Mahallenin En Güzel Kızı

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Kalbin Aşk Vakti
Kalbin Aşk Vakti
E-book
6,08 
Szczegóły
Mahallenin En Güzel Kızı
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Ben bir İkarus’tum, dünya denen cehennemde doğdum.

Ürkektim korkuyordum, özgürlüğe doğru uçtum.


M’den Y’ye…


1

Sonunda öleceğin bir yaşam için fazla endişe ediyorsun, demişti babam. Her şeyi bu kadar düşünürsen kalbini kırmak için de o kadar sebebin olur, diye devam etmişti konuşmasına. Bana bunları söyledikten birkaç gün sonra da intihar ederek hayatına son verdi.

Ölümünün üzerinden neredeyse on üç yıl geçmesine rağmen çoğu gece babam aklıma gelirdi. Kimse onun neden intihar ettiğini bilmiyordu. Bir anda öylece çekip gitmişti. Ardında ne bir mektup ne de bir not bırakmıştı. Belki o da benim gibi yüreğine ait olmayan bir sıkıntıya düşmüş, işin içinden çıkamamış ve son çare olarak intihar etmeyi seçmişti.

Bütün gece babamın intihar nedenini irdeleyip durdum. Neşe dolu bir insandı ve etrafındaki herkese yardım etmeyi seven biriydi. Neden intihara karar verdiğini bir türlü anlayamıyordum.

Saat gece yarısını çok geçmişti. Yatağımda dönüp duruyordum ancak gözlerime bir türlü uyku girmiyordu. Oysa sabah erkenden işe gitmem gerekiyordu, samimiyetine güvenmediğim insanların arasında her gün sekiz saat çalışmak zorundaydım.

Sekiz saat az bir zamanmış gibi görünebilir ancak ayda yüz altmış saat eder. Yılda bin dokuz yüz yirmi saat eder ve yaşamım boyunca elli yedi bin altı yüz saat eder. Hal böyle olunca insan elli yedi bin altı yüz saat sürecek bu işkenceye neden maruz kaldığını da düşünmüyor değil doğrusu. Eğer sağ kalabilirsem ve bu sıkıcı işime otuz yıl daha devam edebilirsem sonunda emekli filan olabilirmişim.

Her günüm birbirine benzer olaylarla geçiyor. Sabah erken kalkıyorum, işe gidiyorum, çalışıyorum, işten geliyorum, yemek yiyorum, bir süre kitap okuyorum, film seyrediyorum canım isterse mastürbasyon yapıyorum, sonra gün bitiyor yatıyorum. Yarın da aynısı oluyor ve tabi ondan sonraki gün de… Bazen hafta sonları değişiklik yapıp Atatürk Parkı’ndaki güvercinleri beslemeye gidiyorum hepsi bu.

Deli değilim ya da Amok Sendromu, Histerik kişilik ve Apektif Psikoz gibi şaşalı ismi olan bir hastalığa da tutulmadım. En azından psikoloğum böyle düşünüyor. Sadece fazla duygusalsın, haddinden fazla duyguları yüreğine sığdırmaya çalışıyorsun, diyor. Sanırım herkesten saklamaya çalıştığım duygularım tıpkı babam gibi bir gün benim de sonumu getirecek.

Sıradan ve sıkıcı hayatımı dram konulu bir sinema filmine benzetebilirim. Öyle ki bu film izleyenin uykusunu getiren, hiçbir ödüle layık görülmemiş ve sonunda yapımcısını batıran, amaçsız ve unutulmaya mahkûm bir film. Hayatımda bir şeylerin eksik olduğunu biliyorum ama neyin eksik olduğunu henüz bulmuş değilim. Bir ara dine yöneldim, kitaplara gömüldüm, gitara merak sardım, dans öğrenmeye çalıştım, spora başladım… Bay-T sayesinde meditasyon bile yaptım. Gelin görün ki beni rahatsız eden o boşluk hissinden bir türlü kurtulamadım. Şimdilerde ise eski bir alışkanlığıma geri döndüm. Cebimde her zaman not defteri taşıyorum. Çünkü olur olmadık yerlerde aklıma dizeler geliyor.

Bazen şiir yazmak da bana iyi gelmiyor. Kendimi tamamıyla kaybetmişim gibi hissediyorum. Bu gibi durumlarda doğruca Arzu’nun kapısına dayanıyorum. Bakmayın bizim Arzu’nun otuz sekiz yaşında olduğuna, kadın taş gibi, öyle makyaj güzeli filan da değil. Organik kremler dışında pek bir şey kullanmaz. Arzu konuşurken onun dudaklarına bakarsanız Marilyn Monroe’ye çok benzediğini fark edebilirsiniz. Yine de onun hakkında cinsel çağrışım uyandıracak düşüncelere sahip değilim çünkü Arzu benim psikoloğum. Bay-T’den sonra en çok Arzu’yla konuşuyorum.

Bay-T’ye gelecek olursam, Bay-T’yle yıllar evvel bir bilgisayar oyununda tanıştık. Ona hâlâ Bay-T diye sesleniyorum çünkü oynadığı avatarın ismi buydu. Gerçek ismi İlker. Şimdiye dek Bay-T’yle hiç yüz yüze görüşmedik çünkü Çorlu’da yaşıyor. Hal böyle olunca birbirimize gidip gelmek mesele oldu. Yıllardır telefonla konuşup dururuz lakin bu yaz bizim Bay-T’nin düğünü var. İşten güçten vakit bulabilirsem ilk işim emektar arabama atlayıp soluğu Çorlu’da almak olacak. Kendimi öldürmeden önce yapılacaklar listemde Bay-T’nin düğününe katılmak da var.

Uzun zamandır -babam intihar ettiğinden beri- ben de kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Lakin bunu hangi yoldan yapacağıma henüz karar vermedim. Belki de hâlâ bir şeylere karşı umudumun olması bu işi yavaştan almama sebep oluyor. Umut dediğiniz nedir ki, tüketilmesi en kolay şey. Bir gün içimde umudun kırıntısı bile kalmayacak ve ben yaşama elveda deyip babam gibi buralardan gideceğim. Şimdilik bana en uygun intihar metodu: Bedenimi deforme etmeden yani ailemin beni teşhis edeceği bir intihar.

Sözüm ona bunalım evrelerinden biri değil bu. Artık kabullendim bazı şeyleri. Arzu’yla her görüştüğümüzde eskiye göre daha neşeli göründüğümü söylüyor, oysa uzun zamandan beri çevremdeki herkese olduğu gibi Arzu’ya da rol yapıyorum. Arzu benim öldüğümü öğrendiğinde ne kadar üzüleceğini tahmin edebiliyorum. Aramızda oluşan dostluk bağını geçtim, her psikolog hastasının intihar etmesini kaygıyla karşılar çünkü hastayı iyileştiremediği için hatanın kendinde olduğunu düşünür. Bu yüzden intihar etmeden önce sevdiklerime mektuplar yazmaya başladım. Kendini kötü hissetmemesi için Arzu’ya da birkaç tane mektup yazdım.

Yatağımda dönüp dururken hayatı baştan yaşamanın bir yolu olsaydı yine de intihar eder miydim diye düşünmeye başlamıştım. Yapmak isteyip de cesaret edemediğim her şeyi deneyebilir bambaşka biri olabilirdim bu sayede. Elbette ki burada Everest Tepesi’ne çırılçıplak tırmanmaktan bahsetmiyorum. Büyük Sahra Çölü’nü yaşlı bir deveyle geçmekten de bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey: Beni intihar etme düşüncesine sürükleyen olgulara hiç bulaşmamak. Basit görünen ancak hayatımı baştan aşağı etkileyen ve bir ömür boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum kararlarımı değiştirmek intihara olan tutkumu yok edebilirdi.

Gün ışığı perdenin altından yatak odama sızmaya başlamıştı. Sabah olmuştu. Ne gariptir ki dün de sabah olmuştu. Yarın da sabah olacak. Hepsi birbirinin aynısı, bir sabahın ötekisinden hiçbir farkı yok.

Zorla da olsa yatağımdan kalkıp mutfağa ilerledim. Mutfak tezgahının üstü dün gece bıraktığım gibiydi. Birkaç tane yağlı tava, yüzeyi aşınmış porselen tabaklar ve ağzına kadar sigara izmaritiyle dolu küllük beni çöpe at diye bağırıyordu. Bir fincan kahve yapmak dünyanın en meşakkatli işiydi sanki. Su ısıtıcısının düğmesine basıp yüzümü yıkamak için lavaboya gidip musluğu açtım. Paslı su şırıltıyla akmaya başladı. Birkaç saniye suyun durulmasını bekledim, gözlerim lekeli aynadaydı. Gittikçe yaşlanıyordum, her geçen yıl şakaklarımdaki beyazlar küfredercesine çoğalıyordu. Önceleri saçımdaki beyazları cımbızla tek tek çekerdim ancak bunun kaybedeceğim bir savaş olduğunu öğrendiğimden beri bunu yapmıyorum. Eğer sihirli lambadan bir cin çıksaydı ve bana hangi yaşıma geri dönmek istediğimi sorsaydı kuşkusuz on beş yaşıma dönmek istediğimi söylerdim. Yakında öleceğim için söylemiyorum bunu, sadece, o zamanlar, neyse işte…

Şu anda çorap ve yağ kokulu apartman dairesinde değil de sonsuzluğa doğru seyreden mavi şeritli bir karavanda olmak isterdim. Hemen yanımda Yasemin olmalıydı. Birbirimize sımsıkı sarılıp sonbaharın ılık yağmuru nazikçe çiselerken Ege üzümünden yapılma kırmızı şarabın hafif mayhoş tadını damağımızda hissedip, tutku dolu ve bir o kadar da ahlaksız sevişmelere kapılmalıydık. Geçmişin karanlık yönlerinden ve geleceğin belirsizliğinden arınıp bugünün değerini kavrayacak kadar uzun bir süre göz bebeklerimize odaklanmalıydık. Üçüncü tekil şahısların elem dolu tavırlarından uzakta, güneşe ve yıldızlara yakın bir yerde, Dünya’nın yaşamaya değer olduğunu birbirimize kanıtlamalıydık. Oysa bu hayaller güzel olmasına karşın bir hayli de imkansızdı günümüz koşullarında. Çünkü herkes bir şeylere sahip olmanın hayalini kurar ancak büyük çoğunluk kurduğu hayali gerçekleştiremez.

Bir ara seyyah olmaya karar vermiştim. Anneme göre bu fikir geleceğimi düşünmeden aldığım bir kararmış. Tahmin edildiği üzere annem benden sabah sekizden akşam beşe kadar çalışabileceğim bir işe girmemi istiyordu çünkü komşunun çocuğu böyle yapmıştı. İlk okuldan beri karşıma çıkıyordu komşunun çocuğu. Sürekli onunla kıyaslanıyordum. Ne yazık ki ben dahi biri değildim. Komşunun çocuğu ise her şeyde başarılıydı; derslerde, büyüklere saygıda, nezakette, kariyerde…

Anneme göre gezgin olmak sorumsuzluktan başka bir şey değildi çünkü gezginlerin hepsi sonunda aç kalırlardı ve sersefil bir biçimde ölürlerdi. Annem gözyaşlarını tülbendine silerken sürekli aynı soruyu sorup durmuştun bana. “Ecnebi memleketlerinde ölürsen cenazeni kim getirecek? Baban gibi seni de mi toprağa vereyim? Kocasız güç bela yaşıyorum, oğulsuz ne yaparım?”

Ölürsem cenazemi kim getirecekti? Anneme bir türlü ölmeye değil de yaşamaya gittiğimi, yeni yerler keşfetmek istediğimi, Dünya’yı tanımak gibi bir hayalim olduğunu ifade etmeyi başaramadım.

Aslında annemin beni neden gezgin olma fikrimden caydırmak istediğini tahmin edebiliyordum. Kuşkusuz bana olan sevgisinden yapıyordu bütün bunları. Sıradan olmayan bir mesleği seçersem zarar göreceğimi düşünüp caydırıcı metotlarla beni bu kararımdan döndürmeye çalışıyordu. Ancak annem bir şeyi unutuyordu, ilginin ve sevginin aşırısı insanı zehirleyebilirdi.

Dünya böyle bir yerdi işte. Herkes bir başkasının hayali için kendi hayallerinden vazgeçiyordu bu yüzden de hayat çoğu zaman planlar dahilinde ilerlemiyordu. Annemin endişesi üzerine gezgin olma hayalimi bir süre daha ertelemek zorunda kalmıştım ancak biliyordum ki ertelenen hayalden çoğu zaman vazgeçerdi insan.

Kahvemi fincana doldurduktan sonra pencere kenarındaki kanepeye oturup günlük haberleri dinleme maksadıyla televizyonu açtım. Her gün evden çıkmadan önce beş ila on dakika ülke gündemiyle aydınlanmaya çalışırdım. Tahmin edildiği üzere haberlerde Dünya’yı kurtaran bir kahraman çıkmamıştı. Bilmem kaç bin ışık yılı uzakta yaşanabilir bir gezegen de keşfedilmemişti. Daha çok insanın moralini yerle bir eden, nereden geldim şu Dünya’ya dedirten; gözünü dahi kırpmadan cinayet işleyenlerin vesikalık fotoğrafları ve geleceğimizi emanet ettiğimiz siyasilerin çocukça çekişmeleri vardı. Bu nedenle de isteyerek haberleri seyretmek mazoşist hislerle yapılmış bir eyleme dönüşüyordu.

 

Çocukluğumdan beri çevremdeki herkesten farklı olduğumu biliyorum ancak bu farklılık dahilikle veya sanatsal yetenekle ilgili değil. Dış görünüşümle de ilgili değil. Bu farklılık hislerimle alakalı. Kabul etmeliyim ki uyumsuz herifin tekiyim. Yani benden sürüye ayak uydurmamı filan beklemeyin. Bir süre bunun bir hastalık olduğunu düşündüm. Psikiyatrlardan yardım almaya karar verdim. Birtakım antidepresan ilaçlar kullandım ancak duygularıma yönelik kayda değer bir etki göremedim. Çünkü ben bir uyumsuzdum.

Belki de beni intihara sürükleyen nedenlerin en başında geliyor uyumsuz olmam. Yani bir koyun olduğumu düşünürsem sürümü terk etmek için kurtlarla bile anlaşabilirim. Her gün bu amaçsız sürünün içinde kendime ot bulmaya çalışmak ve sonunda aynı kaderi paylaşmak yerine ya sürümü terk ederdim ya da otun üstüne işerdim. Bahsettiğim şey sıradanlığı reddetmek.

Çoğu insan bir fakülteden mezun olduktan sonra bir işe girip ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyleri tek tek satın alarak mutlu olmaya çalışıyor. Bir ara ben de bu düzene ayak uydurmaya çalışmıştım. İşe girip ilk otomobilimi satın aldığım zaman neredeyse havalara uçacaktım. Kendimi öylesine mutlu hissetmiştim ki sık sık perdeyi aralayıp otomobilime bakar dururdum. Benzer durum ilk okul yıllarımda da başıma gelmişti. Ailem doğum günü hediyesi olarak mavi çizmelerden almıştı. İçi pamuksu güzel bir çizmeydi. Bir çift mavi çizmem olduğuna o kadar mutlu olmuştum ki birkaç gün çizmelerime sarılarak uyumuştum. Oysa şimdi binlerce çizme verseler yine de çizmelerine sarılıp uyuyan o çocuk kadar heyecanlı olamayacağım.

Dün ve ondan önceki gün yaptığım gibi işe gitmeden önce içinde bulunduğum ruh halimden faydalanarak bir şeyler yazmaya karar verdim:

 
Bir yıl önceki kendim ile
Karşılaşsam sokakta
Bir yabancı gibi geçip giderim yanımdan
Selam bile vermem
Başımı çevirip de bakmam
Saygısızlıktan değil, tanıyamadığımdan
Öyle bir değişime mecbur kaldım ki son zamanda
İyi mi kötü mü henüz kavrayamıyorum
Sormaya cesaret edemediğim bir soru var aklımda
Uçuyor muyum düşüyor muyum?
 

Saat yedi buçuğu çoktan geçmişti. Üstünkörü ütülediğim pantolonu üzerime giyip işe gitmeye koyuldum. Ev ile çalıştığım işyeri arası sadece yedi kilometreydi. Ara sokaktan iki şeritli caddeye çıktım. Caddenin sonundan sağa döndüm. Yüz metre kadar ilerledikten sonra kırmızı ışıkta durdum.

Ailemizin diğer üyeleri gibi babamın hayatı da fabrika köşelerinde çalışmakla geçmişti. Bu yüzden de babamın öyle kolay kolay boş vakti olmazdı. Resmî tatillerde, pazar günlerinde, dini bayramlarda; yazın bunaltıcı sıcağında, kışın dondurucu ayazında, Mersin Yolu üzerindeki torna fabrikasında çalışır dururdu babam. Bu konuda babam sürekli kendini örnek gösterir düzgün bir okul bitirmediğim takdirde onunla aynı kaderi paylaşacağımızı söylerdi. Hatta bu yüzden mahallenin en korkunç insanı olan Seracettin Abi’yi bile tembihledi.

Çocukken Seracettin Abi, doksan iki model şahin marka otomobiliyle yanımda durur, yüzüne bir hayli büyük gelen güneş gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirir -tabi parmaklarına doladığı ince taşlı tesbihi de yukarı aşağı sallardı- dersleri aksatıp aksatmadığımı sorardı. Seracettin Abi’ye her zaman aynı cevabı verirdim. Derslerim çok iyi gidiyor Seracettin Abi derdim. Matematiğimin akıbetini sorardı. Matematikten beş aldım Seracettin Abi, sınıfın birincisiyim, kimse benden iyi matematik yapamıyor, derdim. O sıralar Seracettin Abi’den aferin alabilmek her çocuğun harcı değildi. Seracettin Abi, karıştığı birkaç olay yüzünden mahalleli tarafından korkulan biri haline gelmişti. Seracettin Abi’nin ne tür bir olaya karıştığını bilmiyordum. Sanırım hırsızın birini bıçaklamıştı ya da onu öldürmüştü. Bir gün mahallenin diğer çocuklarıyla futbol maçı yaparken iki tane polis arabası gelip Seracettin Abi’nin evinin önünde durmuştu. Seracettin Abi polis arabasına binmeden önce mahalledeki binalara uzun uzun bakmıştı sonra da gözlerini bana çevirmişti. Oku aslanım oku demişti, serserilikten adam olunmaz! Bana söylediği son sözler bu olmuştu. Bir daha Seracettin Abi’yi hiç görmedim. Sokağın bir köşesinde bıraktığı doksan iki model Şahin marka otomobili yıllarca onu beklemişti. Lastiklerinin havası inmişti, gövdesi paslanmaya başlamıştı, camları kırılmıştı, ön tamponu düşmüştü, toz ve çamura bulanmıştı. Bir sabah uyandığımda Şahin marka otomobil de Seracettin Abi gibi çekip gitmişti.

Bay-T’ye göre her şeyden şikâyet eden sümüklü bir çocuk gibi davranıyormuşum. Şikâyet etmekten gözümün önündeki nimetleri göremiyormuşum. Hayata daha dokunaklı bakmamı sağlayacak şey de meditasyon yapmakmış. Bay-T depresyona giren ev kadınlarına meditasyon tekniklerini öğreterek geçimini sağlıyor. Pek para kazanmıyorum diyor ama bana sorarsanız para böyle işlerde var. Bay-T meditasyon seansları vermeye başlayalı daha iki yıl bile olmadı ama şimdiden altına Audi çekti. Eminim ki yakında bütün Çorlu’yu satın alacaktır. Bay-T’ye göre aksiliklerden, garabetten, şanssızlıktan, vesveseden ve hazımsızlıktan kurtulmanın tek yolu meditasyon yapmak. Yakında bununla ilgili bir kitap yazarsa şaşırmayın. Ne de olsa herifte ticari kafa var!

Gerçek şu ki meditasyon yapmak şu sıralar epey popüler. Toplumda popüler olan bir şey ise bana her zaman itici geliyor. Tıpkı çok satanlar listesindeki kitaplara çok satanlar listesinden düşmeden elimi bile sürmediğim gibi. Topluluğun bir şeyi beğenmesi ve göklere çıkarması benim o şeye karşı anti sempati duymama sebep oluyor. Harry Potter kitaplarını bile ancak yıllar sonra okuyabildim. Çevremdeki herkesin överek bitiremediği dizileri hâlâ izlemiş değilim.

Anneme göre üzerimdeki kara bulutların, kırılgan yapımın ve bir türlü insanlara uyum gösteremememin tek nedeni kem gözlerdi. Ne zaman memlekete gitsem annem beni karşısına oturtur üç Kulhü bir Elham okumaya başlardı. Anneme göre kem gözlerin açtığı yarayı kırk doktor birleşse yine kapatamazdı. Bu yüzden babam hâlâ hayattayken kendini iyi hissetmediği zamanlarda annemin dizine başını koyar ve annemden üç Kulhü bir Elham okumasını isterdi. Annem başına geçirdiği tül yazmayla duaya başlardı. Duayı okudukça ağzı mengene gibi açılırdı. Esnemekten kendinden geçerdi. Anneme göre esnemek nazarın vücuttan çıktığının bir göstergesiydi. Esnemek ne kadar şiddetliyse nazar da o kadar güçlü demekti. Çocukluğum annemin babama okuduğu dualarla geçti. Gerçek şu ki: Zihnim tufana uğramış gezegenler gibi kaotikken kem gözlere suçu atmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum.

Çoğu şair yaşamayı öylesine dokunaklı ifade etmiştir ki sanırsınız herkesin sırtında bir çift kanat var ve kötülük yeryüzüne hiç uğramamış. Bana kalırsa yaşamak o kadar da eğlenceli değil. Yaşamak çorap söküğü gibi, karmaşık, her şey belirsiz, insanları anlamak mümkün değil. Keza kendini ifade etmek de öyle. Bütün bunları yakında intihar edeceğim için söylemiyorum sadece farklı pencereden de bakmak gerek hayata. Eğer yaşamı ifade eden bir şiir yazsaydım kuşkusuz bu şiir şöyle olurdu:

 
Yaşamak,
 
 
İnek pisliğine bulanmış kâğıt parçası gibidir,
Yaşamı anlayabilmek için pisliği temizlemeniz gerekir.
 

Hastanenin bodrum katındaki tek gözlü bir odada arşive kaldırılan evrakların mühür ve imza eksiği olup olmadığını inceliyordum bütün gün. Tıpkı evim gibi çalışma alanım da dört duvardan oluşan bir cehennemdi. Bu odada yalnız başıma çalışıyordum çünkü bu işi yapacak başka gönüllü çıkmamıştı. Sabahtan akşama kadar mavi klasörlerdeki sayfaları karıştırıp mührü eksik olan evrakları bir köşeye ayırıyordum. Ne hoş ki halimden memnun sayılırdım. İrrite edici onlarca insanla birlikte çalışmak yerine yalnızlığımın kollarında savrulmak bana daha cazip geliyordu.

Çalışma odama girdiğimde gördüğüm manzara her zamanki gibi iç karartıcıydı. Soluk beyaz duvar, gıcırdayan bir sandalye, masanın üzerine yığılmış yüzlerce klasör, etrafa dağılmış kağıtlar, mühürsüz raporlar, lekeli çay bardağı ve odanın içinde kol gezen derin küf kokusu… Bu oda üç yıl önce de böyleydi, üç yıl sonra da böyle olacaktı. Hiçbir şey değişmiyordu. Sandalyeye düşercesine oturdum ve öğle arasına kadar başımı dahi kaldırmadan klasörleri karıştırmaya başladım.

2

Birkaç gün sonra Arzu’nun kliniğine gittim. Bay Çokdertli’ye (yeşil psikolog kanepesi) oturmadan önce kliniğin teras kısmında sigara içen kızıl saçlı bir kadın gördüm. Uzun uzun inceledim kadını. Yaşı nereden bakılsa yirmi üç ya da yirmi dört vardı. Beline kadar uzanan dalgalı kızıl saçları ahenkle sallanıyordu rüzgârda. Elmacık kemikleri pudra pembesi bir renkle parıldıyordu. Siyah dar pantolonu vücut hatlarını mucizevi bir biçimde ortaya çıkarmıştı. Üzerine geçirdiği ince beyaz gömleği gün ışığı sayesinde sutyeninin rengini ele veriyordu. Kadının Afrodit’e benzer narin görüntüsü her ne kadar erkekliğimi okşamayı başarmış olsa da beni asıl ilgilendiren konu terastaki kadının Yasemin’e çok benzemesiydi. Oysa Yasemin yer yüzündeki bütün kadınlardan daha güzel ve daha alımlıydı. Onun eşi benzeri yoktu. Kimse şu dünyada Yasemin kadar mükemmel değildi. Kimse Yasemin kadar şirin olamazdı.

Arzu’ya dönüp terastaki kadını işaret ederek “O kim?” diye sordum

“Yabancı değil,” dedi, “Kuzenim olur, İzmir’den bu sabah geldi.”

Demek İzmir’den gelmişti. Bir zamanlar Yasemin de İzmir’deydi. Birkaç yıl evvel mahalledeki Sinan söylemişti Yasemin’in İzmir’de olduğunu. Pespaye bir meyhanenin ucuz yabancısı demişti Yasemin için. Bir hafta önce ise Sinan’ın büyük kardeşi Bekir ağzından baklayı çıkarmıştı. Yasemin’in günlük iki yüz liraya konsomatrislik yaptığını söylemişti utana sıkıla. Belki de bu yüzden mahalleli beni gördüğünde yolunu değiştiriyordu. Yasemin’e toz kondurmadığımı biliyorlardı.

Arzu cevap vermediğimi, terastaki kadını dikkatle incelediğimi görünce, “Her şey yolunda mı?” diye sordu, “Sanki bugün biraz durgun görünüyorsun.”

“Hayır ben iyiyim sadece biraz uykusuzum. Sanırım ondan.”

“Yine uyku problemleri mi yaşamaya başladın?”

“Dün gece güzel bir film izlemiştim. Sabaha karşı uyudum.”

“Anladım, “dedi cevabımı sorgularcasına. Kahve yapmak için köşedeki makineye yöneldi. Bir süre sessizce suyun kaynamasını bekledi. Titrek narin elleriyle kahveyi kaynar suya ekledi.

“Bazı insanlar izlediği filmlerden veya okuduğu kitaplardan çok etkileniyor. Bu iyi bir şey, duygularımızı harekete geçiren her kaynağa ihtiyacımız var. Yine de insan kendini filmlere fazla kaptırmamalı.”

“Beni filmler, kitaplar, şarkılar mutlu ediyor.”

“Ya dış dünya?”

“Dış dünyada ilgimi çekecek kayda değer pek bir şey yok. İki yüzlü insanların manasız fikirlerini anlamaya çalışmak yerine dört tarafı duvarlarla çevrili evimde film seyretmeyi tercih ederim.”

“Yine de bizler sosyal canlılarız. Sosyalleşmemiz gerek.”

“Yalnızlık beni daha çok mutlu ediyor. Hem inan bana böylesi daha az riskli.”

“Neden böyle düşündün?”

“Çünkü bir insanla tanıştıktan sonra o insanın tavırlarıyla kalbin kırılabilir ancak o insanla hiç tanışmazsan kalbin de kırılmaz.”

“İnsanların sana zarar vereceğini mi düşüyorsun?” diye sordu Arzu, “Yani bu yüzden mi arkadaş edinmeye korkuyorsun? Bu yüzden mi kendini bütün gün eve kapatıyorsun?”

Nedense bu soruya güleceğim tutmuştu. “Yalnızlığı tercih etmemin nedeni insanların zaten bana zarar vermiş olmaları.”

“Genelleme yapmadığını farz ediyorum.”

“Hayır genelleme yapmıyorum ama yüzde doksan dokuzluk kısmından bahsediyorum. İnsanlarla neden sosyalleşeyim ki?

Onların bana sağladığı neşeyi bir sokak kedisi de bana verebiliyor.”

Arzu endişeli bir biçimde başını salladı. “Sadece biraz daha zamana ihtiyacın var. Baban vefat ettikten sonra birtakım sorunlar yaşadığını biliyorum ve bu durum sende derin etkiler bıraktı. Ancak bunun üstesinden geleceksin. Sen güçlü birisin.”

Bir konuda Arzu yanılıyordu ben güçlü biri değildim. Ben sadece umursamamanın kıymetini anlayan biriydim. O sıra babamın intihar ettiğini ilk benim fark ettiğim doğruydu. Onun soğuk bedenini ağaçtan indirmeye çalışırken kendimi bir kâbusun ortasındaymış gibi hissetmiştim. Ancak bütün sorunların buna bağlı oluştuğunu söyleyemezdim. Binlerce faktör vardı yalnızlığı tercih etmemde.

Arzu konuyu değiştirmek için geçen gün başına gelen bir olayı anlatmaya başladı. Arzu gülümsedikçe yılbaşı balosunda şampanyasını yudumlayan fiyakalı takım elbiseli herifler gibi hissediyordum kendimi. Normalde böyle neşeli bir insan değilimdir ama Arzu karşıma geçip gülümseyince bam tellerim şahlanıyordu. Dünyanın en kibar erkeği olasım geliyordu. Arzu’ya karşı bir şey hissettiğimden değildi bu duygu hani bazı insanların gülümsemesi bile mutluluk nedenidir ya işte o yüzdendi.

 

Arzu başına gelen olayı anlattıktan sonra, konu yine benim duygusal sorunlarıma döndü. “Gerçek çoğu zaman gözlemlenebilir,” dedi ciddi bir sesle. “Buraya ilk geldiğin gün nasıldın, şimdi nasılsın… Oysa seni dinlemekten başka hiçbir şey yapmadım. Sen kendi kendini iyileştiriyorsun. Bunun farkına var.”

Arzu gerçekten de haklıydı. Buraya ilk geldiğimde vasat haldeydim. İnsanlarla iletişim kurmak istemiyordum. İnternetten indirdiğim dizilerin tüm bölümlerini seyretmeden evden çıkasım gelmiyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımda nereden nereye gelmişim diyorum. Sorun şu ki gelebileceğim son nokta bu. Kendimi daha fazla iyileştiremem. Kuşkusuz şu an bulunduğum sınır yeterli değil. Arzu’ya göre psikolojik rahatsızlıkların ardındaki en büyük iki neden travmatik olaylar ve toplum tarafından anlaşılmamak. Arzu’ya göre toplumun daha fazla psikoloğa ihtiyacı yok, toplumun daha çok anlaşılmaya ihtiyacı var.

Fiziksel ve zihinsel yeterliliğe sahip her insan altı aylıkken başlarmış kendini ifade etmeye; fikirlerini, duygularını, hislerini bir başka insanla paylaşması gerekirmiş. Eğer ki kendini ifade etmeyi başaramazsa sonunda bu dünyaya ait değilmiş gibi hisseder ve yalnızlık kaderi olurmuş. Arzu, ben sadece psikoloğum diyerek bunun tanrısal bir güç olmadığını ifade etmişti. İnsanların hayatı boyunca iyi hissetmesini sağlayacak sihirli bir değneğim yok, onları sadece dikkatle dinliyorum, çünkü herkesin içine sığdırdığı bir hikayesi var, diye devam etmişti konuşmasına.

Şimdi biri çıkıp sorsa: Dünyanın en iyi psikoloğu kimdir? diye. Kuşkusuz dünyanın en iyi psikoloğu Arzu derdim. Lakin Arzu’nun bile bazı insanları iyileştirmeye gücü yetmiyor.

Arzu dudağını büküp uzunca bana baktı. “Belki de senin ihtiyacın olan şey duygusal anlamda bir yakınlaşmadır,” dedi. “Etrafında hiç hoşlandığın bir kadın yok mu? Yani ilgini çeken birileri ya da hoşuna giden birileri?”

“Hayır. Hayır yok. Kimse ilgimi çekmiyor.”

“Peki o geçen günkü yazdığın aşk şiiri? Onu kime yazmıştın?”

Elbette ki o şiiri Yasemin’e yazmıştım. İçinde aşkın geçtiği her şeyi Yasemin’e adıyordum. Arzu bu konuda ona cevap vermediğimi görünce beni daha fazla sıkıştırmak istemedi.

“Şiir yazmanın sana iyi geldiğini biliyorum,” diye sürdürdü konuşmasını. “Kendini bu şekilde ifade ediyorsun, belki de şiir yazmak senin hayat felsefeni belirleyecek. İnsan ne olursa olsun kendini ifade edecek yeni yollar bulmalı, şarkı söylemeli, resim yapmalı, dans etmeli… İnsan kendini ifade ederse zihnindeki kavgadan da kurtulabilir ama insan olmadan ifade de olmaz. Hayali bir karakter yerine gerçek bir insana şiir yazman kalbini ısıtabilir,” dedi dostça bir tebessümle.

Yasemin hayali bir karakter değildi. Sadece Yasemin’den kimseye bahsetmek istemiyordum. Aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ fikirlerimde dolaşıyordu. Yasemin benim çocukluktan beri sevdiğim kadındı. Rüyalarım onunla renkleniyordu. O mahallemizin en güzel kızıydı… Gidişi bende kıyamet etkisi yarattı.

Annem, o sıralar yaşadığım bunalımlı evreyi atlatabilmek için bir psikiyatrdan yardım almam gerektiğine karar vermişti. Babam öldükten sonra benim adıma hep annem karar vermeye başlamıştı. Hangi üniversiteye gideceğime, hangi mesleği icra edeceğime, hangi şehirde hayatımı sürdüreceğime ve hangi düşünceye sahip olacağıma kadar her şeyde annemin etkisi olurdu.

Yaklaşık üç ay boyunca antidepresan ilaçları kullanıp pek bir faydasını görmeyince, psikiyatri doktorumu değiştirmeye karar vermiştim. Hayatıma yön veren doktoru hâlâ hatırlıyorum. Stephen King romanlarından fırlamış gibiydi. Gözaltı torbaları mosmordu, beyaz saçları elektrik akımına kapılmış gibi dimdik duruyordu, kalın mercekli gözlüğü ve tuvalet tasına benzeyen kemiksi yanakları herifin ruhsal deliliğini dışa vurmuş hali gibiydi. Tedavi olmak için gelen hastalardan daha deliydi belki de.

Utana sıkıla doktorun odasına girdiğimde, “Anlat çocuğum,” demişti bana, “Seni buralarda gördüğümüze göre canını sıkan birkaç mesele olmalı.”

Yeni psikiyatri doktoruma ne gibi sorunlarım olduğunu ve kendimi nasıl hissettiğimi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. Psikiyatr tavrını hiç bozmadan ve anlattığım mesele sanki kayda değer değilmiş gibi, “Hı, öyle mi, ne yani bütün mesele bu muydu?” demişti. Evet, bütün mesele buydu aslında, babamı kaybetmiştim, Yasemin çekip gitmişti, “Daha ne olmasını bekliyordun çakma Emmett Brown?” diye tepki göstermiştim psikiyatra. Psikiyatr karşıma oturup hayatım boyunca unutamayacağım o konuşmayı yapmıştı. “Şu anki hislerin, duygularının verdiği bir tepki sadece evladım, unutma ki tepkiye karşı koymadığın sürece gelişmen de pek mümkün değildir. Bunu antidepresanlar değil, irade başarabilir. Dünya her zaman karmaşık ve karmaşık olmaya da devam edecek, bazen bu karmaşıklığın içinde canımız yanabiliyor, üzülüyoruz, bunalıyoruz. Bazen sevdiklerimizi kaybediyoruz, bazense kendimizi kaybediyoruz. Mutluluk sevdiklerinle vakit geçirmektir, ayrıca mutluluk kaybettiğin sevdiklerine veda etmeyi de bilmektir. Her şeyin bir nedeni vardır evladım. Dostoyevski’yi ele alalım. Dostoyevski berbat bir çocukluk geçirdi, sarhoş bir babanın ve hasta bir annenin gözlerinin önünde nasıl eridiğine şahit oldu. Kumar bağımlılığı yüzünden sürekli borç batağına düşerdi, çoğu zaman da sara nöbeti geçirir ve kendini kaybederdi. Eşi öldükten sonra sekreteriyle evlendi, daha sonra öz kızı öldü. Devlete karşı suç işlediği gerekçesiyle tutuklanıp idama mahkûm edildi, tam kurşuna dizileceği sırada affedilip Sibirya’nın dondurucu soğuğunda hapiste yatmak zorunda kaldı. Oysa Dostoyevski durmadı, sürekli yazdı, yazdı yazdı ve yazdı, Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan çektiği acılardı. Belki o, diğer insanlardan daha zor durumları tecrübe etti ancak o dünyanın en iyi edebiyatçılarından biri. Şu anda başına gelen sorunlarla nasıl baş edeceğin konusunda sana bir yol göstereceğim,” deyip, önündeki reçeteye bir takım antidepresan ilaçlar yazdı. “Sana bunları yazıyorum çünkü kapının dışında bekleyen annen benden bunu yapmamı istiyor, aslında senin gibi büyümeye çalışan her çocuğun annesi benden bunu istiyor. İlaç yazarsam tedavinin başarıya ulaşacağını düşünüyorlar oysa sen de tıpkı diğer çocuklar gibi büyüyorsun sadece. Verdiğin tepkiler farklı olabilir, içinde bulunduğun durum gayet normal, sen hasta değilsin, sen sadece bir yoldan geçiyorsun,” deyip yazdığı reçeteyi elime tutuşturmuştu. Kapıdan çıkmadan önce bana son sözleri şu oldu, “Unutma evladım! O ilaçları sana, kullanasın diye yazmadım, içiyormuş gibi yap sadece. İlaçları çöpe değil tuvalete at böylece ailene de yakalanmazsın,” demişti. Onun söylediklerini harfiyen uygulamıştım. Bir süre sonra kendimi gerçekten de daha iyi hissetmeye başlamıştım. Birkaç ay sonra o psikiyatrı tekrar ziyaret ettim, yanımda annem de vardı. Psikiyatr, “Oğlunuzun artık ilaç kullanmasına gerek yok, gördüğünüz gibi kendini eskiye göre daha iyi hissediyor ancak bu sorunun tekrarlanmayacağı anlamına gelmez. Size bir psikolog önereceğim, ona gidin, benim gönderdiğimi söylerseniz ücret konusunda da bir indirim yapabilir, harika bir hanımefendidir, mesleğinde de bir hayli başarılıdır,” deyip, Arzu’nun adresini vermişti. O gün bu gündür haftada bir gün Arzu’yla konuşur, yaşadığım bunalımlı evreden kurtulmaya çalışırdım.

Uzun zamandır merak içinde olduğum konulardan biri öldükten sonra bana tam olarak ne olacağıydı. Girdaba benzeyen bir ışık demeti beni gökyüzüne doğru mu uçuracaktı yoksa zifiri karanlığa mı gömülecekti her şey. Ne yazık ki bu deneyimimi paylaşamayacağım çünkü ölüler mektup yollamaz. Oysa o anki hissettiklerime dair iyi şiirler yazabilirdim. Şiirin adı da şu olurdu: Peşimden Gelmeyin Burası Çok Sıcak. Cehennem dedikleri yer sıcak olurdu ne de olsa. Kendimi öldürdüğüm için krizantem bahçesine gidecek değildim ya! İntihar kutsal kitapların hepsinde de ağır günah olarak geçiyordu, peki ama ya tüm intiharlar aslında cinayetse? Katiller ise elini kolunu sallayarak etrafta dolaşıyorsa asıl cehennem dünya olmaz mıydı?