Teröristler

Tekst
Z serii: Martin Beck #10
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

1

Emniyet Genel Müdürü gülümsüyordu.

Genellikle cana yakın ve çocuksu gülüşünü basın ve televizyona saklar, Emniyet Amiri Stig Malm, İstihbarat Şefi Eric Möller ve Cinayet Büro Şefi Martin Beck gibi yakın çevresindekilere nadiren gülümserdi.

Bu üç adamdan sadece biri gülümsedi. Stig Malm’ın çok güzel, bembeyaz dişleri vardı ve gülerken bembeyaz dişlerini göstermekten hoşlanırdı. Yıllar içinde gülümsemenin binbir türlüsünü görmüştü. Şimdi de kendisi göze girmek için yapmacık bir şekilde gülümsüyordu.

İstihbarat şefi esnemesini bastırdı, Martin Beck ise burnunu sildi.

Saat daha sabah yedi buçuktu, Emniyet Genel Müdürü’nün acil toplantı düzenlemek için en sevdiği saatti, ama bu, merkeze düzenli olarak tam o saatte geldiği anlamına gelmiyordu. Çoğunlukla sabahın geç saatlerine kadar ortada gözükmezdi ve geldiği zaman da en yakındaki iş arkadaşları bile ona ulaşamazdı. Kapısında ‘Emniyet Genel Müdürü’nün Kalesi’ gibi bir cümle yazılmış olsa yeridir, sahiden de burası geçilmez bir hisardı. Doğal olarak da buranın kapısını ‘Ejderha’ lakaplı, bakımlı bir sekreter koruyordu.

Bu sabah Emniyet Genel Müdürü neşeli ve sevecen bir tavır takınmıştı. Hatta odaya bir termos kahve ve her zamanki plastik bardaklar yerine de gerçek porselen kupalar getirtmişti.

Stig Malm kalkıp kahve koydu.

Martin Beck, tekrar yerine oturmadan önce pantolonundaki kırışıklığı düzelteceğini, ardından elini biçimli dalgalı saçlarında dikkatlice gezdireceğini biliyordu.

Stig Malm onun amiriydi. Martin Beck ona en ufak bir saygı duymuyordu. Martin Beck kibirli ve işgüzar davranan üstlerine artık eskisi kadar sinir olmuyordu. Hatta bugünlerde bu tip insanları sadece gülünç buluyordu. Öte yandan sinirini bozan ve sıklıkla işini yapmasına mâni olan şey, adamın katılığı ve hiçbir zaman öz eleştiri vermemesiydi. Bu da pratik polis işleri konusunda hiçbir şey bilmemesi kadar önemli bir eksiklikti. Böylesi bir pozisyona da hırsı, siyasi fırsatçılığı ve az da olsa sahip olduğu idare kabiliyeti sayesinde yükselmişti.

İstihbarat Şefi kahvesine dört küp şeker koydu, kahveyi kaşıkla karıştırdı ve kahvesini höpürdeterek içti.

Malm kahvesini şekersiz içti, sağlığına çok dikkat ederdi.

Martin Beck kendini pek iyi hissetmiyordu, bu yüzden sabahın bu erken saatinde canı kahve istemedi.

Emniyet Genel Müdürü hem şeker, hem krema koydu ve serçe parmağını büküp kupayı kaldırdı. Kahveyi bir yudumda midesine indirdi, kupasını ileri itti ve aynı anda cilalı toplantı masasının köşesinde duran yeşil dosyayı önüne çekti.

“Hadi bakalım,” dedi tekrar gülümseyerek. “Önce kahve, sonra işler.”

Martin Beck hiç dokunmadığı kahvesine sıkılarak bakıyordu. Canı bir bardak soğuk süt çekmişti.

“Nasılsın, Martin?” dedi Emniyet Müdürü, pek de inandırıcı olmayan bir ilgiyle. “Pek iyi görünmüyorsun. Yine hastalanmak niyetinde değilsindir umarım. Sensiz kalma gibi bir lüksümüz yok, biliyorsun.”

Martin’in hastalanmak gibi bir niyeti yoktu. Zaten hastaydı. Sabahın üç buçuğuna kadar yirmi iki yaşındaki kızı ve kızının erkek arkadaşıyla şarap içmişti ve bunun sonrasında berbat görüneceğinin farkındaydı. Fakat kendi başına açtığı derdi üstüyle konuşmaya hiç niyeti yoktu, ayrıca ‘yine’ kelimesini kullanması haksızlıktı. Mart ayının başında bir kere grip olup yüksek ateşten dolayı üç gün işe gelememişti ve şu anda aylardan mayıstı.

“Hayır,” dedi. “İyiyim. Sadece biraz üşütmüşüm.”

“Gerçekten hiç iyi görünmüyorsun,” dedi Stig Malm. Ses tonu ilgileniyormuş gibi değildi, azarlıyordu resmen. “Gerçekten.”

Ona sert bir şekilde baktığını görünce iyice sinirlenen Martin Beck şöyle dedi; “İlgine teşekkür ederim ama iyiyim. Burada benim nasıl göründüğümü ya da sağlık durumumu konuşmak için toplandığımızı sanmıyorum.”

“Doğru,” dedi Emniyet Müdürü. “Hadi işe dönelim.”

Yeşil dosyayı açtı. İçindekiler taş çatlasın üç dört sayfaydı, bugünkü toplantı fazla uzamayacaktı.

En üstte daktiloyla yazılmış bir mektup vardı, imzanın altında kocaman yeşil bir damga ve Martin Beck’in oturduğu yerden ne olduğunu tam çıkaramadığı antetli bir kâğıt görünüyordu.

“Hatırlayacağınız üzere, devlet ziyaretlerinde ve benzer hassas durumlar söz konusu olduğunda, özellikle saldırgan nitelikte gösterilerin ve az çok iyi planlanmış suikast girişimlerinin bekleneceği durumlarda alınacak güvenlik önlemleri konusunda pek de iyi olmadığımızı değerlendirmiştik,” diye başladı Emniyet Müdürü, halk önünde sergilediği şatafatlı konuşma biçimine geçerek.

Stig Malm onaylayarak mırıldandı, Martin Beck bir şey demedi ama Eric Möller itiraz etti.

“Eh, o kadar da kötü sayılmayız, değil mi? Kruşçev’in ziyareti, Logård basamaklarına bırakılan kırmızıya boyanmış domuz haricinde iyi gitti. Kosıgin de öyle, organizasyon da güvenlik de iyiydi. Farklı bir örnek vermek gerekirse, Çevre Konferansı da öyleydi.”

“Evet, öyle ancak bu kez daha zoruyla karşı karşıyayız. Bu sefer kasım ayının sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nden bir senatör gelecek. Deyim yerindeyse çetin ceviz. Daha önce ABD’den gelen üst düzey yetkililerin ziyaretinde bir sorun yaşamamıştık. Tarihi belirleyip bazı talimatlar verdiler. Hazırlıklarımıza bir an önce başlayıp en ince ayrıntısına kadar planlamalıyız. Her türlü ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız.”

Emniyet Müdürü artık gülümsemiyordu. “Bu kez yumurta fırlatmaktan daha feci bir şey olabilir, buna hazırlıklı olmalıyız,” diye ekledi zalimce. “Bunu aklından çıkarmamalısın, Eric.”

“Önleyici tedbirler alabiliriz,” dedi Möller.

Emniyet Müdürü omuz silkti. “Bir yere kadar evet,” dedi. “Ama sorun çıkarabilecek kişileri teker teker arayıp bulamayız. Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu konuda talimat aldım, siz de alacaksınız.”

Ben de şimdi aldım, diye düşündü Martin Beck dertlenerek. Hâlâ yeşil dosyadaki mektubun başlığını okumaya çalışıyordu. ‘Polis’ kelimesini çıkarabilir gibi oldu. ‘Policia’ da olabilirdi bu. Gözleri ağrıdı, dili zımpara kâğıdı gibi kupkuru ve pürüzlüydü. İstemeye istemeye acı kahveden bir yudum aldı.

“Neyse, bunlara geleceğiz,” dedi Emniyet Müdürü. “Bugün konuşmak istediğim konu bu mektup.” İşaret parmağıyla açık dosyanın üstünde duran kâğıda dokundu. “Karşı karşıya kaldığımız durumla yakından alakalı,” dedi. Mektubu Stig Malm’a verdi, mektup masada elden ele dolaştırılırken konuşmasına devam etti.

“Gördüğünüz üzere bu bir davetiye. Yakında bir devlet ziyareti olacak. Biz de onlara bu ziyaretin hazırlıkları için bir gözlemci göndermek istediğimizi bildirmiştik. Bu ricamıza cevap vermişler. Misafir devlet başkanı, ev sahibi ülkede pek sevilmediğinden onu korumak için gereken tüm önlemleri alacaklar. Diğer birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi, hem kendi ülkelerindeki hem de yabancı siyasetçilere karşı bir sürü suikast girişimiyle uğraşmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak, deneyimleri dikkate değer ve bence onların polis teşkilatı ve güvenlik birimleri bu alandaki en iyileri. Metotlarını ve süreçlerini inceleyerek çok şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum.”

Martin Beck mektuba bir göz attı, son derece resmî ve üstten ifadelerle İngilizce yazılmıştı. Başkanın ziyareti 5 Haziran günü gerçekleşecekti, ziyarete bir aydan az kalmıştı ve İsveç polisi temsilcisinin iki hafta önceden oraya varması, hazırlık çalışmalarının en önemli aşamalarını inceleyebilmesi öngörülüyordu. Zarif bir imzaydı ve hiçbir şekilde okunmuyordu fakat daktilo edilmiş metinde ismi geçiyordu. İsim İspanyolcaydı ve uzundu. İleri gelenlerden biri olmalıydı.

Herkes mektuba göz attıktan sonra Emniyet Müdürü, “Mesele şu ki, kimi göndereceğiz?”

Stig Malm düşünceli bir şekilde gözlerini tavana dikti ama bir şey demedi.

Martin Beck, kendi isminin önerilmesinden korktu. Beş yıl önceki mutsuz evliliği zamanlarında olsaydı, onu evden uzaklaştıracak böylesi bir vazifeyi seve seve üstlenirdi. Ancak şimdi yapmak istediği son şey yurt dışına gitmekti, bu yüzden hemen şöyle dedi, “Bu daha çok İstihbarat’ın işi değil mi?”

“Ben gidemem,” dedi Möller. “Bir kere departmanın başından ayrılamam, A Birimi’nin reorganizasyonunda sorunlarımız var, bu sorunların halledilmesi daha zaman alır. Ayrıca biz zaten bu konularda uzmanız, güvenlik sorunlarına aşina olmayan birisinin gitmesi daha faydalı olacaktır. Kriminal ya da Asayiş’ten birisi. Her kim giderse, öğrendiklerini dönünce bize aktarır, böylece herkes bundan faydalanmış olur.”

Müdür başıyla onayladı. “Evet, söylediklerinde doğruluk payı var, Eric,” dedi. “Senin de söylediğin gibi, şu anda seni elden çıkaramayız. Seni de, Martin.”

Martin Beck içinden derin bir oh çekti.

“Ayrıca, ben İspanyolca bilmiyorum,” dedi İstihbarat’ın başı.

“Kim biliyor ki canım?” dedi Malm gülerek. Genel Müdür’ün de İspanyol dillerine hâkim olmadığını biliyordu.

“Ben bilen birini tanıyorum,” dedi Martin Beck.

Malm kaşlarını kaldırdı. “Kim? Kriminal’den mi?”

“Evet. Gunvald Larsson.”

Malm kaşlarını bir milim daha kaldırdı, sonra imalı bir şekilde gülümseyip şöyle dedi, “Ama elbette onu gönderemeyiz, değil mi?”

“Nedenmiş?” dedi Martin Beck. “Bence yurt dışına göndermek için oldukça ideal bir isim.”

Hafiften kızmış gibi konuştuğunu fark etti. Genelde Gunvald Larsson’u savunmazdı ama Malm’ın ses tonu onu sinir etmişti ve Malm’a itiraz etmeye o kadar alışmıştı ki, neredeyse otomatik olarak karşı çıkmıştı.

“Beceriksizin teki ve teşkilatı hiç iyi temsil edemiyor,” dedi Malm.

“Gerçekten İspanyolca biliyor mu?” diye sordu Müdür şüpheyle. “Nerede öğrenmiş?”

“Denizci olduğu yıllarda İspanyolca konuşulan pek çok ülkede bulunmuş,” dedi Martin Beck. “Bizim bahsettiğimiz şehir de büyük bir liman, o yüzden muhtemelen oraya daha önce de gitmiştir. Larsson İngilizce, Fransızca ve Almanca da biliyor, hepsini de çok iyi konuşur. Biraz da Rusçası var. Dosyasına baktığınızda göreceksiniz.”

 

“Yine de beceriksizin teki,” diye ısrar etti Stig Malm.

Müdür düşünceliydi. “Ben özelliklerine bir göz atayım,” dedi. “Açıkçası benim de aklımdan o geçmişti. Doğru, bazen biraz hödük davranabiliyor, hiç disiplinli biri değil. Ama her ne kadar emirlere itaat etmekte ve yönetmeliğe uymakta zorlansa da teşkilatın en iyilerinden olduğu inkâr edilemez bir gerçek.”

İstihbarat şefine döndü. “Sen ne dersin, Eric? Sence bu göreve uygun mu?”

“Eh, kendisinden pek hoşlanmıyorum ama buna itirazım yok.”

Malm mutsuz görünüyordu. “Onu göndermenin pek akıllıca olacağını sanmıyorum,” dedi. “İsveç polis teşkilatının itibarını yerlere serer. Ayı gibi davranıyor ve eski bir denizciden çok, bir miçonun ağzına yakışacak laflar kullanıyor.”

“İspanyolca konuşmadığı zamanlarda,” dedi Martin Beck. “Neyse, bazen kendini biraz kabaca ifade etse de en azından zamanlaması iyi.”

Bu aslında tam olarak doğru değildi. Martin Beck yakın zamanda Gunvald Larsson’un, Malm’a ‘götün önde gideni’ dediğine şahit olmuştu, hem de adamın dibindeyken ama neyse ki Malm bu sözün kendisine söylendiğini fark etmemişti.

Müdür, Malm’ın itirazlarını pek dikkate almış gibi değildi. “O kadar da kötü bir fikir olmayabilir,” dedi düşünceli bir şekilde. “Bence bu durumda pek medeni olmayan davranışları o kadar büyük bir sorun olmaz. İstediği zaman düzgün davranabiliyor. Çoğu kişiden daha iyi bir altyapısı var. Zengin ve kültürlü bir ailede büyümüş, alabileceği en iyi eğitimi almış ve böylesi durumlarda nasıl davranması gerektiğini öğretmişler. O saklamaya çalışsa bile hâlinden tavrından belli oluyor.”

“Ne demezsin,” diye mırıldandı Malm.

Martin Beck, Stig Malm’ın bu görevi kendi üstlenmeyi çok istediğini ve ona sorulmamasına sinir olduğunu anladı. Ayrıca Gunvald Larsson’dan bir süre kurtulmak da iyi olacaktı, iş arkadaşları onu çok sevmezdi ve yersiz kavga çıkarma konusunda üstüne yoktu.

Müdür yine de buna pek ikna gibi görünmüyordu, bu yüzden Martin Beck de teşvik edercesine, “Bence Gunvald’ı yollamalıyız. Bu iş için gerekli bütün niteliklere sahip,” diye ekledi.

“Dış görünüşüne özen gösterdiği de gözümden kaçmadı,” dedi Emniyet Müdürü. “Giyim kuşamından kalite akıyor, zevkli biri. Bu da şüphesiz, iyi bir izlenim bırakır.”

“Kesinlikle,” dedi Martin Beck. “Önemli bir ayrıntı.” Kendi giyim kuşamına zevkli demeye bin şahit isteyeceğinin farkındaydı. Pantolonları buruşuk ve boldu, polo yaka tişörtünün yakası geniş ve çok yıkamaktan yamuktu, tüvit ceketi eprimişti, bir düğmesi de kopuktu.

“Şiddet Suçları’nın yeterli sayıda personeli var, birkaç hafta Larsson olmadan idare edebilirler,” dedi Emniyet Müdürü. “Başka önerisi olan var mı?”

Herkes olumsuz anlamda kafa salladı. Malm bile, Gunvald Larsson’u bir süre uzak tutmanın iyi tarafını görmüş gibiydi. Eric Möller tekrar esnedi, anlaşılan toplantının sona ermek üzere olmasından memnundu.

Emniyet Müdürü ayaklanıp dosyayı kapattı. “Güzel,” dedi. “O zaman anlaştık. Larsson’a kararımızı bizzat ben kendim bildireceğim.”

* * *

Gunvald Larsson bu habere pek sevinmedi, üstleneceği görevle koltuklarının kabardığı da söylenemezdi. Yeterli öz güveni zaten vardı, başkasının onayına ihtiyacı yoktu fakat bazı meslektaşlarının, o gidince rahat bir oh çekeceğinin, hatta temelli gitmediği için üzüleceğinin de bilincindeydi. Teşkilattaki arkadaşları bir elin parmaklarını geçmezdi. Bildiği sadece bir arkadaşı vardı. Aynı zamanda başına buyruk ve baş belası olarak anıldığını, işinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu da bilirdi.

Bu gerçek onu en ufak bir şekilde rahatsız etmezdi. Onun rütbesinde olan ve onunla aynı maaşı alan diğer polisler, her an görevden uzaklaştırılma ya da işten atılma tehdidi altında en azından endişe duyardı fakat Gunvald Larsson bu ihtimal nedeniyle bir gece bile uykusuz kalmamıştı. Evli değildi, çocuğu yoktu ve çok uzun zaman önce ailesiyle tüm bağlarını koparmıştı, zaten onların züppe üst sınıf yaşamlarından tiksiniyordu. Gelecek endişesi yoktu. Polislik yaptığı yıllar boyunca, eski mesleğine geri dönme ihtimalini sık sık aklından geçirmişti. Şimdi ellisine merdiven dayamıştı ve muhtemelen denizi bir daha hiç görmeyeceğinin farkındaydı.

Yola çıkış tarihi yaklaştıkça Gunvald Larsson bu göreve atandığına hakikaten sevindiğini fark etti, önemli görülse de, pek zor bir göreve benzemiyordu. Günlük rutininden en az iki hafta uzak kalacaktı ve Gunvald Larsson bu seyahati, bir tatil gibi iple çekmeye başlamıştı.

Yola çıkışından bir gece evvel, Bollmora’daki yatak odasında üstünde sadece iç çamaşırıyla ayakta durmuş, gardırobun boy aynasından kendine bakıyordu. İç çamaşırının deseni hoşuna gitmişti, mavi üstüne sarı geyikliydi ve aynısından beş tane daha almıştı. Aynı türden altı külot daha almıştı, onlar da yeşil üstüne kırmızı geyikliydi ve yatağının üstünde açık duran domuz derisi büyük bavula konmuşlardı bile.

Gunvald Larsson bir doksan beş boyunda, güçlü ve kaslı bir adamdı, elleri ve ayakları kocamandı. Az önce duşunu almış, alışkanlık gereği tartıya çıkmıştı ve tartı, yüz kilonun üzerinde göstermişti. Son dört yıldır, ya da beş de olabilir, bayağı kilo almıştı. Külotunun bel lastiği üstünde biriken yağ tabakasına memnuniyetsizce baktı.

Karnını içine çekti, spor salonuna daha sık uğraması gerektiğini düşündü. Ya da havuz tamamlanınca yüzmeye başlamalıydı.

Şu belindeki simit haricinde, dış görünüşünden memnundu aslında.

Kırk dokuz yaşındaydı ama saçları gür ve kalın telliydi, öndeki saçları dökülmediğinden alnı da açılmamıştı. Alnı dardı, üstünde iki çizgi kendini belli ediyordu. Saçları kısaydı ve o kadar açık sarıydı ki gri teller belli olmuyordu. Artık ıslak ve yeni taranmış olduğu için geniş kafatasında dümdüz ve pırıl pırıl duruyordu, ancak kuruyunca elektriklenecek, kabarıp dağınık görünecekti. Kaşları çalı gibiydi, saçlarıyla aynı açık tondaydı. Geniş bir burnu ve büyük burun delikleri vardı. Soluk, porselen mavisi gözleri de o girintili çıkıntılı çekici yüzünde küçük görünüyordu, bir nebze fazla yakındılar, ki bazen ifadesiz olduklarında Gunvald Larsson’u yanıltıcı bir biçimde bön gösterebiliyordu. Öfkelendiği zaman, ki bu da sık oluyordu, gözlerinin ortasında bir çizgi belirirdi ve açık mavi gözleri en sert suçluların ve hatta astlarının bile yüreğine korku salabilirdi.

Gunvald Larsson’un gazabına uğramayan tek kişi Einar Rönn’dü, Stockholm Şiddet Suçları Şubesi’nde komiserdi ve Larsson’un tek yakın arkadaşıydı. Rönn’ün kırmızı burnu hep akardı. Uysal, sessiz sakin bir Kuzeyliydi. Burnu çehresine o kadar hâkimdi ki diğer yüz hatları çoğu zaman fark edilmezdi. Laponya’nın Arjeplog bölgesindendi ve memleketine sürekli özlem duyardı.

Gunvald Larsson ve Rönn aynı departmanda çalıştıklarından birbirlerini neredeyse her gün görürlerdi ama aynı zamanda boş vakitlerinin çoğunu da birlikte geçirirlerdi. Mümkünse yıllık izinlerine aynı dönemde çıkar, Arjeplog’a giderlerdi, orada kendilerini balık tutmaya adarlardı. İş arkadaşlarından kimse bu iki farklı karakterin arasındaki dostluğa tam olarak anlam veremezdi. Kaderci sakinliği ve az konuşmasıyla Rönn’ün, öfke patlamalarıyla gezen Gunvald Larsson’u nasıl uyumlu ve uysal bir kuzuya çevirdiğini anlayamazdı kimse.

Gunvald Larsson şimdi dolu gardırobundaki takım elbiseleri inceledi. Gideceği ülkenin coğrafyasına aşinaydı ve o limanda yıllar önce geçirdiği, bunaltıcı derecede sıcak baharı hatırlıyordu. Eğer sıcağa katlanmak zorunda kalacaksa ince giyinmeliydi ve onu serin tutmaya yetecek sadece iki tane takım elbisesi vardı. Ne olur ne olmaz diyerek denedi ama maalesef birincisine sığamadığını ve ikincisinin pantolonunu iliklemek için büyük çaba sarf etmesi ve nefesini tutması gerektiğini anladı. Uyluk kısmı da daralmıştı. En azından ceketi zorlanmadan ilikleyebiliyordu ama omuzlarını geriyordu. Yani rahat hareket edemeyecekti, ceket de dikiş yerlerinden atabilirdi.

Gunvald Larsson bu işe yaramaz takım elbiseyi gardıroba astı ve diğerini bavulunun üstüne serdi. İdare etmek zorundaydı. Dört sene önce Mısır kotonundan özel diktirmişti, incecik beyaz çizgileri vardı ve fındık kreması rengindeydi.

Üç tane hâkî pantolon, bir ipek şantung ceket ve dar gelen takım elbiseyi koyarak bavul hazırlama işini tamamladı. Bavulun kapağındaki iç cebe en sevdiği romanlardan birini koydu. Sonra bavulu kapattı, geniş kayışlardaki metal tokaları ilikledi, bavulu kilitleyip hole çıkardı.

EMW’sini havaalanının otoparkında bırakmayacak kadar önemsediği için ertesi sabah Einar Rönn onu arabasıyla alıp Stockholm’ün Arlanda Havaalanı’na bırakacaktı. Çoğu İsveç havaalanı gibi Arlanda da iğrenç ve yersiz bir mekândı ve beklenti dolu ziyaretçilere, ülkenin hak ettiğinden daha kötü bir İsveç manzarası sunardı.

Gunvald Larsson, mavi üstüne sarı geyikli iç çamaşırını banyodaki hasır sepete attı, pijamalarını giyip yattı. Seyahate çıkacağı için pek gergin değildi, anında uykuya daldı.

2

Güvenlik uzmanının boyu, Gunvald Larsson’un omzuna kadar bile gelmiyordu ama açık mavi takım elbisesiyle, ütülenmiş İspanyol paçalarıyla çok şık ve temiz görünüyordu. Takım elbisenin içine pembe bir gömlek, yuvarlak burunlu gıcır gıcır siyah ayakkabı giymiş ve lila rengi kravat takmıştı. Saçları simsiyahtı, cildi açık kahveydi ve gözleri zeytuniydi. Tek uyumsuzluk sol koltuk altından çıkıntı yapan tabanca kılıfıydı. Güvenlik uzmanının adı Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga idi; ayrıcalıklı bir aileden geliyordu.

Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga güvenlik planını tırabzanlara serdi ancak Gunvald Larsson plan yerine kendi takım elbisesine bakıyordu; polis terzisinin bunu dikmesi yedi gün sürmüştü ve sonuç, muhteşemdi, ne de olsa burası terzilik zanaatının hâlâ çok iyi olduğu bir ülkeydi. Farklı düşündükleri tek konu, omza takılan tabanca kılıfı için ayrılan yerdi, terzi olmazsa olmaz saymıştı bunu. Ancak Gunvald Larsson asla omuz kılıfı takmazdı. Tabancasını belinde taşırdı. Burada yurt dışında, tabii ki silahlı değildi ama bu takım elbiseyi Stockholm’de kullanacaktı. Kısa bir tartışma yaşandıktan sonra doğal olarak onun dediği olmuştu. Başka ne olacaktı? Büyük bir memnuniyetle, kendisine özel dikilen pantolonuna baktı, beğeniyle iç çekip çevresini inceledi.

Otelin sekizinci katındaydılar, bu noktayı özenle seçmişlerdi. Kortej bu balkonun altından geçecek ve bir bina ötedeki sarayın önünde duracaktı. Gunvald Larsson kibarca plana göz attı ancak çok hevesli değildi çünkü artık ezberlemişti. Limanın o sabah trafiğe kapatıldığını ve başkanın uçağı indiği için havaalanının da yolculara kapatıldığını biliyordu.

Tam ileride liman ve masmavi deniz uzanıyordu. Bir sürü büyük yolcu gemisi ve kargo gemisi demir atmıştı. Yalnızca bir savaş gemisi, bir fırkateyn ve iç limandaki birkaç polis teknesi hareket ediyordu. Tam aşağılarında iki yanı palmiye ve akasya dizili sahil yolu vardı. Sokağın karşı tarafında sıra sıra taksiler, onun ilerisinde de rengârenk fayton taksiler bekliyordu. Her biri de detaylı bir biçimde kontrolden geçmişti.

Sahil yolunun her iki yanında da bir kol boyunda etten duvar örmüş askeri ve sivil polis dışında, bölgedeki herkes artık çoğu büyük havaalanında bulunan metal detektörlerden geçmişti.

Sivil polis yeşil, askeri polisse mavi-gri üniforma giymişti. Sivil polisin ayağında bot varken askeri polisler boğazlı ayakkabıyla gelmişti.

Gunvald Larsson iç çekmemek için kendini tuttu. Bu sabah prova esnasında bu yol boyunca tatbikat yapılmıştı. Başkanın kendisi haricinde her şey olması gerektiği gibi yerindeydi.

Kortej şu şekilde oluşturulmuştu: En önde, özel eğitimli on beş güvenlik polisinden oluşan motosikletli grup vardı. Onun arkasında teşkilattan aynı sayıda motosikletli polis, arkasında güvenlik görevlileriyle dolu iki araba. Arkasından başkanın aracı geliyordu, kurşungeçirmez cam kaplı siyah bir Cadillac. (Tatbikat esnasında Gunvald Larsson arka koltukta oturmuştu, onun için bu, büyük bir şerefti.) Arkasından güvenlik görevlileriyle dolu üstü açık Amerikan yapımı bir araba geliyordu. Son olarak da daha fazla motosikletli polis, arkasından radyo muhabirlerinin otobüsü ve yine izinli başka gazetecilerden oluşan arabalar takip edecekti. Ayrıca sivil güvenlik görevlileri havaalanından buraya kadarki yola yerleştirilecekti.

Tüm sokak lambaları Başkan’ın fotoğraflarıyla süslenmişti. Yol gerçekten de çok uzundu ve Gunvald Larsson’un o boğa boyunlu, şiş suratlı ve siyah metal çerçeveli gözlüklü kafadan sıkılmaya yeterince vakti vardı.

Karadaki koruma ekibi böyleydi. Hava sahasında da üç farklı irtifada her grupta üç helikopter vardı. Bunlara ilaveten, bir bölük Starfighters en üstteki hava sahasını korumak için bir ileri bir geri uçup duruyordu.

Operasyonun tamamı o kadar kusursuz organize edilmişti ki en ufak bir aksiliğe bile yer yoktu.

 

Öğleden sonra hava sıcaklığı, en hafif deyişle boğucuydu. Gunvald Larsson terlemişti ama sucuk gibi değildi. En ufak bir terslik yaşanabileceğine dahi ihtimal vermiyordu. Hazırlıklar kılı kırk yararak yapılmıştı ve planlama aylarca sürmüştü. Özel bir grup, planda kusur bulmak üzere görevlendirilmişti ve bir sürü düzeltme yapılmıştı. Ayrıca bu ülkede bütün suikast girişimlerinin, hem de sayısı oldukça fazla, başarısızlıkla sonuçlandığını göz önünde bulundurmak gerekir. Emniyet Genel Müdürü, adamların bu alanda dünyanın en iyisi olduklarını söylerken haklıydı.

Öğleden sonra saat üçe çeyrek kala, Francisco Bajamonde Cassavetes y Larringa kol saatine bakıp, “Yirmi bir dakika kaldı sanırım,” dedi.

İspanyolca konuşması şart değildi. Güvenlik görevlisi, Belgravia’nın en sofistike kulüplerinde kullanılan Kraliyet İngilizcesini konuşuyordu.

Gunvald Larsson kronografına bakıp başıyla onayladı. 5 Haziran 1973 Çarşamba günü tam o saniye, saat üçe tamı tamına tam on üç dakika otuz beş saniye vardı.

Fırkateyn liman girişinin dışında tek görevi olan karşılama selamını çalmak için dönüyordu. Sahil yolunun üstündeki sekiz savaş uçağı parlak mavi gökyüzünde beyaz zikzaklar çiziyordu.

Gunvald Larsson etrafına bakındı. Sahil yolunun aşağısında kırmızı beyaz renklerle boyanmış kavisli kemerleri olan, kocaman tuğla bir arena vardı. Diğer yönde de yüksek bir çeşmenin renkli su püskürten fıskiyelerini çalıştırıyorlardı; tüm yıl ciddi bir kuraklık yaşanmıştı ve çeşmeler -bu çeşme tek değildi- sadece özel günlerde çalıştırılıyordu.

Şimdi artık helikopterlerin vızıltısını ve motosikletlerin sirenlerini duyabiliyorlardı. Gunvald Larsson saate baktı. Kortej programın ilerisinde görünüyordu. Derken porselen mavisi gözleriyle limanı taradı ve bütün polis teknelerinin harekete geçtiğini gördü. Limandaki yapılar onun denizci olduğu yıllardan beri aynıydı, sadece gemiler tamamen farklıydı. Büyük tankerler, konteyner gemileri, arabaların yolculardan daha önemli olduğu devasa feribotlar, hepsi denizde geçirdiği yıllardan aşina olmadığı türdeydi.

Gunvald Larsson akışın programdan önde gittiğini fark eden tek kişi değildi. Cassavetes y Larrinaga telsizine hızlı hızlı ama sakinlikle bir şeyler söyledi, sarışın misafirine gülümsedi ve ışıl ışıl çeşmelere doğru baktı, özel eğitimli polislerden oluşan ilk motosiklet konvoyu yeşil üniformalı polislerin arkasında belirmeye başlamıştı.

Gunvald Larsson başka tarafa baktı. Tam altlarında puro içen bir istihbarat görevlisi, sokağın ortasında volta atıyor, çevredeki çatılara yerleştirilmiş nişancı polislere bakıyordu. Polis sırasının arkasında yanları mavi çizgili taksiler ve önlerinde sarı siyah açık faytonlar dizilmişti. Faytoncular da sarı siyah giyinmişti ve atların alnına sarı siyah tüyler takılmıştı.

Tüm bunların arkasında palmiye ağaçları, akasyalar ve birkaç sıra meraklı insan duruyordu. Küçük bir grup, otoritelerin onayladığı dövizler, o boğa boyunlu, şiş suratlı ve siyah metal çerçeveli gözlüklü kafanın fotoğrafını taşıyordu. Anlaşılan başkan pek sevilen bir ziyaretçi değildi.

Kortej çok hızlı hareket ediyordu. İstihbarat araçlarından birincisi balkonun altına varmıştı bile. Güvenlik uzmanı, Gunvald Larsson’a gülümsedi, her şey yolunda dercesine başını salladı ve kâğıtlarını toplamaya başladı.

Tam o anda, kurşungeçirmez Cadillac’ın tam altında yer yarıldı sanki.

Oluşan basınç dalgası iki adamı da arkaya fırlattı ancak Gunvald Larsson’un en önemli özelliği güçlü olmasıydı. İki eliyle tırabzanları kavrayıp yukarı baktı.

Yol yanardağ gibi tam ortasından yarılmıştı ve içinden yaklaşık on beş metreye kadar dumanlar yükseliyordu. Bir sürü şey alev alarak uçuşuyordu. İçlerinden en göze çarpanları; kurşungeçirmez Cadillac’ın arka tarafı, yan tarafında mavi çizgi bulunan ters dönmüş siyah bir taksi, alnında sarı siyah tüylü bir bant olan yarım bir at, siyah botlu ve yeşil üniformalı bir bacak ve parmaklarının arasında puro tutan bir koldu.

İçinde yanıcı maddeler de bulunan bir sürü şey üzerine yağmaya başlayınca Gunvald Larsson eğildi. Tam üstündeki yeni takım elbisesini düşünürken bir şey göğsüne sertçe çarpıp onu balkonun mermer zeminine geri fırlattı.

Patlamanın gümbürtüsü sonunda dindiğinde çığlıklar, imdat çağrıları, ağlayan birisi ve histerikçe küfürler ederek bağıran başka birisi duyuldu, derken insan sesleri bir itfaiye arabası ve ambulans sirenleri altında duyulamaz oldu.

Gunvald Larsson ayaklandı, ciddi yaralanmadığını fark etti ve onu deviren şeyin ne olduğuna baktı. Ayaklarının dibinde yatıyordu. Boğa boyunlu ve şiş suratlı kafaydı, ne tuhaftır ki siyah metal çerçeveli gözlük hâlâ gözündeydi.

Güvenlik uzmanı da apar topar ayağa kalktı, belli ki o da yaralanmamıştı ama iki dirhem bir çekirdek hâlinden eser yoktu. Tüm şaşkınlığıyla balkondaki kafaya baktı ve istavroz çıkardı.

Gunvald Larsson takım elbisesine baktı. Mahvolmuştu. “Lanet olsun,” dedi.

Sonra da ayaklarının dibinde yatan kafaya baktı. “Belki de eve götürmeliyim,” dedi kendi kendine. “Hatıra olarak.”

Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga misafirine sorgulayan gözlerle baktı. “Felaket,” dedi.

“Evet, öyle denebilir,” dedi Gunvald Larsson.

Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga o kadar perişan görünüyordu ki Gunvald Larsson konuşmak zorunda hissetti, “Ama kimse seni suçlayamaz. Ayrıca gerçekten feci çirkin bir kafası var.”