Czytaj książkę: «Patrona Halil»
Giriş
28 Eylül 1730 tarihinde Sultan III. Ahmet’e karşı bir isyan çıktı. Padişah’ın İranlıların muzaffer ordularının karşısına çıkmakta tereddüt etmesi halkı ve orduyu ayaklanmaya teşvik etmişti. İsyan, yeniçerilerin kampında başladı. Elebaşı yoksul bir Arnavut denizci olan Patrona Halil’di. Bir süre işportacılık yaptıktan sonra bir kaza ya da suç olayına adı karıştığı için imparatorluğun paralı askerlerine sığınmak zorunda kalmıştı. İsyan beklenmedik bir şekilde başarılı oldu. Önde gelen divan üyelerini boş yere ayaktakımının hırsına kurban eden Sultan, daha sonra Patrona Halil tarafından tahttan indirilmiş ve yerine I. Mahmut getirilmişti. Bu olayı izleyen altı hafta boyunca Osmanlı İmparatorluğu eski bir seyyar satıcı tarafından yönetildi. 25 Kasım tarihinde ise o ve diğer isyan liderleri, pek az tanınan bir kişiyken imparatorluk tahtına oturttukları hükümdarın gizli talimatıyla öldürüldüler.
Bu dramatik olay, Jokai’nin “A Feher Rozsa” isimli ünlü öyküsünün tarihsel arka planını oluşturmaktadır. Şüphesiz ki güler yüzlü Macar roman yazarı; sert, dobra ve otoriter bir isyan lideri olan Patrona Halil’i yurtsever bir devlet adamı, bir adalet ve onur şehidi gibi yansıtmıştır. Diğer taraftan yazar Halil’in karakterinin en belirgin özelliklerini gerçekçi bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Büyük ölçüde Hammer-Purgstall’ın (Geschichte des Osmanischen Reichs) artık demode hale gelen anlatımına dayansa da tarihsel gerçeklerin dışına çıkmamıştır. Bizim gibi aklı başında batılılara inanılmaz şaşırtıcı gelen III. Ahmet’in asilere uysallıkla boyun eğişi, en basit hizipçilerin imparatorluğun en yüksek mevkilerine ulaşmaları ya da lale saksıları vakası gibi ayrıntılar tartışılmaz tarihi gerçeklerdir. Haliyle Jokai’nin muhteşem hayal gücü Türk vakanüvislerinin yalın anlatımını çok başarılı bir biçimde zenginleştirmiştir. Halil’in ilginç hikâyesi, hayat dolu, romantik ve çelişkilerden hoşlanan yazara dayanılmaz bir biçimde çekici gelmiş olmalıdır. Diğer taraftan yazar romanında Patrona Halil’in yaşam öyküsü dışında başka kaynaklardan da yararlanmıştır. Jokai, romanın Gülbeyaz’ın saraydaki korkunç acılarının anlatıldığı eşsiz bölümünün, en azından kısmen Binbir Gece Masalları’ndan esinlendiğini ifade etmektedir.
1. Bölüm
İşportacı
Mezhepler arasında yüzlerce yıl süregelen mücadele, İslam dünyasını ikiye bölmüştü. İran ve Hindistan Şii topraklarıydı. Türkiye, Arabistan, Mısır ve Berberi diyarı ise Sünnilere aitti.
Şiiler ve Sünniler arasındaki çekişmede çok fazla kan dökülmüştü. Çatışmaya çoğu zaman maddi çıkarlar damgasını vurmuş, bu iki mezhebin üyeleri arasında tarih boyunca çok sayıda aforoz ve din değiştirme olayı yaşanmıştı. Hâlâ hangi mezhebin üyelerinin gerçek Müslümanlar olduğu sorusuna net bir yanıt verilememişti. Tartışma konusu olan mesele, peygamberin dört halefinden (Ali, Ebubekir, Osman, Ömer) hangisinin halifelik makamının gerçek sahibi olduğuydu. Şiiler’e göre sadece Ali halifelik makamının gerçek sahibiydi. Sünnilere göreyse dördünün de halife olmaya hakkı vardı ve her biri eşit derecede kutsal kişilerdi. Şüphesiz ki Şiilerin, Tanrı’nın kendilerinin hoşlanmadığı bu üç kutsal kişiyi bu makama layık görmüş olabileceğini kabul etmek yerine, binlerce kez kıyıma uğratılmayı göze almaları anlaşılmaz bir durumdu.
Sünni Şeyhülislam, İran Şahı Mahmut hakkında üç kez “katli vaciptir” fetvası vermiş ve bu fetva üzerine kahraman Sünni orduları, Şii bölgelerini işgal etmişlerdi. Heybetli Sadrazam Damat İbrahim; Kırım, Erivan, Kirmanşah ve Hamadan’ı Şiilerin elinden almış ve bu zaferler İstanbul halkının tek sohbet konusu haline gelmişti. Ahalinin bu zaferleri hatırlamak için kendilerine göre son derece haklı sebepleri vardı. Zira yeniçeriler, her yeni zafer ilanından sonra, askeri hünerlerini aslında korumakla yükümlü oldukları sivil halkın üzerinde deniyorlardı. Üstelik sadece ahali değil, hâlâ barışçıl eğilimlerini koruyan Sultan bile zaman zaman bu denemelerden payını alıyordu. İtiraf etmek gerekirse sürekli çiçek açan laleleri ve laleleri gölgede bırakan saray kızlarıyla mutlu olan Sultan, Sünnileri ya da Sadrazam’ının zaferlerini çok fazla umursamıyordu.
* * *
Gün batımının son ışıkları da İstanbul’un minarelerinden çekilmek üzereydi. Yedi tepeli şehrin heybetli silueti, akşam güneşinin altında muhteşem bir tablo gibi ortaya çıkıvermişti. Aşağıda, gün batımının kızıllığı ile alev alev olan boğaz uzanıyordu. Pera’nın, Galata’nın ve Saray’ın rengârenk büyülü konakları, dizi dizi evleri denizin üzerine yansımıştı. Uzun, dolambaçlı ve dar sokaklar bir tepeden diğerine doğru tırmanıyordu. Tepeler yemyeşildi. Doğrusu tabiat ana, kendine ait olanı korumakta çok hodbin davranmıştı.
İstanbul bu haliyle; asfaltla kaplanmış ve süpürülerek temizlenmiş sokaklarında, bizim uç uca dizili sert taşlardan başka hiçbir şey göremeyeceğiniz batılı şehirlerimizden çok farklıydı. Burada, yüzünüzü çevirdiğiniz her noktada gözünüze yeşilin farklı tonları çarpıyordu. Kaleler sarmaşık ve zeytin ağaçları ile yeşillendirilmişti; zengin evlerinin önünde nar ve selvi ağaçları dururdu. Bahçeleri olmayan yoksul ahali ise evlerinin çatılarına çiçek eker ya da en kötü ihtimalle pencerelerinin etrafında zamanla bütün evi kaplayan sarmaşıklar yetiştirirlerdi. Bu uçsuz bucaksız yeşil deryasının içinde yer yer şehirdeki seksen caminin kubbeleri parlardı.
Hemen hemen her ana yolun sonunda gür çimlere ve kalın yapraklı selvilerle kaplanmış yerlere rastlamak mümkündü. Buraların ebedi istirahatin hüzünlü mekânları olduğunu, ancak üzerlerinde sarık bulunan mezar taşlarından anlayabilirdiniz. Bu tablonun etkisi, boğazın altın aynasındaki yansıması ve yanı başındaki sarayların hepsine hakim gözüken Ayasofya Camisi’nin büyük kubbesiyle daha da artıyordu. Kısa süre içinde boğazın altın aynası bronz rengine büründü. Güneş kaybolurken deniz mavi gökten metalik bir pırıltıyı ödünç aldı. Köşkler karanlığın içinde kayboldu. Rumeli ve Anadolu Hisarları’nın zorlukla seçilebilen ana hatları, yıldızlarla kaplı gökyüzünün karşısında ancak belli belirsiz bir hale geldi. Yabancı tüccarların kaldığı hanlardaki birkaç lamba ile birkaç minare dışında, devasa şehir bütünüyle karanlığa gömüldü.
Müezzinler, camilerin ince minarelerine çıkıp akşam ezanını okumaya başladılar. Ahali hava iyice kararmadan evlerine varmak için acele ediyordu. Katır sürücüleri yüklü hayvanlarını kırbaçlayarak hızlandırmaya çalışıyorlardı. Hayvanlara asılı çanlardan çıkan sesler dar sokaklarda yankılanmaktaydı. Omuzlarındaki uzun sopaları, geçtikleri sokakları kaplayan hamallar ve sakalar, sokaklarda bağırarak dolaşıyorlardı. Karşılarına çıkan herkes onların bu halinden ürküyordu. Şehrin tüm köpek sürüleri, meydandaki çöpler için kavga etmek üzere gizlendikleri mezarlıktan çıkmıştı.
Müslümanlar karanlık çökmeden evlerine ulaşmaya gayret gösterirler ve her ne bahaneyle olursa olsun müezzinin sabah ezanını okumasından önce evden dışarı çıkmayı bir tür intihar sayarlardı. Özellikle bu saatlerde Et Meydanı’ndan geçmeye cüret eden bir kişinin ya deli cesaretine sahip olduğu ya da bu bölge hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı düşünülürdü. Zira yeniçeri barakalarının üç kapısı bu meydana açılmaktaydı. Yeniçeriler ise ellerine geçirebildikleri kişileri canlarına okumadan bırakmazlardı. İyi günlerinde bile olsalar kurbanlarına karşı merhametli davrandıkları görülmemişti. Müslümanlar bu nedenle Kur’an’ın “Aptal, kaçabilecekken kendini tehlikeye atan kişidir.” ayetini hep akıllarının bir köşesinde tutar ve mecbur olmadıkça Et Meydanı’na girmemeye özen gösterirlerdi.
Hava kararmaya başladığı sırada iki adam, Et Meydanı’na çıkan sokaklardan birinde karşılaştı. Adamlardan biri Eflak gunyası giyiyordu. Uzun ayakkabıları ve yanında sallanıp duran kaba bir el çantası vardı. Bir yabancıydı. Kırk yaşlarındaydı. Bu adam, ışıkta seçilebildiği kadarıyla güçlü, boylu posluydu ve epeyce şişman bir yüze sahipti. Yüzünde o an için hiçbir korku ya da bir insanın ilk kez ziyaret ettiği büyük bir şehirde hissedebileceği bir tereddüt işareti bulunmuyordu. Diğeri, otuz yaşlarında, kömür karası kalın sakalları olan bir Müslüman’dı. Tutkulu ve asabi bir tabiata sahipti. Karakteri bütünüyle parlak siyah gözlerine yansımıştı. Sarığını, onu normalde olduğundan daha kavgacı gösteren kaşlarını bütünüyle kapatacak şekilde şakaklarının hizasına çekmişti.
Yabancı, Et Meydanı’na gidiyor gibiydi. Diğeri de arkasından geliyordu. Yabancı, duvara doğru yanaşarak arkadan gelenin kendisini geçmesine izin verdi. Muhatabını şöyle bir tartıp kötü bir niyeti olmadığını anlayınca konuşmaya başladı:
“Merhametli Müslüman; yalvarırım kızma bana, Et Meydanı’nın nerede olduğunu söyler misin?”
Hızla ilerleyen adam, kısa bir an durdu. Yabancıyı sert bir bakışla süzdü ve yanıtladı:
“Doğru devam et. Vardın sayılır.”
Duydukları karşısında, yabancının korkudan dizleri titremeye başlamıştı.
“Eyvahlar olsun muhterem Müslüman! Yalvarırım kızma bana, sana Et Meydanı’nın nerede olduğunu oraya gitmek istediğim için sormadım. Yanlışlıkla yolum oraya düşmesin diye sordum. Ben bu şehirde yabancıyım. Hiç arzu etmediğim halde kendimi gitmekten dehşetle kaçındığım pek çok yerde bulduğum zamanlar oldu… Yalvarırım beni burada tek başıma bırakma. Bütün evlerin kapıları kilitlenmiş. Bu saatte hiçbir han beni içeri almaz. Beni evine götür. Size yük olmayacağım. Avlunuzda ya da kilerinizde uyuyabilirim; yeter ki korktuğum başıma gelmesin, bütün gece sokakta kalmaktan kurtulabileyim.”
Türk, elinde sazlardan dokunmuş bir sırt çantası taşıyordu. Açtı ve içine baktı. Pazar yerinden akşam yemeği için aldığı balık ve soğanın iki kişi için yeterli olup olmayacağını düşündü. Sonunda karar vermiş gibi kafasını salladı.
“Pekâlâ, gel bakalım,” dedi. “Beni takip et.”
Yabancı, öpmek için muhatabının ellerine yapıştı. Aslında yeni arkadaşına karşı hissettiği şükran duygusunu ne yaparsa yapsın tam anlamıyla göstermesi mümkün değildi.
“Bana teşekkür etmeden önce neyle karşılaşacağını görmek için beklemelisin,” dedi Türk. “Ben yoksul bir adamım. Seninle ancak konukseverliğimi paylaşabilirim.”
“Ah, ona bakılırsa ben de yoksulum, gerçekten çok yoksulum.” Yunan ırkına özgü ustaca bir kıvraklıkla yanıt verdi yabancı. “Benim adım Janaki. Jassy’de kasabım. Kavaslar, çırağıma ve tüm hayvanlarıma el koydular. Bu yüzden İstanbul’a geldim. Onları geri alamazsam çaresizlikten dilenmek zorunda kalacağım.”
“Pekâlâ. Bozma moralini, Allah sana yardım eder. Şimdi bizi daha fazla oyalama da bir an önce gidelim. Baksana, hava şimdiden karardı.”
Türk, Hebdomon (Bakırköy) Sarayı’na çıkan karmaşık yolların dar ve dolambaçlı labirentinde önden yürüyerek yabancıya rehberlik etti. Bir zamanlar Yunan imparatorlarına ev sahipliği yapmış olan bu bölge, şimdi en yoksul sınıfların toplandığı bir mahalle haline gelmişti. Buradaki sokaklar o kadar dardı ki karşılıklı evlerin çatılarında büyüyen sarmaşık ve su kabağı filizleri birbirlerine dolanarak, yolda yürüyenlere ferahlık veren doğal bir gölgelik oluşturmuştu.
Alışılmadık derecede dar ve uzun bir patikaya doğru girdikleri sırada, kendilerine doğru gelen birini gördüler. Adam bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Besbelli ki sarhoştu. Böyle aslan kükremesini andıran bir ses çıkarabildiğine göre çok sağlam ciğerlere sahip olmalıydı. Zaman zaman, önünden geçtiği evlerin kapılarını büyük bir gürültü çıkartarak yumrukluyor; varlığını belli ediyordu.
Yabancı, “Eyvah! Muhterem kardeşim, yoksa bu gelen bir yeniçeri mi?” diye kekeledi.
“Kesin öyle. Böyle bağırıp çağırmak kendi halinde bir insanın aklına bile gelmez.”
“Geri dönsek daha iyi olmaz mı?”
“Farklı bir yoldan gidersek bunun gibi başkalarıyla da karşılaşabiliriz. Bak bu sözümü hiç unutma: Bir kere çıktığın yoldan asla geri dönme. Yoksa daha büyük belalarla karşılaşırsın.”
Konuşarak ilerlerken, bu kükreyen cengâvere giderek daha fazla yaklaşmaktaydılar. Çok geçmeden adam burunlarının dibinde bitiverdi.
Görüntüsü, her bakımdan sesiyle uyum içerisindeydi. 1,80 boylarında bir insan azmanıydı. Dolmanının düzensiz görünüşü ve sarığının normalde olması gerekenden daha eğik duruşu, hakkında daha önce oluşan şüpheleri doğruluyordu. Belli ki peygamberin inananlara yasakladığı içkiyle de arası iyiydi.
Yeniçeri bütün gücüyle, “Haydi, hepiniz birden gelin!” diye kükredi. Bağırırken yolun bir tarafından diğerine doğru sendeliyor, bir taraftan da elinde tuttuğu kılıcını havaya doğru savuruyordu.
“Eyvahlar olsun benim cesur Müslümanım!” diye fısıldadı Eflaklı kasap. “Şu benim sopamı sen alsan daha iyi olmaz mı? Bunu benim elimde görürse ona meydan okuduğumu zannedebilir.”
Türk, kasabın korktuğunu görünce sopayı elinden aldı.
“Bak sen. Bu senin sopa hiç de fena bir şey değilmiş. Topuzu çivilerle süslenmiş ve ayrıca kurşunla ağırlaştırılmış. Bunu nasıl kullanacağını bilmemen çok kötü.”
“Benim tek isteğim insanların huzur içinde yaşamama izin vermeleri.”
“Çok güzel. Arkama saklan ve çekinmeden yürü. Yanından geçerken ne olursa olsun onunla göz göze gelmemeye çalış.”
Ah, keşke bu mümkün olabilseydi! Ne var ki yeniçeri, daha uzaktayken kasabın bakışlarını yakalamıştı. Kasap, rehberinin gömleğini çekiştirerek uzaklaşmaya çalışırken, yeniçeri birden yolunu kesti. Korkunç elleriyle yakasından yakaladı ve zavallı adamı kendisine doğru çekti.
“Domuz herif! Öyle kolay değil, dur bakalım. Sana söyleyecek bir çift lafım var. Kendime yeni bir yatağan aldım. Onunla boynunu keseceğim. Görelim bakalım dedikleri kadar keskin miymiş.”
Zavallı adam neredeyse korkudan ölmek üzereydi. Ölümden kurtulabilmek için her türlü dalkavukluğu yapıyor bir yandan da dört küçük çocuğu için yalvarıyordu. Geride onlarla ilgilenecek kimse kalmadığında çocuklarına ne olacaktı?
Rehberi cesaretle araya girdi:
“Geri çekil, pis sarhoş. Ne cüretle benim misafirime el kaldırırsın! Bilmez misin ki gerçek bir müminin misafirine kötülük yapan kişi lanetlenmiş sayılır.”
“Aman, sakın ha!” diyerek alaycı bir ifadeyle gülümsedi yeniçeri. “Muhterem balıkçım. Sen aklını mı kaybettin ki peygamber bahçesinin çiçekleriyle, Bektaş’ın çocuklarıyla, cesur yeniçerilerle laf dalaşına giriyorsun? Hâlâ fırsatın varken çekil git yolumdan. Biraz daha buralarda durursan sana söz dinlemeyi öğretirim ben.”
“Misafirimi rahat bırak dedim sana. Kendi yoluna git!”
“Neden? Senin derdin ne muhterem Müslüman? Sana bir şey diyen oldu mu? Maşallah! Benim bir köpeğin başını kesmek istememden sana ne? Onun gibi on tanesini daha istediğin zaman sokaklardan toplayabilirsin.”
Sarhoş bir adamı güzellikle yola getirmenin mümkün olmayacağını anlayan Türk, ona doğru yaklaşarak yatağanı tutan elini kavradı.
“Ne istiyorsun sen?” diye bağırdı yeniçeri. Bu aşırı cesur hareket karşısında öfkeden deliye dönmüştü.
“Hadi, kendi yoluna git.”
“Sen kimin elini tuttuğunu biliyor musun? Benim adım Halil.”
“Benimki de Halil.”
“Benimki Halil Pehlivan.”
“Benimki Patrona Halil.”
Bu meydan okuma üzerine yeniçerinin aklı başından gitti.
“Seni solucan. Seni çarpık bacaklı işportacı parçası, zavallı ip tüccarı seni. Eğer hemen elimi bırakmazsan ellerini, ayaklarını, kulaklarını ve burnunu kesip asarım seni!”
“Sen de eğer misafirimi rahat bırakmazsan sopamla yere deviririm seni.”
“Ne, sen mi beni devireceksin? Beni? Senin gibi bir adam Halil Pehlivan’ı bir sopayla tehdit edecek, olacak iş mi bu? Hadi vur bakalım. Seni köpek, seni haysiyetsiz yaratık seni! Müslümanların yüz karası! Vur hadi cesaretin varsa vur!”
Küstah bir tavırla yüzünü çevirdi. En küçük bir çekinmesi bile olmaksızın rakibine kafa tutuyordu.
Patrona Halil, böyle bir meydan okumayı karşılıksız bırakmayacak kadar cesurdu. Kurşun kaplı sopayı olabildiğince sert bir şekilde yeniçerinin yüzüne indiriverdi. Bir anda, adamın yüzünden kanlar akmaya başladı.
Pehlivan aniden gürledi, kanlı başını iki yana sallayarak yaralı bir ayı gibi Patrona’ya saldırdı. Omuz ve kollarındaki taze yaralar, yatağanını düşürmesine neden oldu. Yaraların acısını umursamaksızın rakibini devasa elleriyle sıkıca kavrayarak havaya kaldırdı. Ve sonra avını saran bir boa yılanı gibi onu kucakladı. Ne var ki Patrona da savunma sanatının acemisi değildi. Devasa adamın boğazını iki eliyle kavrayarak çok sert bir biçimde sıkmaya başladı. Birkaç saniye içerisinde yeniçeri, ileri geri sendelemeye başladı. Sonunda geriye doğru düştü. Patrona, Pehlivan’ın göğsünün üzerine eğildi ve hatıra olarak saklamak üzere, yeniçerinin sakalından birkaç tel kopardı. Patrona ve korkudan ödü patlamış olan misafiri aceleyle evlerinin yolunu tuttukları sırada içkinin ve düşerken aldığı darbelerin etkisiyle Pehlivan, uzandığı yerde kalakaldı.
Dar ve dolambaçlı patikalardan oluşan labirentlerde dolaşıp, çeşit çeşit bahçelerin ve kalabalık ailelerin yaşadığı harap evlerin arasında ileri geri zikzaklar çizdikten sonra Patrona Halil, sonunda kendi evine vardı.
Bu semtte herkesin kendine ait bir sokak kapısı olduğunu söylemek mümkün değildi. Civarda beş yüz ya da daha fazla tahta ev bulunuyordu. Evler, birbirlerinden ayrılamayacak derecede içe içe geçmişti. Öyle ki herkesin evine giden en kısa yol komşusunun evindeki dehlizlerden, hollerden ya da avlulardan geçiyordu. Bu evlerde kalmak zorunda olanlar birbirleriyle inanılmaz bir uyum içerisinde yaşamaya alışmışlardı. Mahalle sakinleri istedikleri zaman birbirlerinin evlerine önceden haber vermeksizin girebilmekteydiler. Bazı evlerde çatılar birbirleriyle bitişikti. Bazılarında ise bir evin kilerinden diğer evin kilerine geçmek mümkündü. Takip edilmekte olan herhangi bir mahalle sakini çatıların, dehlizlerin ve kilerlerin yardımıyla arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolabilirdi.
Patrona Halil’in evi de diğerleri gibi tahtadan yapılmıştı. Ev genişçe bir odadan ibaretti. İçinde bir ocağı vardı. Misafir zor beğenen biri bile olsa asma yapraklarının gölgelediği çatıda yatmaktan hoşnut kalacaktı. Evde fazla eşya yoktu. Odanın ortasında bir hasır, köşede halıyla kaplı bir kanepe, tahtadan yapılmış birkaç tabak ve çanak, tahta rafın üzerinde bir testi ve ocağın içinde basit mutfak gereçleri… Bütün eşyalar bunlardan ibaretti. Odanın tavanında, Patrona’nın eski moda bir çakmaktaşı ve çelik ile tutuşturduğu çanak lamba asılıydı. Halil, elini yüzünü yıkaması için misafirine yuvarlak bir leğen ve içi kuyudan çektiği içme suyu ile dolu uzun bir testi getirdi. Daha sonra kaba dokuma pazar sepetini çıkartarak içindekileri hasırın üzerine boşalttı. Janaki’nin karşısına oturdu ve vakit kaybetmeden misafirini sofraya buyur etti.
Aslına bakılırsa birkaç küçük balık ve birkaç güzel kırmızı soğandan başka doğru dürüst yiyecek bir şey yoktu. Fakat Halil’in, yedikleri hakkında söyleyecek çok fazla sözü vardı. Balıklar nerede ve nasıl yakalanmışlardı? Lezzetli olmaları için nasıl kızartılmaları gerekiyordu? Hangilerinin güçlü, hangilerinin zayıf balık yumurtalarına sahip olduğu nasıl anlaşılabilirdi? Ananastan bile fazla sayıda farklı soğan türü olduğunu daha önce hiç duymuş muydu? Peki, saf suya ne demeliydi? Kur’an’ın neden baştan sona saf suya övgülerle dolu olduğunu biliyor muydu? Halil tüm bunları yüreğiyle anlıyordu, ayetleri okumak için kutsal kitaba bakmasına gerek yoktu. Çölde yollarını kaybedip susuzluktan ölmek üzereyken Allah’ın rehberliğiyle serin vahalara ulaşan yolcular hakkında da pek çok hikâye biliyordu Halil. Hepsini anlattı misafirine. Böylelikle misafir, kendini gerçekten de mükemmel bir ziyafetin parçasıymış gibi hissetmeye başladı. Yiyip içtiklerinden hoşlanmıştı. Sofradan kalkarken keyfi yerindeydi.
Yanı başındaki masalarda tepeleme yığılı duran meyve ve şekerlemelere, etrafında dans edip şarkı söyleyen iki yüz odalığına rağmen, Sultan Ahmet’in ihtişamlı sofrasından kalkarken hissettiği doygunluk duygusu bunun yanında ne kadar da sıradan kalırdı.
“Hadi, şimdi yatalım,” dedi Patrona Halil misafirine. “Uyku, Allah’ın insan aklına bahşettiği keyiflerin en güzelidir. Uyanık olduğumuz zamanlarda hepimiz başkalarına aitiz. Ama rüyalar âlemi sadece bizimdir. Eğer güzel rüyalar görürsen bunun için sevinmelisin. Yok, eğer bir kâbus görüyorsan yine sevin; çünkü o sadece bir rüyadır. Bu gece hava güzel, çatıda uyuyabilirsin. Eğer yukarı çıktıktan sonra ipli merdiveni yukarı çekersen kimse seni rahatsız edemez.”
Janaki her şey için teşekkür etti. İstekli bir şekilde çatıya tırmandı. Çatıda daha önce kendisi için hazırlanmış olan ve üzerinde uyuyacağı hal ile kürkle kaplı minderi gördü. Evde bunların dışında başka halı ve minderin olmadığını fark etmişti. Patrona Halil’e seslendi:
“Ah, merhametli efendim! Bana kendi halını ve yastığını verdin. Peki, sen nerede uyuyacaksın?”
“Sen beni dert etme misafir! Ben diğer halımı ve yastığımı çıkarıp onların üstünde uyuyacağım.”
Janaki çatıya çıktıktan sonra, aşağıdan gelen seslere kulak verdi. Patrona Halil aşağıda abdest alıp namazını kıldı. Ardından, yuvarlak bir yalağı baş aşağı çevirerek hasırın üzerine yerleştirdi. Başını yalağın üzerine koyup kollarını göğsünde kavuşturdu. Çok geçmeden huzur içinde uykuya daldı.
Ertesi sabah Janaki uyandı ve Halil’in yanına indi. Halil’e bir altın dinar verdi. “Bu parayı al muhterem efendim,” dedi. “Bir gün daha evinde kalmama izin ver. Bu parayla da ikimiz için güzel bir öğle yemeği hazırla.”
Parayı alan Halil, meydana gitmek için hemen yola koyuldu. Her türden yiyecek için esnaflarla uzun uzun pazarlık yaptı. Alışverişten sonra kendisine emanet edilen paradan geriye sadece bir bakır akçe arttırabilmiş olması vicdanını rahatsız etmişti. Misafiri için etli pilav yaptı. Ona en büyük aşçı ve tatlıcıların tezgâhından çıkmış ballı kekler, dulchalar, şam fıstıkları, içi fındıkla dolu ve balla pişirilmiş tatlı biber kekleri ve daha nice lezzetli yiyecekler getirdi. Gördükleri ve aldığı kokular karşısında şaşıran Janaki, “Sultan Ahmet bile bundan iyisine sahip olamaz!” diye bağırdı. Bunun üzerine Halil, Janaki’yi, Sultan’ın adını çok sık ve böyle yüksek sesle telaffuz etmemesi konusunda uyardı.
Halil, misafirini yine çatıda ağırlayacaktı. Önceki gece yatağında sürekli sağa sola dönmesi dikkatini çekmişti. Belki de yattığı yer ona biraz sert geliyordu. Bu kez tedbirli davranmış, kendi kaftanını misafirin yattığı halının altına sererek onun rahatını garantiye almıştı.
Ertesi sabah Janaki, Halil’e bir altın dinar daha verdi.
“Bana kalem ve kâğıt al,” dedi Janaki. “Birisine mektup yazacağım. Ondan sonra da Tanrı izin verirse buradan ayrılıp kendi yoluma giderim.”
Halil yola çıktı. Pazarda esnaflarla pazarlık yapıp alışverişini tamamladıktan sonra, almak için gittiği şeylerle birlikte geri döndü. Misafirine kuruşu kuruşuna yaptığı harcamaların hesabını verdi. Kalemin fiyatı şu kadar, mürekkebi satın almak bu kadara mâl oldu, mühüre şu kadar verdim diyerek hesaplamayı yaptıktan sonra paranın üstünü Janaki’ye verdi.
Janaki çatıya çıkıp mektubunu yazdı, mühürledi. Mektubu halının altına sıkıştırdı. Yolculuk sırasında yanında taşıdığı sopasını eline aldı. Halil’e kendisine karşı gösterdiği konukseverlik için teşekkür ettikten sonra, Pera yoluna nasıl gidebileceğini kendisine tarif etmesini rica etti.
Halil, yolu tarif ettiği misafirine en yakın caddeye kadar eşlik etti. Janaki, boğazın görünmeye başladığı yerde yolun kendisine tanıdık geldiğini fark etti. Bundan sonrasına kendi başına devam edebilirdi. Birdenbire yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Hay Allah! Bak şimdi hatırladım. Çatıda yazdığım mektup aklımdan çıkıp gitmiş. Halının altında duruyor. Yanında mektupla göndermeyi düşündüğüm bir de para kesesi var. Bu saatten sonra ben oraya geri dönemem. Sana yalvarıyorum, şimdi eve dön ve mektubu para kesesiyle birlikte yazıldığı kişiye teslim et. Tanrı yardımcın olsun!”
Halil, bu yeni görevi de mümkün olan en kısa sürede yerine getirmek için hemen harekete geçti.
“Parayı da sahibine vermeye unutma,” dedi Yunanlı.
“Hiç merak etme. Götürüp kendin teslim etmişsin gibi rahat olsun için.”
“Bir de bana söz ver. Ne yapıp edip mektubun gönderildiği kişiyi parayı kabul etmesi için ikna edeceksin.“
“Ondan parayı aldığını söyleyen imzalı bir kâğıt alana kadar evinden ayrılmayacağım. Bir gün yolun bu tarafa düşer diye de o kâğıdı her zaman saklayacağım.”
“Öyleyse Tanrı’ya emanet ol, dürüst Müslüman.”
“Ve aleykümselam!”
Halil, hızla evine geri döndü. İp merdiveni kullanarak çatıya tırmandı. Para ve mektup halının altındaydı. Yokluğunda çalınmadıklarını görünce keyfi yerine geldi. Mektubu ve keseyi örme çantasının içine attı. İçinde ne olduğuna bakmak aklına bile gelmemişti. Çantasında mektup ve para kesesi ile birlikte aceleyle pazar yerine doğru yola çıktı. Pazarda, İstanbul’da yaşayan hemen hemen herkes hakkında bilgi sahibi olan bir sarraf tanıyordu. Onun sayesinde, mektubun yazıldığı kişinin nerede yaşadığını öğrenebilirdi.
Mektubu fazla incelemeden sarrafa verdi. Böylelikle bundan sonra yapması gerekenleri ondan öğrenebilirdi. Sarraf mektubun üzerinde yazan adresi inceledikten sonra bir an büyük bir şaşkınlığa kapıldı.
“Patrona Halil!” diye bağırdı. “Sen çok mu safsın, saf taklidi mi yapıyorsun? Yoksa okuman mı yok?”
“Okumam var tabii. Ama adamın mektubu kime gönderdiği beni ilgilendirmiyor.”
“Peki öyleyse, şöyle söyleyeyim. Sen bu kişiyi çok yakından tanıyorsun. Bu mektup sana yollanmış be adam!”
Şaşkına dönen Halil, o ana kadar ilgisini çekmeyen mektubu eline aldı. Gerçekten de kendisine yazılmıştı.
“Galiba mektubu bırakan adam delinin tekiydi.
İşin tuhafı şimdi elimde bir de teslim etmem gereken para kesesi var.”
“Evet, onun üzerinde de senin adın yazıyor.”
“İyi de ben bu para kesesi ve mektupla ne yapacağım? Bunları bana emanet eden adamın kesin aklından zoru var.”
“En güzeli sen bu mektubu açıp oku. O zaman onlarla ne yapman gerektiğini de öğrenmiş olursun.”
Öyle ya. Doğrusu buydu. Bir adam kendisine gönderilen bir mektupla ne yapması gerektiğini ancak onu okuyarak öğrenebilirdi.
Mektupta şunlar yazıyordu:
“Muhterem Patrona Halil,
Sana yoksul bir adam olduğumu söylemiştim. Bu doğru değil. Aksine, Tanrı’ya şükür ki varlıklı bir adamım. Sürekli seyahat etmemin sebebi ise benden çalınan hayvan sürülerini geri almak değil benim için tüm hazinelerimden daha değerli olan kızımdır. Her nerede olursa olsun onu bulabilmek ve eğer mümkünse kaçıranların elinden kurtarabilmek için arkasında bıraktığı izleri takip ediyorum. Bana çok büyük yardımın dokundu. Benim hatrım için sarhoş yeniçeri ile kavga ettin. Evini benimle paylaştın. Kendin yerde yatarken yatağını bana verdin. Daha rahat olabilmem için kendi kaftanını bile çıkarıp bana yatak yaptın. Sana olan minnet borcumun bir karşılığı olarak, mektubun yanındaki bu küçük keseyi kabul et. İçinde beş bin kuruş var. Seni tekrar ziyaret ettiğim zaman, daha iyi koşullarda yaşadığını görebilmeyi umuyorum. Her konuda Tanrı yardımcın olsun.
Minnettar kulun,
Janaki”
“Ben demedim mi bu adam deli diye!” diye yüksek sesle söylendi Halil. “Bir deliden başka kim üç kırmızı soğan için beş bin kuruş verir?”
Konuşulanlara tanık olanlar, etraflarında toplanmıştı. Kafa kafaya vermişler, üç kırmızı soğan için beş bin kuruş veren Janaki’nin mi yoksa bu parayı kabul etmek istemeyen Halil’in mi daha saf olduğunu tartışıyorlardı. En sonunda, saflık konusunda kimsenin Halil’in eline su dökemeyeceğine kanaat getirildi. Zira hiç vakit kaybetmeden, kendisine parayı veren adamı aramaya başlamıştı. Ne var ki tüm aramalarına rağmen adamın izini bulamadı. Bu kadar para elinden çalınmış olsaydı hırsızların peşine düşüp yakalamak belki de bundan çok daha kolay olacaktı.
Janaki’nin izini bulmak için dolaşırken Halil’in yolu, üç gün önce Halil Pehlivan’la kavga ettiği yere düştü. Nerede olduğunu hemen fark etmişti. Devasa adamın kafasından akan kan izleri hâlâ yerde duruyordu. Karşıdaki evin duvarında, her ikisinin de adları yazılıydı. Anlaşılan, yaşadıkları olayı ölümsüzleştirmek isteyen yeniçeri, kendine geldiğinde parmağını kendi kanına daldırıp duvara kendisinin ve rakibini ismini karalamıştı. Üstte Halil Pehlivan’ın, altta ise Patrona Halil’in kendi isminin yazılması dikkatinden kaçmadı.
“Yok. İşte bu doğru değil,” dedi Halil kendi kendine. “Mağlup olan sendin!”. Yerden kaptığı kırmızı bir taş parçasıyla kendi adını Halil Pehlivan’ın üstüne yazdı.
Geç saatlere kadar ordan oraya koşuşturup durmasına rağmen, Janaki’nin izine rastlamak mümkün olmamıştı. Akşam karanlığı çökerken kafası çeşit çeşit düşüncelerle karmakarışık bir haldeydi. O kadar ki Et Meydanı’nda balık pazarlığı yaparken tek bir sazanın bin kuruş olduğunu söyleseler Halil birazcık olsun şaşırmazdı. Bütün geceyi, parayı nasıl saklayabileceğini düşünerek uykusuz geçirdi.
Ertesi gün yine pazarları dolaştı. Sonra adının duvarına yazılı olduğu evin olduğu yere gitti. O da nesi? Halil Pehlivan’ın adı yine kendi isminin üstüne çıkmıştı.
“Artık buna bir son vermeli,” diye homurdandı Halil. Bir hamal çağırdı. Hamalın omuzlarının üzerine çıkarak adını evin saçaklarının hemen altında bulunan bir noktaya yazdı. Böylece Halil Pehlivan’ın adı artık kendi isminin üstüne çıkamayacaktı. Patrona Halil, altta kalmayı kabullenmeyen bir tabiata sahipti. Kendisinden üstün başka bir insanın varlığı düşüncesi ona ıstırap veriyordu. Evine doğru giderken Çırağan Sarayı’nın yanından geçti. O geçtiği sırada, Padişah Sultan III. Ahmet, Sadrazam’ı Damat İbrahim, Kâhya Bey, Kaptan-ı Derya ve Ayasofya Vaizi İspirizade sarayın çevresinde geziniyorlardı. Onları fark edince yere kapandı. O sırada kalbinin derinliklerinden gelen bir sesin ona şöyle fısıldadığını hissediyordu: “Bir gün gelecek şimdi benim yaptığım gibi siz de benim karşımda eğileceksiniz. Benim, Patrona Halil’in, işportacının… Evet evet siz, imparatorluğun ve evrenin tüm efendileri.”
Halil, evrenin efendileri maiyetleri ile beraber yanından geçip giderken kafasını kaldırmadığı için çok şanslıydı. Aksi halde Sultan’ın önünde, elinde palasıyla yürüyen Halil Pehlivan onu tanıyabilirdi. Bu durumda yeniçeri, Halil’in kafasını ortadan ikiye ayırıverdi. Hiç kimse de gariban işportacının başına gelenleri sorgulamaz, Halil canından olduğu ile kalırdı.