Balkondaki Adam

Tekst
Z serii: Martin Beck #3
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

1

Üçe çeyrek kala güneş doğdu.

Bir buçuk saat önce trafik seyrelmiş, yok denecek kadar aza inmişti ve eğlenmeye çıkan son gececi de evinin yolunu tutmuştu. Yolları süpüren makineler geçerken asfaltta yer yer koyu, ıslak lekeler bırakmışlardı. İp gibi dümdüz uzayan caddeden bir ambulans ciyaklayarak geçti. İki yanına beyaz kalın harflerle POLİS yazılmış, çamurlukları beyaz, radyo antenli siyah bir araba yavaşça ve sessizce sokakta süzülerek gitti. Beş dakika sonra, birisi eldivenli elini bir dükkânın vitrinine soktuğunda çıt diye bir cam sesi duyuldu; ardından da koşan ayak sesleri ve yan yola sapıp kaybolan bir araba sesi.

Balkondaki adam bunların hepsini görmüştü. Balkon sıradandı, demir tırabzanları vardı ve kenarları oluklu sacdandı. Adam demir parmaklıklara yaslanarak ayakta dururken sigarasının ateşi karanlıkta koyu kırmızı minik bir pırıltı oluşturmuştu. Balkon masasının kenarında duran küçük tabağın üstüne on izmarit düzgünce dizilmişti.

Şimdi ortalık sessizdi, bir büyük şehirde yazın ilk günlerinde ortalık ne kadar sessiz olabiliyorsa o kadar sessizdi. Gazete dağıtan kadınların bebek arabasından bozma araçlarıyla kaldırımlarda belirmesine ve ilk ofis hizmetlisinin işe gitmesine rahat iki saat daha vardı.

Tanyerinin kasvetli ilk ışıkları yavaş yavaş dağılıyordu; güneşin ilk cılız ışınları beş altı katlı apartmanlara pençesini atıyor ve televizyon antenlerinde ve sokağın karşısındaki çatıların üstünde duran yuvarlak bacalarda parlıyordu. Derken ışık, metal çatıların kendisine vurdu, hemen aşağı sıvıştı, badanalı kiremit duvarların üstünden geçip çoğu perde ya da panjurlarla kapatılmış, görünmeyen pencerelere indi.

Balkondaki adam eğilip aşağı, sokağa baktı. Sokak kuzeyden güneye uzanıyordu, uzun ve düzdü; bir bakışta yaklaşık yedi yüz metresi görülebiliyordu. Bir zamanlar burası bir bulvardı, bir gösteri alanı ve şehrin gözbebeğiydi, ancak bu sokağın yapılmasının üstünden kırk yıl geçmişti. Sokak, balkondaki adamla hemen hemen aynı yaştaydı.

Adam gözlerini kıstığında çok uzaklarda tek başına yürüyen bir karaltıyı seçebiliyordu. Belki de bir polis memuruydu bu. Uzun saatler sonra ilk kez adam, dairesine girdi; oturma odasından geçip mutfağa gitti. Artık gün iyice aydınlanmıştı ve elektriği yakmasına gerek yoktu; aslında kışın bile adam elektrikli lambaları çok nadiren kullanırdı. Bir dolabı açıp içinden emaye bir kahve demliği çıkardı, sonra bir buçuk bardak su ve iki kaşık irice çekilmiş kahve ölçtü. Kahve demliğini ocağa koydu, kibrit çakıp ateşi yaktı. Tamamen söndüğünden emin olmak için kibrit çöpüne parmak ucuyla dokundu. Sonra lavabonun altındaki dolabın kapağını açtı ve bitik kibrit çöpünü çöp poşetine attı. Kahve kaynayana kadar ocağın başında durdu, ocağı kapattı, banyoya gitti, kahve tanelerinin dibe çökmesini beklerken çişini yaptı. Komşuları rahatsız etmemek için sifonu çekmedi. Tekrar mutfağa döndü, kahveyi dikkatlice fincana döktü, lavabodaki yarı boş paketten bir küp şeker, çekmeceden bir kaşık aldı. Ardından fincanı balkona götürdü, cilalı ahşap masasına koyup katlanır sandalyesine oturdu. Güneş artık iyiden iyiye yükselerek sokağın karşı tarafındaki binaların ön cephelerini, en alt iki kat dışında aydınlatmıştı. Adam pantolonunun cebinden nikel kaplama bir enfiye kutusu çıkarıp izmaritleri teker teker büzdü, tütün parçalarının parmaklarının arasından yuvarlak kutuya dökülmesini izledi ve geriye kalan kâğıt parçalarını bezelye büyüklüğünde toplar haline getirip kenarı kırık porselen fincan tabağına koydu. Kahveyi karıştırıp ağır ağır içti. Yine uzaklardan bir siren sesi duyuldu. Balkondaki adam ayağa kalktı, ambulansın sesinin yükselip de sonra yavaşça yitip gitmesini izledi. Bir dakika sonra ambulans sokağın kuzey ucunda sola dönüp gözden kaybolan, küçük beyaz bir dikdörtgenden ibaretti. Adam tekrar katlanır sandalyesine oturup dalgın dalgın kahvesini karıştırdı, kahve artık soğumuştu. Adam gayet hareketsiz oturdu. Önce istemeye istemeye, sonra da ne yapacağını bilemeden şehrin uyanışını dinledi. Herkes uyanıyordu.

Balkondaki adam orta boylu ve normal yapıda bir tipti. Yüzünde belirgin bir özellik yoktu. Beyaz gömlek giymiş, kravat takmamıştı, ütülenmemiş gabardin pantolon, gri çorap ve siyah ayakkabı giymişti. Seyrek olan saçları tamamen arkaya taranmıştı, büyük burunlu ve grimsi mavi gözlüydü.

Saat sabahın altı buçuğu, günlerden 2 Haziran 1967’ydi. Burası Stockholm’dü.

Balkondaki adam, gözlemlendiğinin farkında bile değildi. Herhangi bir konuda bir hissiyatı yoktu zaten. Birazdan kendime yulaf lapası yaparım diye düşündü.

Sokak canlanıyordu. Araç akışı yoğunlaşmıştı ve kavşaktaki trafik lambaları her kırmızıya döndüğünde arkasına dizilen araba kuyruğu uzuyordu. Bir fırın kamyonu, pervasızca yola sapan bir bisikletliye korna çaldı. Arkada iki araba acı acı fren yaptı.

Adam ayağa kalktı, kolunu balkonun parmaklığına yaslayıp yola baktı. Bisikletli, kaygıyla kaldırım kenarına doğru yalpaladı ve teslimatçı adamın, arkasından ettiği hakaretleri duymazdan geldi.

Kaldırımda birkaç yaya acele içinde yoluna gitti. Tiril tiril yazlık elbiseler giymiş iki kadın balkonun altındaki benzincide durmuş konuşuyordu ve daha ötede, bir adam köpeğini gezdiriyordu. Adam sabırsızca tasmayı çekiştirdi, daksund cinsi köpekse hiç oralı olmadan ağacın etrafını koklamayı sürdürdü.

Balkondaki adam doğrulup seyrelen saçlarını düzeltti, ellerini ceplerine soktu. Saat şu anda sekize yirmi vardı ve güneş yükselmişti. Adam gökyüzüne doğru baktığında bir uçağın maviliğin arasında yün gibi beyaz bir iz bıraktığını gördü. Ardından adam gözlerini bir kez daha sokağa indirdi; uçuk mavi palto giymiş, beyaz saçlı, yaşlıca bir kadın karşıdaki fırının kapısının dışında dikiliyordu. Kadın uzun süre çantasını eşeledikten sonra anahtarı çıkarıp kapının kilidini açtı. Adam, kadının anahtarı çantasından çıkarışını, anahtar deliğine sokuşunu ve kapıyı arkasından sıkıca kapatışını izledi. Kapının arkasındaysa KAPALI yazan bir tabela vardı.

Aynı anda fırının üstündeki dairelere giden kapı açıldı ve küçük bir kız gün ışığına çıktı. Balkondaki adam bir adım geriledi, ellerini cebinden çıkarıp hareketsizce durdu. Gözleri sokaktaki kıza yapışmıştı.

Kız sekiz dokuz yaşlarındaydı, kırmızı damalı bir çanta taşıyordu. Üstünde kısa mavi etek, çizgili bir tişört ve kolları kısacık, kırmızı bir ceket vardı. Ayaklarındaki tahta tabanlı sandalet kızın uzun ince bacaklarını daha da uzun ve ince göstermişti. Kız kapının dışında sola döndü ve başını öne eğip yavaşça sokakta yürümeye başladı.

Balkondaki adam, gözleriyle kızı takip etti. Kız yedi sekiz metre yürüdükten sonra durdu, elini göğsüne kaldırdı ve bir an böyle kaldı. Sonra omzundaki çantasını açtı, bir yandan içini karıştırırken bir yandan da geriye doğru yürümeye başladı. Sonra koşup çantanın kapağını kapatmadan tekrar apartmana girdi.

Balkondaki adam kılını bile kıpırdatmadan durup giriş kapısının kızın arkasından kapanmasını izledi. Birkaç dakika geçti, kapı tekrar açıldı ve kız dışarı çıktı. Şimdi çantasının ağzını kapatmıştı ve daha hızlı yürüyordu. Açık renk saçlarını atkuyruğu yapmış, sırtına bırakmıştı. Kaldırımın sonuna gelince köşeyi dönüp gözden kayboldu.

Saat sekize üç vardı. Adam arkasını döndü, içeri girip mutfağa gitti. Bir bardak su içti, bardağı duruladı, bulaşıklığa koyup yine balkona çıktı.

Katlanır sandalyesine oturup sol kolunu parmaklığa dayadı. Bir sigara yakıp sigarasını içerek sokağa baktı.

2

Elektrikli duvar saati on bire beş kalayı gösteriyordu ve Gunvald Larsson’un çalışma masasındaki takvime göre tarih 2 Haziran 1967 Cuma’ydı.

Martin Beck yalnızca tesadüfen odadaydı. Az önce içeri girmiş, çantasını kapının iç kısmında yere koymuştu. Selamlaştıktan sonra şapkasını dosya dolabının üstündeki sürahinin yanına bırakmış, tepsiden bir bardak alıp suyla doldurmuş, dosya dolabına yaslanmış, suyunu içmek üzereydi. Masada oturan adam ona aksi aksi bakıp, “Seni de mi buraya gönderdiler? Şimdi ne yaptık ki biz?” dedi.

Martin Beck bir yudum su içti.

“Bildiğim kadarıyla hiçbir şey. Merak etme. Ben sadece Melander’i görmeye geldim. Ondan bir şey rica etmiştim de. Nerede şimdi?”

“Her zamanki gibi lavaboda.”

Melander’in arandığında lavaboda olabilme yeteneği dillere sakız olmuş bir espriydi. Hoş gerçi bunda doğruluk payı vardı ve Martin Beck buna sinir oluyordu.

Gelgelelim, sinir oluşunu çoğunlukla kendine saklıyordu. Masada oturan adama sakin gözlerle sorgulayan bir bakış attı.

“Canını sıkan da ne?”

“Sence ne olabilir? Gasp olayları tabii ki. Dün gece gene Vanadis Parkı’nda bir olay olmuş.”

“Duydum.”

“Bu sefer, köpeğini gezdirmeye çıkaran emekli biri. Arkadan başına vurmuşlar. Cüzdanında yüz kırk kronu varmış. Beyin sarsıntısı geçirmiş. Hâlâ hastanede. Hiçbir şey duymamış. Hiçbir şey görmemiş.”

Martin Beck sessiz kaldı.

“Son iki haftadır bu sekizinci vaka. Adam sonunda birisini öldürecek.”

Martin Beck suyun hepsini içip bardağı yerine koydu.

“Yakında biri enselemezse tabii ki,” dedi Gunvald Larsson.

“Biri derken, kimi kastediyorsun?”

“Polisi tabii ki, Tanrı aşkına bizi. Kim olursa artık. Dokuzuncu bölgenin koruma ekibinden devriye gezen bir sivil polis olaydan on dakika önce oradaymış.”

“Peki olay olduğunda? O sırada neredelermiş?”

“İstasyonda oturup kahve içiyorlarmış. Her seferinde aynı hikâye. Vanadis Parkı’ndaki her çalının arkasında saklanan bir polis varsa, o zaman olay Vasa Parkı’nda yaşanıyor. Hem Vanadis Parkı’nda hem de Vasa Parkı’nda her çalının arkasında birer polis olsun, bu sefer de adam Lill-Jans Korusu’nda ortaya çıkıyor.”

“Peki orada da her çalının arkasında bir polis olsa?”

“O zaman göstericiler Amerikan Ticaret Merkezi’ne zorla girip Amerikan büyükelçiliğini ateşe veriyorlar. Bu işin şakası yok,” diye ekledi Gunvard Larsson kasılarak.

 

Martin Beck gözlerini adamdan hiç ayırmayarak, “Şaka yapmıyorum ki. Sadece merak ettim,” dedi.

“Bu adam işini biliyor. Sanki radarı var. Ne zaman iş üstünde olsa etrafta hiç polis olmuyor.”

Martin Beck başparmağı ve işaret parmağıyla burnunun köprüsünü ovuşturdu.

“Şeyi gönder…”

Larsson hemen atladı.

“Neyi göndereyim? Kimi? Neyi? Köpek arabasını mı? Ve o kör olasıca köpeklerin sivil devriyeyi parçalamasını mı seyredeyim? Dünkü kurbanın köpeği varmış zaten, o da ayrı mesele. Ne işe yaramış ki?”

“Ne cins bir köpekmiş?”

“Nereden bileyim be? İstersen bir de köpeği sorguya çekeyim, ha? Köpeği buraya getirteyim, tuvalete göndereyim de Melander sorguya çeksin, olur mu?”

Gunvald Larsson bunu büyük bir ağırbaşlılık ve ciddiyetle söylemişti. Yumruğunu masasına indirip devam etti:

“Manyağın teki parklarda kol geziyor, milletin kafasına arkadan vuruyor, sense tutmuş bana köpeklerden bahsediyorsun!”

“Aslında onu diyen ben değil…”

Gunvald Larsson yine lafını ağzına tıktı.

“Neyse, dedim ya, adam işini biliyor. Sadece savunmasız yaşlı adamları ve kadınları seçiyor ve hep arkadan yaklaşıyor. Geçen hafta ne demişti birisi? Ha, evet: ‘Çalıların arasından panter gibi fırladı.’”

“Tek yolu var,” dedi Martin Beck tatlı bir sesle.

“Neymiş?”

“Kendin çıkacaksın. Savunmasız yaşlı bir adam kılığına gireceksin.”

Çalışma masasında oturan adam başını çevirip ona ters ters baktı. Gunvald Larsson bir doksan beş boyundaydı ve yaklaşık yüz kiloydu. Ağır sıklet boksörlerinki gibiydi omuzları ve iri elleri kıvırcık sarı kıllarla kaplıydı. Saçları sarıydı, tam arkaya yatırılmıştı ve gözleri huzursuz, berrak maviydi. Kollberg genellikle bu tarifi, ‘tam bir motorsikletçi gibi bakıyor’ diyerek tamamlardı.

Şu anda o mavi gözler Martin Beck’e her zamankinden daha fazla sıkıntılı bakıyordu.

Martin Beck omuz silkip konuşmaya başladı:

“Şaka bir yana…”

Ve Gunvald Larsson lafını bir kez daha kesti.

“Şaka bir yana, ben burada komik bir şey göremiyorum. Ben burada karşılaştığım en berbat soygun vakasıyla cebelleşiyorum, sense kalkmış bana köpek möpekten bahsediyorsun.”

Martin Beck, diğer adamın, şüphesiz kasıtsız bir şekilde, yalnızca birkaç kişinin başarabildiği bir şeyi yapmak üzere olduğunu fark etti: Onu çileden çıkartacak kadar sinir ediyordu. Her ne kadar bunun düpedüz farkında olsa da dosya dolabının yanında elini kaldırıp konuşmadan edemedi:

“Bu kadarı yeter!”

Neyse ki tam aynı anda Melander yandaki odadan içeri girdi. Ceketini çıkarmış, gömlekliydi, ağzında bir pipo ve elinde açık bir telefon rehberi vardı.

“Merhaba,” dedi.

“Merhaba,” diye selamladı Martin Beck.

“Sen telefonu kapatır kapatmaz ismini düşündüm,” dedi Melander. “Arvid Larsson. Telefon rehberinde de buldum. Fakat adamı aramanın bir faydası olmaz. Nisan ayında ölmüş. Kalpten. Fakat hep aynı iş kolunda çalışıyormuş. Güney tarafında bir eskici dükkânı varmış. Şu anda kapalı.”

Martin Beck rehberi aldı, bakıp başını salladı. Melander pantolonunun cebinden bir kutu kibrit çıkarıp özenle piposunu yakmaya başladı. Martin Beck odada iki adım attı, rehberi masaya koydu. Sonra tekrar dosya dolabının yanına döndü.

Gunvald Larsson şüphe içinde, “Siz ikiniz neyle meşgulsünüz?” diye sordu.

“Hiç,” dedi Melander. “Martin, on iki yıl önce enselemeye çalıştığımız birinin adını unutmuştu da.”

“Sen de mi unuttun?”

“Hayır,” dedi Melander.

“Hatırladın yani?”

“Evet.”

Gunvald Larsson rehberi önüne çekti, sayfaları karıştırıp şöyle dedi: “Larsson adında bir adamın ismini on iki yıl boyunca nasıl aklında tutabiliyorsun?”

“Bayağı kolay,” dedi Melander ciddiyetle.

Telefon çaldı.

“Birinci şubeden görevli memur.

“Affedersiniz, hanımefendi, ne dediniz?

“Ne?

“Komiser miyim? Ben birinci bölgeden görevli memur, Dedektif Komiser Larsson.

“Sizin adınız…?”

Gunvald Larsson göğüs cebinden bir tükenmez kalem çıkarıp adı rehbere yazdı. Sonra kalemi tutan eli havada oturdu.

“Sizin için ne yapabilirim?

“Pardon, anlamadım.

“Hı? Bir ne?

“Kedi mi?

“Balkonda bir kedi mi var?

“Ah, bir adam.

“Balkonunuzda bir adam mı var?”

Gunvald Larsson rehberi kenara itip bir not defterini önüne çekti. Kalemi kâğıdın üstüne koydu. Bir şeyler yazdı. “Evet, anladım. Dış görünüşü nasıl demiştiniz?

“Evet, dinliyorum. Seyrek saçlı, saçlarını arkaya taramış. Büyük burunlu. Hı hı. Beyaz gömlek. Orta boyda. Hımmm. Kahverengi pantolon. Düğmesi iliklenmemiş. Ne? Aaa, gömleğin düğmeleri ilikli değil. Grimsi mavi gözleri var.

“Bir saniye hanımefendi. Şunu netleştirelim. Adam kendi balkonunda mı duruyor?”

Gunvald Larsson bir Melander’e, bir Martin Beck’e baktı ve sonra omuz silkti. Dinlemeye devam etti, kalemin ucunu kulağına soktu.

“Affedersiniz, hanımefendi. Siz bu adamın kendi balkonunda durduğunu mu söylüyorsunuz? Sizi taciz mi etti?

“Hı, etmedi. Ne? Sokağın karşı tarafında? Kendi balkonunda?

“Peki o zaman göz renginin grimsi mavi olduğunu nereden anladınız? Çok dar bir sokak olmalı.

“Ne? Siz ne yapıyorsunuz?

“Şimdi, bir dakika, hanımefendi. Bu adamın tek yaptığı şey balkonda durmak. Başka ne yapıyor?

“Sokağa mı bakıyor? Sokakta ne oluyor peki?

“Hiçbir şey mi? Ne dediniz? Arabalar? Çocuklar oyun mu oynuyor?

“Geceleri de mi? Çocuklar geceleri de mi sokakta oynuyor?

“Ah, oynamıyorlar. Ama adam geceleri de orada dikiliyor? Bizden ne istiyorsunuz? Köpek arabası mı yollayalım?

“Doğrusu, insanların balkonlarında durmalarını yasaklayan bir kanun hükmü yok, hanımefendi.

“Tutanak mı tutalım dediniz? Tanrı aşkına, herkes bizi arayıp tutanak tuttursaydı, burada her vatandaşa üç polis memuru düşerdi.

“Teşekkür mü? Bunun için teşekkür mü etmeliyiz?

“Kaba? Kaba mı konuştum? Şimdi, iyi dinleyin, hanımefendi…” Gunvald Larsson birden susup ahizeyi kulağından otuz santim uzaklaştırdı.

“Kapattı,” dedi hayretler içinde.

Üç saniye sonra ahizeyi çat diye yerine koyup şöyle dedi:

“Cehennemin dibine kadar yolun var, yaşlı kaltak.”

Yazdığı kâğıdı defterden yırtıp kalemin ucunda kalmış kulak kirini dikkatlice kâğıda sildi.

“Millet kafayı yemiş,” dedi. “Bu yüzden bir arpa boyu ilerleyemiyoruz ya. Santral da bunları engellemiyor ya. Tımarhaneye direkt hat çektirelim o zaman.”

“Alışmalısın,” dedi Melander, sakince rehberi alıp kapattı ve yandaki odaya gitti.

Tükenmez kalemini temizlemeyi bitiren Gunvald Larsson kâğıdı buruşturup çöpe fırlattı. Kapının yanındaki bavula ekşi ekşi bakıp, “Sen nereye?” diye sordu.

“İki günlüğüne Motala’ya gidiyorum,” diye cevap verdi Martin Beck. “Orada bir şeye bakmam lazım.”

“Bir hafta içerisinde dönmüş ol. Ama Kollberg bugün evde olacak. Yarından itibaren burada nöbette. O yüzden endişe etmene gerek yok.”

“Endişe etmiyorum.”

“Bu arada, şu gasp işi…”

“Evet?”

“Neyse, önemli değil.”

“İki kere daha yaparsa onu yakalayacağız,” dedi Melander bitişikteki odadan.

“Aynen,” dedi Martin Beck. “Hoşça kal.”

“Hoşça kal,” diye cevap verdi Gunvald Larsson.

3

Martin Beck trenin kalkış saatinden on dokuz dakika önce Merkez İstasyon’a vardı ve iki telefon görüşmesi yaparak aradaki zamanı doldurmaya karar verdi.

Önce ev.

“Sen yola çıkmadın mı hâlâ?” diye sordu karısı.

Martin Beck cevabı belli bu soruyu duymazdan gelip yalnızca şöyle dedi:

“Palace adlı bir otelde kalıyor olacağım. Bilmen iyi olur diye düşündüm.”

“Ne kadar yoksun?”

“Bir hafta.”

“Bu kadar net nereden biliyorsun?”

İyi bir soruydu. Kesinlikle aptal değil, diye düşündü Martin Beck.

“Çocuklara sevgilerimi ilet,” dedi, bir saniye sonra da, “sen de kendine iyi bak,” diye ekledi.

“Teşekkürler,” dedi karısı soğuk bir ifadeyle.

Martin Beck telefonu kapattı, pantolonunun cebinden bir bozukluk daha çıkardı. Telefon kulübelerinin önünde kuyruk vardı ve en yakınındaki insanların ters bakışları arasında bozuk parayı deliğe sokup güney polis merkezini aradı. Kollberg’in hatta bağlanması yaklaşık bir dakika sürdü.

“Ben Beck. Döndün mü diye merak ettim.”

“Ne düşüncelisin,” dedi Kollberg. “Sen hâlâ burada mısın?”

“Gun nasıl?”

“İyi. Balina gibi oldu.”

Gun, Kollberg’in karısıydı; ağustos sonunda doğum yapacaktı.

“Bir hafta sonra döneceğim.”

“Ben de öyle düşündüm. Ben o zamana dek burada görevde olmayacağım.” Bir sessizlik oldu, ardından Kollberg, “Hayırdır, Motala’ya ne için gidiyorsun?” diye sordu.

“Şu arkadaş…”

“Hangi arkadaş?”

“İki gece önce yanarak ölen şu eskici. Sen duymadın mı…”

“Gazetede okudum. Eee, ne olmuş?”

“Gidip bir bakacağım.”

“Sıradan bir yangın dosyasını temizleyemeyecek kadar kalın kafalı mıymış bunlar?”

“Her neyse, rica ettiler…”

“Bana bak,” dedi Kollberg. “Bu zokayı karına yutturabilirsin ama beni kandıramazsın. Neyse, ne istediklerini ve kimin rica ettiğini çok iyi biliyorum. Motala’daki soruşturma masasının şefi kim şu anda?”

“Ahlberg ama…”

“Aynen. Ayrıca yıllık izninden beş gün kullandığını da biliyorum. Başka bir deyişle, Motala’ya, City Hotel’de oturup Ahlberg’le laflamaya gidiyorsun. Haksız mıyım?”

“Şey…”

Kollberg yürekten, “Bol şans,” dedi. “Uslu dur.”

“Teşekkürler.”

Martin Beck telefonu kapatır kapatmaz arkasında bekleyen adam ite kaka öne geçti. Beck omuz silkip istasyonun ana bekleme salonuna gitti.

Kollberg haklıydı aslında. Bunun en ufak bir önemi yoktu ama yine de bunun bu kadar kolay anlaşılması onu sinir etmişti. Kollberg ve o, üç yaz önceki bir cinayet davasında Ahlberg’le tanışmışlardı. Soruşturma uzamış ve zor geçmişti, bu esnada yakın dost olmuşlardı. Yoksa Ahlberg, ulusal polis teşkilatından yardım istemezdi ve Martin Beck de bu davaya yarım gün mesai bile ayırmazdı.

İstasyonun saatine bakılacak olursa yaptığı telefon görüşmeleri yalnızca dört dakika sürmüştü; trenin kalkmasına hâlâ on beş dakika vardı. Büyük salon her zamanki gibi her telden insanla doluydu.

Martin Beck elinde bavulu, orada karamsar bir ifadeyle duruyordu. İnce suratlı, geniş alınlı ve güçlü çeneli, orta boylu bir adamdı. Onu gören çoğu kişi muhtemelen taşradan gelmiş, kendini birden büyük şehrin koşturmacası arasında bulmuş, şaşkın bir adam sanıyordu.

“Merhaba bayım,” dedi birisi çatlak bir fısıltıyla.

Martin Beck dönüp ona seslenen kişiye baktı. Ergenlik yaşlarının başında bir kız yanındaydı; incecik telli, sarı saçlıydı ve üstünde batik bir elbise vardı. Yalınayaktı, kirliydi ve Beck’in kendi kızıyla aynı yaşta görünüyordu. Sağ avucunda dört fotoğraftan oluşan bir şerit tutuyordu, çaktırmadan Martin Beck’e gösterdi.

Bu fotoğrafların çekildiği yerin izini sürmek çok basitti. Kız otomatik fotoğraf çeken kabinlerden birine girmiş, taburenin üstüne diz çökmüş, elbisesini koltuk altına kadar kaldırıp makineye para atmıştı.

Bu kabinlerin perdeleri diz boyuna kadar kısaltılmıştı ama pek işe yaramışa benzemiyordu. Martin Beck resimlere şöyle bir baktı; bu günlerde genç kızlar eskisine oranla daha çabuk gelişiyordu. Bu küçük pasaklılar altlarına bir şey giyme zahmetine de girmiyordu. Yine de fotoğraflar çok iyi çıkmamıştı.

“Yirmi beş kron?” dedi çocuk umutla.

Martin Beck buna sinir olmuştu, etrafına bakındığında salonun diğer tarafında üniformalı iki polis gördü. Yanlarına yaklaştı. İçlerinden biri onu tanıyıp selam verdi.

“Burada çocuklarla baş edemiyor musunuz?” dedi Martin Beck, öfke içinde.

“Elimizden geleni yapıyoruz, efendim.”

Cevap veren memur ona selam veren memurdu aynı zamanda. Mavi gözlü ve açık renk, sakalı düzgünce kısaltılmış bir gençti.

Martin Beck hiçbir şey demedi, arkasını dönüp platforma çıkan cam kapılardan geçti. Batik elbiseli kız şimdi salonun ilerisindeydi, çaktırmadan fotoğraflara bakıyor, dış görünüşünde bir terslik mi var diye merak ediyordu.

Çok geçmeden, dangalağın teki fotoğraflarını alırdı kesin.

Ardından kız da Humlegården ya da Mariatorget’e gider, o parayla ot ya da esrar alırdı. Ya da belki LSD.

Onu tanıyan polis memuru sakallıydı. Yirmi dört yıl önce, Martin Beck polis teşkilatına ilk katıldığında sakal bırakmak yasaktı.

Bu arada, sakallı olmayan diğer polis memuru ona neden selam vermemişti ki? Onu tanımamış mıydı?

Yirmi dört yıl önce, polis memurları üstleri olsun olmasın, yanlarına yaklaşan herkese selam verirdi. Yoksa yanılıyor muydu?

O günlerde on dört on beş yaşındaki kızlar fotoğraf kabinlerinde çıplak fotoğraflarını çekmez, kafa yapmak için para bulabilmenin yolu olarak bunları başkomiserlere satmaya çalışmazdı.

 

Her neyse, Martin Beck bu yılın başında aldığı yeni unvandan hiç memnun değildi. Güney polis merkezindeki yeni ofisini de sevmemişti çünkü Västberga’daki gürültülü bir sanayi bölgesindeydi artık. Sürekli ondan kuşku duyan karısından da, Gunvald Larsson gibi birisinin dedektif komiser yapılabilmesinden de hiç memnun değildi.

Martin Beck birinci sınıf kompartımanda cam kenarına oturup tüm bunları kara kara düşündü.

Tren istasyondan süzülerek ayrıldı ve belediye binasını geçti. Martin Beck buharlı eski beyaz vapur Mariefred’i gördü, hâlâ Gripsholm’daydı, sonra Norstedt Yayınları’nın binasını da gördü. Tren tünel tarafından yutulup güneye çekildi. Tekrar gün ışığına çıktığında Martin Beck yemyeşil çayırlarıyla Tantolunden’i, yakında kâbuslarına girecek olan parkı gördü ve demiryolu köprüsünde tekerleklerin yankısını duydu.

Tren Södertälje’de durduğunda Martin Beck kendini daha iyi hissediyordu. Ekspres trenlerin çoğunda restoranın yerini almış olan metal servis arabasından bir soda ve bayat peynirli sandviç aldı.