatı sevenlerden olmadığından, çocuk yirmi yaşına girer girmez –sebeb-i vücudu, mürebbi-i efkârı olan– pederi ahirete intikal etmekle Ali Bey’in hâlinde birbirini müteakip enva-i tagayyürat, enva-i belaya zuhur etmeye başladı.

 
Der vakt-i cevanî zi muhabbet çi hicabest
Bes tavr-i acep lazim-i eyyam-i şebabest. 26
 

Çocuğun fıtratan teessüratı galip olmakla beraber aldığı terbiye vicdanındaki hissiyata bir kat daha kuvvet verdiğinden ve pederi ise bâis-i hayatı olduğu için indinde hayattan mukaddes olduktan başka her halükârda mürebbisi, müsteşarı, râzdaşı, yâr-i sadıkı olduğundan gönlünde ne kadar kabiliyât-i muhabbet var ise hemen cümlesini ona hasretmiş idi. Öyle hiç hatırında yok iken mâmelek-i vicdan ve irfanı olan bir vücud-i azizi telafisi kabil olamayacak surette bağteten gaip edince hayatın lezzetini de beraber gaip eyledi. Nedim-i ruhu olan kitaplarına bakar; nacins ülfetine düşmüş kadar sıkılırdı. Mesire-i efkârı olan kalemine gider; zindana atılmış kadar müteezzi olurdu. İşi gücü, odanın bir köşesine çekilerek yetimane ah etmeye, mahzunane gözyaşı dökmeye münhasır olmuş idi. Onun bu hâli ise validesine, zevcinin vefatından ziyade endişe vermekte idi.

Beyin validesi behredar-i maarif olan milletler kadınları gibi danişli bir şey değil ise de zaten zekâsı galip olduktan başka yirmi beş sene kadar beyinin terbiyesi altında kalarak gördüğü, işittiği hadiselerden onun irşad-i hakîmanesiyle pek çok hakikatler istihraç etmiş bir kadın idi. Ona binaen kendini de ye’sü keder önüne salıvermek lazım gelse sevgili zevcinden uzak düştüğü gibi bir de ciğerparesini de gaip edeceğini ve gözlerini ölülere ağlaya ağlaya dirileri görmeyecek bir hâle getirmek; dünyada olanlara zararlı, ahirette olanlara faidesiz olduğunu bildiğinden merdane bir ikdam ile ne kadar hüznü, ne kadar kederi var ise gönlünde hıfz eder ve böyle zevcinin eksikliğine ağlamak gibi en memduh olan bir hâlini kabahat yollu ketmetmeye mecbur olduğundan dolayı çehresine âriz olan acı acı tebessümleri hande-i neşat suretinde göstermek isterdi.

Çocuğu düştüğü hüzn-i sevdavîden almak için bin türlü vesail düşündüğü sırada, hanelerine yakın olan Çamlıca’yı da hatırından çıkarmadı. Nihayet bir çarşamba günü –ki mayıs evailine müsadif idi– felek zümrütten dökülmüş bir âyineye benzedi; üzerini muslî telden örtü çekilmiş gibi gayet beyaz bir bulut sereylemiş idi. Bir hâlde ki güneşin ziyası nazik mizaçlı bir nazeninin barıka-i cemali gibi dokunduğu yerleri tenvir eder fakat yakmazdı. Ağaçların –sayesinden sahralar istiğna hasıl ettiği için– yukarıdan aşağı nazari hakaretle bakar gibi gerdenkeşanî duruşları abes görünür idi. Rüzgâr memedeki çocuğunun uykusuna nigehbanlık eden validenin nefesinden hafif eserdi. Hanım hava ve sahranın bu letafetini görünce Ali Bey’i ricalar, niyazlar, ibramlarla Çamlıca’ya doğru çıkmaya ikna eyledi.

Seyre ilk gittiği gün oraları çocuğa pek bigâne görünmüş idi. Hatta ikinci, üçüncü defa dahi çocuğu sahraya temenni ile icbar ile çıkardılar. Ancak gide gide Bey, Çamlıca ile gereği gibi istinasa başladı. Birkaç gün birbiri üzerine kıra çıkmasa âdeta sıkılırdı.

İnsan ne garip baziçe-i tabiattır ki Ali Bey indinde en aziz olan bir vücudun fenasından müteessif iken asar-ı hayatın timsal-i mücessemi olan cihan-i medeniyetten kaçar da her arşın toprağında nice vücutlar nihan olmak cihetiyle, mevtin misal-i müşahhası olan sahralarda gezip eğlenmek isterdi.

Her ne hâl ise Bey, iki günde bir kere Çamlıca’ya gitmeyi –tabiatinde olan inhimak cihetiyle– hayatının levazım-i zaruriyyesinden addeder olmuş idi. Fakat gezişten muradı kalabalıktan kaçmak olduğu için, tatil günleri eğlencesinden geri kahr ve binaenaleyh cuma ile pazarı kendince hilaf-i âde sa’yü meşakkat eyyamından bilir idi.

Bir gün kalem arkadaşlarıyla Çamlıca’ya olan meylinden bahsederken kendinden orada bir ziyafet isterler, o da memnunlukla kabul ile: “Yarından tezi yok buyurun.” deyince “meğer mübahase bir sah gününe tesadüf eylediğinden” arkadaşları gülüşmeye başlarlar. Ali Bey ise bu handelere hiçbir mana veremeyerek sebebini istizah eder. Anlar ki rüfekası indinde Çamlıca’da cuma ve pazarın gayri –tenhalık cihetiyle– eğlenmek gayr-i kabil sayılır. Her ne kadar eğlenceden murat kalabalık seyretmek ise İstanbul ve Beyoğlu sokakları dururken Çamlıca’ya gitmeye hiç lüzum olmadığını anlatmak isterse de alışıldığa karşı gösterilen delail –velev bedihî olsun– ne kadar tesir ederse beyin behhaslığı dahi o kadar netice verebilir. Ekser kalem ihvanı arasında mutat olduğu üzere kendiyle zahirde pek laubali, hakikatte pek külfetli görüşen nazik beylerden bazıları Ali Bey’in öyle bir tenha günü teklif ve bu teklifinde ısrar edişini ziyafetten kaçtığına hamleder yollu birtakım kinayeli sözler söyledikleri için çocuk arzusundan değil hicabından daveti cumaya talik eyledi.

Validesi ise oğlunun “Öyle bir günlük eğlence atisince terettüp edecek felaketleri nereden keşfeylesin?” insan içine karışarak vakit geçirmeye meylini görünce ciğerparesi yeniden dünyaya gelmiş kadar memnun olmuş idi.

Cuma gelince karar veçhile, Bey’in arkadaşları saat üç27 raddelerinde Üsküdar’a geçerler. Sabah yemeğinden sonra zaten Ali Bey’in evinde mevcut olan iki arabaya binerler. Doğru mev’id-i salaları olan Çamlıca’ya giderler.

Bir müddet çeşmenin başında ikamet ile Ali Bey tabiatın nice yüz bin bedayi-i rengârengini, beriki beyler –mulevven ferace ve boyalı çehreleriyle mesireyi, ağaçları baştan aşağı çiçeklere gark olmuş da rüzgâr estikçe öteye beriye salınmaya başlamış bir bahçeye hemhâl eden– hanımların şivesini temaşa ile saat yedi buçuk-sekize28 kadar eğlenirler.

O vakit ise Çamlıca’nın en “civcivli”29zamanı olmak cihetiyle yollar birbiri ardınca akıp gelmekte olan yaşmak kalabalığından köpükler içinde kalmış birer seyl-i huruşanı andırmaya başladı. Beyler de yerlerinden kalktılar. Hanımlara karıştılar. Her biri belki bir tanesine iptilasından, ondan başka kimseyi sevmek ihtimali olmadığından, yolunda ölmeyi canına minnet bileceğinden, hasılı dünyada ne kadar soğuk yalan var ise cümlesinden bahisler açmaya başladılar.

Bu hâller ise Ali Bey’in fıtratına, terbiyesine bütün bütün mugayir olmak cihetiyle bu eğlenceden bayağı bir felaket kadar müteezzi idi. Fakat memleketimizin hâli malum: Ahbap arasında kalbin teessüratını halisane izhar etmemek ülfet âdabından sayılıyor. Eğlence gibi hiç hükümsüz şeylerde bile, beğenmediği hâli riya ile beğenir gibi görünmek insaniyet vezaifinden addolunuyor. Binaenaleyh biçare çocuk, ekseriyete tabi olmak ve gönlündeki ıstırabı safa şeklinde göstermeye çalışmaktan başka çare bulamadı. O da arkadaşlarıyla beraber öteye beriye gezinip dururken –hiç içindekilere dikkat etmeden– bir arabaya rüfekasından yeni öğrendiği tarz ile işaret etti. Lakin arabadan mukabele görmedi. Bu hâl ise evvel emirde bir ehl-i ırz arabasına tasallut etmiş olmak vahimesiyle bir derece hicabını mucip oldu ki kanında hasıl olan hararet vücudunu eritecek zanneyledi.

Öyle bir mevkide ve öyle bir hâl üzerine, lisanen isti’fay-i kusur için imkân göremediğinden mazerethâhâne bir nigâh-i huznalut ile beyan-i teessür etmek istedi. Kirpikleri birbirinden ayrılıp da o tarafa doğru bakar bakmaz arabanın perdesi bir kere açıldı, bilmediği yolda bir işaret göründü, gene derhâl kapandı.

Malumdur ki ciddiyatın birçoğu uysallıktan tevellüt eder. O kabîlden olarak bu biçare delikanlının da öyle arkadaş hatırı kırmamak için ihtiyar ettiği bir hareket sergüzeşt-i, ömrünü bir facia-i cangüdaza tahvil eylemiştir.

Arabadan edilen muamele nazarında, ismet perdesinden biihtiyarane aksetmek istemiş bir eser-i muhabbet gibi görünerek zihnine, kalbine bütün bütün istila etmiş ve birkaç dakika içinde dünyada emeli yalnız aldığı işaretin manasını bilmeye ve sahibini görmeye inhisar eylemiş idi. Bununla beraber hazm-i nefsinde kâmilane mücadelelerle rüfekasına hâlini sezdirmedi! Çamlıca’da bulundukça zâhirde herkese eğlenmekte ittiba eder fakat zihninde mahut işareti anlamak için –Mısr’ın hutut-i kadîmesini elde elifbası yok iken okumaya çalışan hükema gibiher şekilden nice mana, her vazı’dan birçok kazâyâ istihracıyle uğraşırdı. Fakat it’ab-i fikir ettikçe hallini istediği muamma işkâle düşer; muamması işkâle düştükçe zihnindeki yorgunluk artar; hayali ise bu devr-i fasit içinde hayran hayran dolaşır dururdu.

Akibet, bereket versin ki avdet sırasında başka bir arabadan gene aynı aynına öyle bir işaret zuhur eyledi de “gûya yeni girdiği meslekte malumatını ilerletmeye çalışır yollu işaretin” ne mana ifade eylediğini arkadaşlarından birine sual edebildi ve işaret “Etraf ağyardan hali olmadıkça muhabere caiz değildir.” demek olduğunu öğrendi.

Bu malumat üzerine ise işaret sahibesinin ismetince olan itikadı bir kat daha kuvvet bulmaya başladı. (O kadar tecrübesiz bir çocuk, ismetli bir kadının öyle işaretlerden bittabi haberdar olamayacağını nereden idrak eylesin?) Çocuk, bu fikir ile evine gelerek sabahlara kadar arabadaki hanımı zihninde bin şekle koymuş ve hiçbirinde gönlündeki arzunun timsalini görememişti.

Sabah olunca –zatında olan fetanet cihetiyle– kendini toplamaya ve böyle bir gün içinde o kadar senelik mahsuli ömrünü terk ettirecek surette kalbine hücum eden endişeyi bir tarafa atmaya azmeyledi. Evin kapısından çıkışı dahi bu niyetle idi. Hatta yolda Çamlıca tarafına bakmak istemedi. Fakat biçare ne yapsın ki daha arkadaşlariyle Çamlıca’ya gittiği gün harekât-ı ihtiyariyyesinin eceli gelmiş ve belki mezarı orada kazılmıştı.

İnsan her adımını rnezardan tebaüt için atar. Gene her adımda mezara bir adım daha tekarrüp eder. (Nitekim her nefesini temdid-i hayat için alır. Gene her nefeste hayatından bir nefeslik zaman eksilir.) İşte Ali Bey de o kabilden olarak Çamlıca’dan uzaklaşmak arzusuyla yol değiştirmeye başladı. Fakat her yol değiştirdikçe Çamlıca’ya daha kestirme vasıl olur bir sokağa girerdi.

Nihayet böyle endişelerde tabiî olan “herçibâdâbât” akibet-i vahimesine ittisalden kurtulamadı. Arabadaki hanımın fikirde hayalini tasvir ile uğraşmaktan ise Çamlıca’da cemalini taharri daha münasip olacağına hükmeyledi. Kaleme Beylerbeyi tariki ve Şirket’in30 mahut “dilenci vapuru”31 ile inmeyi düşünerek yola girdi. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Gûya aradaki mesafe tayyolunmuş veyahut yürüdüğü yollar uykuda geçmiş idi.

 
Hicrile çifte nehr-i revan gözlerim
Ol nev-nihali hayli zaman oldu gözlerim 32
 

Heyhat! İnsan için her gün zuhur eden bin türlü âmalin kaçma zafer müyesser olur! Bey, Çamlıca’ya vasıl oldu. Ancak oralarda gözüne tesadüf eden şey, arabadan aldığı işaretin yâd-i hazininden ibaret idi.

Öyle bir vakitte kalem kimin hatırına gelir? Çeşmenin yanındaki ağacın altında bir sandalyeye oturdu. Biraz vaktini sevdiğini ağyar arasında görmüş âşık gibi beht-i sırf içinde geçirdi. Bir hâlde ki simasındaki renksizliğe, âzasındaki hareketsizliğe bakılsa taş kesilmiş zannolunurdu.

Ondan sonra birdenbire yüzü kızarmaya, vücudundaki azanın her biri bir başka emele malik imiş gibi ayrı ayrı titremeye başladı. Yerinden fırladı. Yâriyle mev’id-i telakisini geçirmiş âşık gibi şiddetle, sür’atle etrafı dolaştı. Bir hâlde ki çehresindeki hararete, hareketindeki şitaba bakılsa oralara insan kıyafetinde bir yıldırım düşmüş kıyas edilirdi.

Kendi hâlâ aradığını bulmak ve ondan sonra İstanbul’a inmek hülyasında iken ufuktan doğru Çamlıca üzerlerine bir karanlık çökmeye başlamış idi. Bir karanlık ki her insan için ömründen zaman geçtikçe zuhuru tabii olan perde-i şek gibi ağır ağır gelir fakat dakika be dakika yaklaşırdı.

Bey ise o karanlığı gördükçe yorgunluktan gözleri kararıyor sanırdı. Akıbet kumru göğsü gibi her renginden nice reng-i diğer tevellüt etmek şanından olan gurup alamâtı görünmeye başladı.

Ali Bey ise o yaşa gelince hiçbir akşam; bir yerde kalmaya validesini alıştırmamış, sebepsiz bir gün kaleme gitmemek nefsinden sâdır olmamış; hasılı kendi âdetini tabiat-i âlem, kendi fikrini sırf hakikat bilmiş bir çocuk olmak cihetiyle böyle yirmi yıllık bir ömür içinde hiç başına gelmedik bir badireye uğrayınca o kadar telaş eyledi ki hâline bakılsa ölüm derecesine gelmiş bir hastadan fark olunmazdı. İnsan bir garip hayvandır ki her şeye alışır. Her alışmadığı şeyden korkar. Hatta bazı kere o kadar korkar ki mevti (mesela) dünyada en ziyade bekasızlıkla maruf olan ikbalden ayrılmaya bile tercih eder. (Ağleb-i ihtimaldir ki ölüm korkusunun umum nev-i beşere şamil olması da mevtin bir şahsa bir kere geldiği cihetle alışıklığa kabil olmadığındandır.)

Bey o telaş ile evine gurup ile beraber vasıl oldu ki çehresi gurup üzerinde bulunan güneş gibi hem ateşler içinde kalmış hem de sararmış idi. Kapıdan girer girmez herkesten evvel validesine tesadüf eyledi. Biçare kadın! Yavrusunu taharri eden ceylan gibi bir adım atar bir de döner etrafına bakardı. Bey’i görünce hiddet yerine o derece izhar-i beşaret eyledi ki oğlunun aguş-i vefasında birinci tebessüm-i masumanesini gördüğü zaman bile belki o kadar mesrur olmamıştı. Bu kadar meserretle beraber sitemden de kendini alamadı: “Ali’ciğim! Beni bu hâllere düşürmek insaf mıdır? Nerede kaldın?” Hüzünden, telaştan mürekkep birtakım sözlerle boynuna sarılmaya, yüzünü gözünü öpmeye, koklamaya başladı. Ali Bey’in cevabı ise: “Telaş etme! nineciğim! Şimdi yukarı çıkalım da hikmetini söylerim.” demekten ibaret idi. Fakat ne söyleyeceğini de bilmediğinden merdiven gözüne darağacı gibi görünür, gönlüne müstevli olan sıkıntıdan ise, o zamana kadar çektiği âlamın cümlesinden ziyade müteezzi olurdu. Çünkü o vakte gelinceye dek asla irtikâp etmediği yalancılığa müracaat etmekten başka validesini iknaya bir çare tasavvur edemezdi. İndinde ise hem yalan söylemek hem de en evvelki yalaniyle dünyada herkesten aziz bildiği validesini aldatmak ölümden beter bir azab-i elîm idi. Lakin biçare ne yapsın? Doğduğu günden beri meluf olduğu hicabı birdenbire terk ederek muhadderattan bir kadına nasıl hakikat-i hâli beyan etsin! Validesinin bittabi uğrayacağı endişeleri düşünmesin de ne hâl ile düştüğü felakete onu mahrem etmeye kalkışsın! Zarurî Dürug-i maslahat âmiz bih ez rast-i fitneengiz kavl-i mahudunu terk-i hicap etmek ve elbette üzmek seyyielerine tercih ile titreyerek ve söylediği sözler dudaklarını yakarcasına ağzından dökülerek: “Kalemde işimiz çok. Vapura yetişemedim. Belki yarın da yetişemem, merak etmeyin!” dedi. Hemen söylediğine pişman oldu. Çünkü pederi kendine daima “Halka söylemekten utanacağın bir işi yapmaktan nasıl utanmazsın? Sen herkesten alçak mısın ki yaptığın bir işi ötekinin berikinin bilmesinden hicap lazım gelsin de yalnız senin bilmekliğinden hicap lazım gelmesin?” der idi. Bir kere de: “Sevdiğini üzmemek için doğruyu ketmeyleme! Zira bir vakit gelir ki sevdiğin o ketimden haber alır da korktuğundan ziyade üzülür.” demiş idi.

Ne faidesi var ki memleketimizde herkes ve hususiyle kadınlar için büyüklük hükûmet hizmetinde büyümeye münhasır zannolunduğundan, validesi Bey’in ağzından kalemce meşguliyet sözünü işittiği gibi ciğerpâresince bir mukaddema-i ikbal kıyas ederek sürurundan yerinde oturamaz oldu. Çırpınarak: “Allah ikbalini arttırsın! Kal iki gözüm! Lazım olursa gece de kal! Ben merak etmem. İnşallah seni pek büyük görürüm. Tek o büyüklüğe yolun açılsın da ben gecelerce hasretine de tahammül ederim!” demeye başladı.

Bu sözler de Ali Beyce sırf yeni bir fikir idi. Çünkü Bey, kalemine, hizmetine, tahsiline pek müdavim ise de bu sa’yi kendince bir vazife bilir ve o vazifeyi bir zevk suretinde yerine getirirdi. Yoksa hiçbir vakit büyümek, nail-i ikbal olmak hatırına gelmemiş idi.

Öyle ikdam, ifay-i vazife gibi mealiyi itiyat ederek insan arasında gerçekten insan gibi büyümüş bir delikanlı, bir-iki gün içinde karı arkasında gezmek, yalan söylemek, validesinde hırs-i ikbal görmek gibi üç garibeye birden tesadüf edince fikri bittabi birkaç şiddetli rüzgâr önüne düşmüş bir sefineye dönerek her tarafa meyil göstermeye ve fakat bir tarafa gidememeye başladı. En büyük azmi validesine işin doğrusunu söylemek idi. Ancak akibet hevay-i muhabbet malum olan galebe-i mutlakasını icra ederek geç gelmeye ve gece kalmaya ruhsatından dolayı o defa Bey, kendini tekzip edemedi.

 
Ve beyne ihtilaf il leyli vessubhi ma’rekün
Yekürrü aleyna ceyşühu bil’acayib. 33
 

Vakta ki uyku zamanı gelip de Bey kendi odasında tenha kalınca vücudundaki kan seyyale-i berkiyye sür’atiyle harekete başladı. Gûya her damarı bir telgraf teli idi ki beynine dokunan cihetinden yıldırımlar saçılırdı. Uyumak ister; muktedir olamazdı. Düşünmek ister; bir şey bulamazdı. Yirmi yıllık ömrünün tecaribi nazarında hayal gibi kalmış idi. İki günün meşhudatı ise tabiatiyle o kadar kuvvetli bir zihne hatt-i hareket tayin edemediğinden beyin hâli hayret-i sırfa müncer olmuş idi. Gûya ki gözleri açık iken uyurdu; gûya ki uyanıklık âleminde rüya görürdü.

Bilmem gecenin haline hiç dikkat buyurulmuş mudur? Bir kere yeryüzüne o karanlık çöker; bir kere odanın kapısı, penceresi kapanır da tenhalığın vahşeti fikre, kalbe istila eder mi? Dünya ile ademin hiç farkı kalmaz. Ne tarafa bakılsa her şeye nazar taalluk etmez, ses işitilmez, yâr-ü ağyar görünmez. İnsan uykuya muktedir olabilirse Beliğ’in:

Nakd-i can ile bu âlemden ucuz kurtuldum.

kavlini tekrar ederek mezara girenler kadar bahtiyardır. Olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olur ise olsun nihayet bir-iki saat imtidat eder. İnsan uyumaya muktedir olamazsa tabii –belki zaruridir ki– nefsini, eneiyyetini gönlünün içinde saklanmış bilir. Cisim ruha bir mezar olur. Azab-i kabrin envai zuhur etmeye başlar. Acaba öyle bir hâlde hatırdan ne hülyalar geçmez? Acaba öyle bir uykusuzluk âleminde her düşündüğünü fiile çıkarmaya –Fiile çıkarmak nerede kalır?– mezara girdiği zaman münkireyne bil’ihtiyar söylemek ister kimse var mıdır?

Acaba insanın içini dışına çevirseler –vicdanı ile tenha kaldığı zamanlar– ettiği hulyalardan ziyade nazarında müstekreh görünür mü?

Bu cihan-i mihnette kim vardır ki bir gece tenha kalsın; bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin; o hâlde cihanı, nefsini, ef’alini, sevabıkını düşünsün de milletimizin en büyük edip, en büyük hâkimi olan bir zatı muhatap ederek: “Heyhat! Sözün aynı savap imiş. Âleme geldiğime ben de pişman oldum.” demesin.

Cihanın ne türlü bir dâr-i mihnet olduğu malum. İnsanın ne kadar zayıf bir mahluk olduğu da tarif ihtiyacından müstağni. Ali Bey’in ahlakını, terbiyesini, uğradığı endişeyi yukarıda tarif etmiştik. Şimdi bir kere kendinizi onun yerine koyunuz. Bir de birinci defa olmak üzere endişeden uykusuz kalınız. (O zikri mucib-i hicap olacak tasavvuratı bir tarafa bırakalım.) Simya bilmek, kimya yapmak, dünyayı kendi reyinize tatbik için bir kuvvet-i fevkaladeye malik olmak, define bulmak, bir kıt’ada tasaltun etmek gibi ne kadar muhalat ve hayalat var ise hepsine bir cihet-i imkân ararsınız. Akıbet gene acziniz görünür; gönül mevtten başka bir şey arzu etmemeye başlar. İnsan yatağının yorganına, çarşafına bakar da kefenden, topraktan bir farkını göremez. Kendini telef etmek ister, ona da kıyamaz. Çaresiz akıbet-i hale intizar etmeye karar verir, değil mi? Ali Bey’in hâli de bu mütalaanın aynı idi.

Zihni ne kadar tasavvurat ve hayalata muktedir ise birer birer piş-i nazarından geçirdi. Cümlesi gözüne uyku gibi tatlı fakat gece gibi karanlık, rahat gibi muhal görünürdü. Bu şeb-i yelday-yı ıstırabın sabahı ise pazar olduğundan Ali Beyce aksay-i makasit olan arabanın oralarda bulunabilmesi ağleb-i ihtimal olmak cihetiyle –diri diri mezara gömülmüş adam gibi– gözünü kırpmaksızın içinde yuvarlandığı yataktan kalkar kalkmaz ilk işi, gene o temaşagâh-i intizara azimet oldu ve Çamlıca’ya gidince iki gün evvel arkadaşlarıyla ihtiyar eylediği köşeye oturdu. İki saat intizar etmeksizin karşıdan beklediği araba da görünmeye başladı. Gûya ki ne kadar âmali var ise tecessüm etmiş de araba şekline girmiş karşısına gelmiş idi.

Pederini, validesini karşılayarak serbestçe bir lakırtı söylemeye hicap eden çocuk, arabayı görünce biihtiyar yerinden sıçradı, istikbaline şitap eyledi.

Kendi arabaya doğru gider, araba ise önünden firar ederdi. Gûya ki kendi talip, araba emel idi. Gide gide kalabalıktan ayrıldılar. Araba Çamlıca’dan takriben on dakika uzak bir ağacın altında durdu. Ali Bey, bir çeyrek kadar ne yapacağını bilmeyerek etrafta dolaşmaya başladı. İnsanın hâli budur: Bir maksadın arkasında dolaşır fakat husulüne en ziyade ümitvar olduğu zaman takarrübünden ihtiraz etmeye başlar.

Bey bu hâlde sergerdan-i hayret iken arabanın şafak rengine takliden yapılmış canfes perdeleri açıldı. İçinden gene bilmediği yolda bir işaret zuhur eyledi. Bu ise Bey için halli muhal diğer bir muamma idi. Birçok tasavvurdan, tefekkürden, şüpheden, tereddütden sonra insanın her bilmediği şeyi kendi arzusuyla mutabık bir yolda tevli etmek hassa-i malumesinin vücudüne binaen aldığı işareti davet manasına hamleyledi. (Meğer zannı ayn-i isabet imiş.)

Bu zan ile –yukarıdan beri tafsil olunan evza-i mahçubanesiyle– arabaya takarrüp etmek istedi. Bir hâlde ki gözünün, kaşının hasılı kâffe-i âzasının her hareketi istizan-i matlap için bir lisan-i edep olmuş idi. Bir on-on beş adım kadar takarrüp edince arabanın iki kapısı birden açıldı. Bey’e karşı olan tarafından kumru göğsü feraceli bir hanım, diğer taraftan iki cariye zuhur ettiler. Cariyeler seyis ile beraber bir tarafa çekildiler. Hanım, Ali Bey’in yanına doğru gelmeye başladı.

Malumdur ki böyle seyir ziyneti olan hanımefendilerin yüzlerindeki yaşmak âdeta kabarmış düzgün demektir. Setr-i sima için değil, tezyin-i cemal için kullanılır. Belki hassası havayi gönül, hafif akıl, yalancı nezaket gibi saklamak istediği şeyi tamamiyle meydana koymaktan ibarettir. İşte, Ali Bey’in birkaç geceden beri zihnine istila eden mahbube-i vicdanı hakkında olan hayalatını gözü önünde tecessüm ettiren o ukâse-i hüsn-ü ân tavsifine seza olan, sütre-i hafifenin taalluk-i nazara hevay-i nesimiden ziyade hail olamamasıdır.

Ali Bey ahlakında olan hicap ile gönlündeki şevk ve incizabın şiddet-i tesiratı içinde –iki mıknatıs arasına düşmüş bir cüz-i madenî gibi– sükûtu ıstırabı calip ve ıstırabı sükûtuna galip bir hâl-i mütereddidane ile nihayet derecelerde icbar-i nefs ederek gözlerinin üst kapağını biraz yukarı kaldırmaya muktedir olunca karşısında ne görsün: Üstat elinden çıkma sanemlerden mütenasip yapılı, siyaha mail samurî saçlı, incerek düz kaşlı, noktalı yeşil gözlü, siyah ve uzun kirpikli, hafif sarı üzerine mevçli koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı, (şiddet-i şeheveti gösterir surette) ateşî kırmızı kalınca dudaklı, her karşısına geleni kucaklayacak gibi önüne mail yürür, insanın kalbine girecek gibi manzuruna dikkatle bakar bir âfet duruyor.

Her türlü hevesat-i nefsaniyyenin şiddet-i galeyanı zamanında, o terbiyede bulunan bir delikanlı mahbub-i kalbi, ruh-i hayali olan öyle bir nadire-i rüzgârın birinci meclis-i mülakatına tesadüf ederse hayretten, giryeden başka neye muktedir olabilir?

İşte Ali Bey bu derece müşkül, böyle tesiratının izhar ve ızmarı nakabil bir beht içinde kalarak bir sözde arz-i murat istedikçe havf-ü tereddüt ile dudağını ısırmaktan başka bir şeye muktedir olamamak ve bir nigâh-i tahassürle keşf-i râz eylemek arzusuna düştükçe gözlerini girye-i tahayyürden kurtaramamak azabâbâdıstırabında iken hanımefendi tarafından feth-i kelama müsareat olunur.

25
Gençlik gününün sabahı açıldı,Kargaşalık günleri erişti, belalar mübarekî.

[Закрыть]
26
Delikanlılık çağında sevgiden niçin utanmalı?O acayip hâl gençlik günlerinin gerekli bir şeyidir.

[Закрыть]
27.Alaturkadır, şimdiki saate göre ondur.
28.Saat on beşe doğru.
29.Namık Kemal, yazılarında pek az kullandığı konuşma dili tabirlerinden olan bu kelimeyi tırnak içine alarak Arap veya Fars kelimelerinin asıllarını işaret etmekle gösterdiği dikkati bunda da gösterip akla gelebilecek olan karşılıklara evvelden bir cevap vermek istemiş sayılabilir. “Civcivli zaman” bilindiği gibi bir yerin en kalabalık bulunduğu zamandır.
30.Şirket, Boğaziçi’nde vapur işleten Şirket-i Hayriye.
31.Dilenci vapuru, Boğaziçi’nin Rumeli ve Anadolu kıyısı iskelelerine karşılıklı uğrayıp giden vapur seferine halkça takılmış ad.
32
Gözlerim ayrılık yüzünden akan çifte nehir oldu.Ben epey zamandır o fidan boyluyu gözleyip dururum.

[Закрыть]
33
Gece ile sabahın geçimsizliği arasında bir savaş vardır,Acayip askeriyle bize hücum eder.

[Закрыть]

Darmowy fragment się skończył.

7,34 zł