Czytaj książkę: «Cinci Hoca»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
İSTEMEM, İSTEMEM, İSTEMEM!
Kapı ağası kafesin kapısını açtı, hem ağlar hem güler bir sesle matemli müjdeyi kekeledi:
“Mübarek başınız sağ olsun, şevketlu kardeşiniz Sultan Murat göçtü. Artık taht sizin, saltanat sizin, buyurun!”
Mahpus şehzade İbrahim, alık alık kapı ağasının yüzüne bakıyordu, ne söylendiğini anlamamış gibi davranıyordu. Bir eli kırmızı atlas çakşırına sokulu, bir eli de bıyıklarına takılıydı. Dağınık saçları arasında kırmızı bir gül vardı. Göğsü göbeğine kadar açıktı.
Bir kardeş ölümünden doğan saadetin, taze bir mezar üzerinde yükselen tac-ü tahtın müjdecisi bu sersem sükûtu hayretle süzüyor, hafif hafif yutkunuyordu, fakat baştan başa geçmesi mukadder olan tacın yeni sahibini beklediğini, tahttan mezara intikal eden ölünün çarçabuk gömülmesi lazım geldiğini, cülus şenliklerine başlayabilmek için acele edilmek icap ettiğini ve bütün bu işlerin şu alık genci harekete geçirmekle başarılacağını düşününce hayretten sıyrıldı, müjdesini kelime kelime tekrar etti:
“Mübarek başınız sağ olsun, şevketlu kardeşiniz Sultan Murat göçtü. Artık taht sizin, saltanat sizin, buyurun!”
Genç mahpusun gözlerinde şimdi garip bir ışık belirmişti, sarımtırak yüzüne bir tebessüm yayılmıştı. Düşünüyor ve gülüyor gibiydi. Fakat yine cevap vermiyordu, deli deli bakarak ve deli deli gülerek çakşırını karıştırıyordu.
Kapı ağası yeni baştan şaşırmış ve padişahlık müjdesine karşı bu kadar kayıtsız kalan şehzadeyi nasıl hislendireceğini üzüle üzüle düşünmeye dalmıştı. Sert davranamazdı. Çünkü karşısında el pençe divan durduğu bu alık genç, Osmanlı tahtının biricik vârisi, en kuvvetli bir saltanatın tek başına sahibiydi. Daha yarım saat önce milyonlarca insanın hayatını avuçları içinde tutan, küçük bir sözüyle küreyi ateşlere vermek kudretini taşıyan Sultan Murat gibi korkunç bir mahluk bile rahat döşeğinden mezara gitmek için şu sersem delikanlının iradesini bekliyordu. Bu ayarda bir adama en büyük müjdenin de üç kere söylenmesine imkân yoktu ve böyle bir cüretin çok pahalıya, hatta hayata mal olması muhtemeldi.
Zavallı kapı ağası içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak için kafasını yorup dururken şehzadenin sağ eli çakşırından çıktı, sol eli bıyıklarından ayrıldı, yüzündeki tebessüm silindi, gözlerindeki ışık söndü ve dudaklarında ürkek bir cümle belirdi:
“İstemem, istemem, istemem!”
Müjdeci saraylının ağzı bir karış açılmıştı ve gözlerine, padişahlık istemeyen adamın delirip delirmediğini araştıran muzdarip bir merak dolmuştu. Padişahlık nasıl istenmezdi ve yıllardan beri şu kafeste saltanat nöbeti bekleyen bir şehzade, o nöbetin geldiğini duyar da nasıl heyecanlanmazdı?
Kapı ağası bu garip muadeleyi1 çözmek yolunu araştırırken genç mahpus üzerinde oturduğu minderden sıçradı, kendisine saltanat müjdesi getiren adamın yakasına sarıldı:
“Seni gidi melun seni!..” dedi. “Bir tutam canın varken bana dek etmek2 dilersin, hile düzersin ha! Allah kardeşime uzun ömürler versin. Bana ne tahtın lüzumu var ne tacın! Senin de burada işin yok! Yürü yerine! Yoksa kardeşimin mübarek başı için otuz iki dişini bir yumrukta kırarım!”
Ve herifin bir kelime daha söylemesine meydan vermedi, beline kuvvetli bir tekme vurarak dışarı attı, kafes kapısını kapayıp sürmeledikten sonra minderine uzandı, iki elini çakşırına sokarak deli deli söylenmeye koyuldu:
“İstemem, istemem, istemem!”
Silahtar, çuhadar, imam ve bir yığın köle, ayakları ve çenesi tülbentle bağlanmış, üstüne bir şal atılmış ölünün başında yeni padişahı bekliyorlardı. Sarayın camlarını, çerçevelerini -ilk matem dakikasında- kıran, yanık vaveylalar koparan halayıklar, ağalar gözle yeni efendilerine görünmenin yakışıksız düşeceğini düşünerek seslerini kesmişler, yaşlarını silmişlerdi, valide sultanın etrafında toplanarak tahtın, tacın ve saltanatın yeni sahibini beklemeye koyulmuşlardı.
Valide Kösem Sultan dalgındı. Eşsiz iki zümrüde benzeyen iri gözleri, yarı kapanık; tombul iki yakut parçasını andıran gül yanakları, biraz soluk; üst üste gelmiş iki ince dilim alev biçimindeki dudakları yumuk olduğu hâlde derin derin düşünüyordu. Bir oğlunun mezara düşmesinden elemlenmemiş, başka bir oğlunun tahta çıkmasından neşe duymamış gibiydi.
O, bir Rum papazının kızıydı. Adı Anastasya iken konu komşu arasında Nasya diye çağırılıyordu. Halayık olarak saraya satıldıktan sonra Mahpeyker adını aldı, az bir müddet sonra da Birinci Sultan Ahmet’in en sevgili hasekisi oldu. Fakat âşık eşiyle baş başa geçirdiği demler uzun sürmedi, kanının en coşkun devrinde dul kaldı.
Kocası yirmi sekiz yaşında ölmüştü. O günden beri yirmi üç yıl geçtiği hâlde Kösem, henüz yıpranmamış beyaz bir gül hâlindeydi. Ne renginde ne de ıtrında eksiklik vardı. Eğer yirmi üç uzun yılın her günü bir çeşit elemle geçmiş olmasaydı bu olgun gül, belki büyülü bir gonca gibi taze görünecek ve her göze şaşkınlık verecekti.
Fakat elemli bir dulluk hayatı, tabiatın “bikridaim” numunesi olarak halk ettiği bu muattar vücuda olgun bir gül siması vermişti. Küçük bir fiske, serseri bir yel bu gülü tarumar edebilirdi. Bizzat Kösem, kendi durumunu idrak ettiği için hissine zekâsını hâkim etmek yolunu tutmuş, derin bir tevekküle bürünmüş ve elemi neşe saymayı itiyat edinmişti. Kocasının kardeşi Birinci Mustafa’nın iki kere tahta çıkarak padişahlık yaptığı günlerde, eltisinin üvey oğlu Genç Osman’ın saltanatı yıllarında ortağı Mahifiruz’un sitemlerine, hakaretlerine hep bu itiyat sayesinde tahammül ettiği gibi öz oğlu Sultan Murat’ın kahırlarına, hamyazelerine3 de yine bu hissî siyasetten aldığı kuvvetle göğüs germişti. En sevgili oğlu Kasım, Sultan Murat’ın iradesiyle boğulurken bile onun zümrütlerini ıslanmış gören yoktu.
Lakin bir kere, yirmi üç yıllık dulluk hayatında topu topu bir kere soğukkanlılığını kaybetmiş, müthiş bir heyecan geçirmiş, sinir buhranları içinde deli olacak hâle gelmişti. Ona bu ruh sarsıntısını veren yine Sultan Murat’tı. Çünkü sağ kalan tek kardeşini, Kösem Sultan’ın son yavrusunu da öldürmek istemişti. Bir oğlunun gözü önünde boğulmasına tahammül eden ana, bu ikinci felaketi sükûnetle karşılayamadı. Tacidar katille pençeleşerek yavrusunu ölümden kurtardı. Hayatını iki kere kendine borçlu olan şehzade şimdi tahta çıkıyordu ve şüphe yok ki şükranını ödemeye çalışacaktı.
Kösem Sultan bu mülahaza ile elmas hülyalar işliyor, oğlunun koşa koşa gelip elini öpmesini bekliyordu. Fakat kapı ağasının tekmelenmiş belini tutarak ekşi bir yüzle yanına gelmesi ve “Şehzade hazretleri padişah olmak istemiyor.” demesi üzerine belinledi.
“Nasıl, nasıl…” dedi. “Oğlum padişahlık istemiyor mu?”
Kapı ağası boyun kırdı, duyduklarını anlattı:
“Beli sultanım, istemiyor. Tespih çeker gibi boyuna istemem, istemem, istemem diyor.”
Tombul dul, kamçılanmış gibi bir hızla yerinden sıçradı:
“Kardeşinin ölümüne inanmamış, tuzağa düşmekten korkmuş olacak. Bari ben gideyim de aslanımın korkusunu gidereyim.”
Biraz sonra o, saray ağalarını ve iç oğlanlarını ardında yürüterek şehzadeye mahbeslik eden dairenin, tarihî adıyla kafesin önüne gelmişti, içeriden sürmeli kapıyı açtırmak için yalvarıyordu:
“Oğlum, aslanım, kapıyı aç, gelen benim, ananım! Sana diyeceğim var.”
Oturduğu minder üzerinde kımıldamayı bile külfet sayan İbrahim, diline doladığı nakaratı tekrar etti:
“İstemem, istemem, istemem!”
Kösem, tahtın eşiğinde deliliğini ilan eden oğlunun bir felakete sebep olacağını düşünerek titizlendi, yumuşak ve okşayıcı bir eda ile konuşurken sesini sertleştirdi.
“Aslanım…” dedi. “Başın sağ olsun, kardeşin öldü. Gel, çık!”
Cevap, aynı teraneden ibaret kaldı:
“İstemem, istemem, istemem!”
Ağalar ve iç oğlanları dudaklarını ısırarak birbirlerine bakışıyorlardı. Valide sultan, mecnun bir padişaha şimdiden saygısızlık hissettiren bu bakışlardan ağır bir ızdırap ve ağır bir hicap duydu, kendisinin deliliğe de tahakküm edeceğini anlatmak için pervasız davranmaktan başka çare bulamadı, ağalara demir kapıyı göstererek emir verdi:
“Kırın!”
Dışarıdan hücum, içeriden feryat başlamıştı. Osmanoğulları tarihinde eşi olmayan bir sahne yüz göstermişti. Bir deliyi zorla tahta çıkarmak isteyenlerle mahpusluğu sultanlığa tercih eden o deli, önünde ve ardında yer aldıkları demir kapıyı mihver yaparak boğuşuyorlardı. Nihayet kapı kırıldı, anayla oğul yüz yüze geldi.
Bu, bir yandan acıklı, bir yandan da gülünç bir karşılaşmaydı. Saçı güllü, göğsü kıllı, çakşırı düşük şehzade, kollarını ileri uzatarak boyuna “Gelmeyin, gelmeyin!” diye haykırıyordu. Başı örtülü, yeşil gözleri -hiddetten- pırıltılı ana, kucağını açarak ve sesini yumuşatmaya çalışarak “Gel aslanım, gel civanım.” zemzemesiyle onu yakalamaya çalışıyordu.
Saraylılar dışarıda kalmışlardı, yalnız kapı ağası valide sultanın yanındaydı. Ortada cellat, kement ve kılıç yoktu. Buna rağmen şehzade “İstemem, istemem, istemem!” diye çırpınmakta, geniş mahbesin bir köşesinden öbür köşesine kaçmakta ısrar ediyordu.
Kösem, bu kaçıp kovalama oyununun uzun süreceğini anladığından padişahlara köle elinin değmeyeceği, değemeyeceği hakkındaki saray kanununu -o an için- ayak altına aldı, kapı ağasına fısıldadı:
“Yakala, incitmeden tut, koluna gir.”
Ve deli şehzadenin yakalanmasıyla beraber kendisi de koştu, sağ koluna girdi.
“Aziz başına…” dedi. “Ant içiyorum. Kardeşin öldü.”
O, nemli gözlerini anasının yüzüne dikti, gamlı gamlı baktı, uzun uzun inledi:
“Siz bana mekr-ü al edersiz,4 canıma kıymak dilersiz. Bana saltanat gerekmez. Kardeşim sağ olsun.”
Geri geri çekiliyor, dışarı çıkmamak için bütün kuvvetiyle çırpınıyordu. Kösem bu vaziyette dil dökmek, mantığa başvurmak zorunu duydu, delinin güllü saçlarını okşayarak anlattı:
“Kardeşin sağ olup da seni öldürtmek istese beni mi yanına yollardı?.. Haydi yolladı diyelim. Allah etmesin! Allah etmesin, sana kıyılacaksa koluna girip dışarı çıkarmak neden?.. Cellatlar gelirdi, boynuna kement atılırdı, kârın tamam olurdu. Mademki bunlar yapılmıyor, demek ki kötülük yok. Sen de kölelerine, kullarına karşı gülünç olma, padişahlığını takın, taşra çık, neredeyse vezirler, hocalar, ocak ağaları elini öpmeye gelecek. Onlar da bu hâlini duyup üzülsünler mi?”
Deli gencin gözü önünde hep korkunç kardeşinin kanlı gözleri, sert çehresi dolaşıyordu ve korkudan ayaklarının bağı çözüldüğü için ileriye doğru adım atamıyordu. Anasının sözlerinden biraz ümide düşmüş, kardeşinin öldüğüne inanmaya meyletmişti. Lakin göz bebeklerine yapışan kardeş hayalini bir türlü uzaklaştıramadığından yine durduğu yerde kalıyordu. Yalnız bağırmıyordu, çırpınmıyordu, hatta “istemem” bile demeyerek dört yanına bakınıp duruyordu.
Kösem onun aklını başına getirmek, korkusunu gidermek, yürümesini mümkün kılmak için son çareye başvurdu.
“Aslanım…” dedi. “Kendiniz varın, nazar eylen. Ölü, rahat döşeğindedir. Teneşire konmak için iradeniz bekleniyor.”
Bu tavsiye, onu biraz daha ümitlendirdi, diz bağlarına kuvvet verdi. Şimdi geriye kaçmaktan ziyade ileriye gitmek temayülü gösteriyordu. Fakat yine tereddüt, telaş ve korku içindeydi. İki adım ileri atıyorsa bir adımını mutlaka geri alıyordu. Kendisini koltuklayan kadında da erkekte de tahammül kalmamıştı, için için homurdanıyorlardı, ter içinde bunalıyorlardı.
Eğer Osmanoğulları’ndan başka bir şehzade daha bulunsa Kösem Sultan bu zahmetlere şüphe yok ki katlanmayacaktı, süt emer bir hâlde de bulunsa onu şu delinin yerine oturtacaktı. Fakat Sultan Murat üç kardeşini boğdurtmak suretiyle saltanatı bu mecnuna bırakmış bulunuyordu. Sadrazamın, şeyhülislamın, ocak ağalarından birinin padişahlığa geçmemesi için şu korkak, şu sarsak, şu deli gencin her densizliğine tahammül etmek gerekti.
Bununla beraber kapı ağası da Kösem de işi zora çevirmişlerdi. İnatçı deliyi sürüklemeye koyulmuşlardı. Dışarıdaki kalabalığın cellatça değil, kölece davranmaları, yerlere kapanıp saygı göstermeleri İbrahim’e derece derece yürek pekliği verdiğinden sürüm işi artık kolaylaşmıştı. Mahbesten adım adım uzaklaşmak mümkün olmuştu.
Deveye hendek atlatanlar yüreklerinde açılan tebessümü hazma çalışarak, hendek atlayan deve de bön bön bakınarak yürüyorlardı. İç oğlanlarının uzun entarileri yelpazelenmiş, ağaların pembe kürkleri kahkahamsı bir inşirahla açılıp kapanmaya başlamıştı. Deliyi kafesten çıkarmak, tahta doğru yürütmek herkesi sevinç içinde bırakmıştı. Henüz sevinmeyen deliydi, o da yüreğini neşeye açmak için son tereddüt dakikalarını yaşıyordu.
İşte bu sırada ve ağalarla iç oğlanlarının deliye itimat telkin etmek kaygısıyla sık sık alkış savurdukları esnada kapı ağasının gözü ilerideki demir kapıya uzandı ve yüzüne telaş gölgeleri yayıldı. Kapıda dev cüsseli bir adam duruyordu.
Kapı ağasının şu görüşle telaşa düşmekte hakkı vardı, çünkü korkunç endamını demir kapı önünde şahlandıran adam sakallıydı. Hâlbuki harem dairesinin bu kısmına ve bilhassa şu demir kapı önüne bostancıbaşılardan başka hiçbir sakallı şahsın gelmesine imkân yoktu. Bostancıbaşılarsa ancak kafaları koparılacak kimseleri yakalamak için oraya gelebilirlerdi.
Deli İbrahim de manalı ve manasız bütün saray âdetlerini bilenlerdendi. Sıhhati bozuk, idraki gevşek, iradesi zayıf bulunmasına, okuyup yazması son derece kıt olmasına rağmen yıllardan beri içeride yaşadığı kafeste, kendisiyle temasa mezun olanlardan o âdetler üzerine ders alıyordu. Bu sebeple demir kapı önünde sakallı bir adam görünce yeni baştan korkacak, yeni baştan yaygara koparacak ve belki ipi kırıp kafesine kaçacaktı.
Kapı ağası işte bu akıbeti düşünerek telaş gösterdi, iç ağalarından birini ileri saldırdı, demir kapı önünde selam vaziyeti alıp yeni padişahı bekleyen heybetli adama, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya hemen oradan uzaklaşmasını söyletti.
Hiçbir okçunun delemediği kalkanları bileğindeki yaman kuvvetle süzgece çeviren, en kuvvetli öküzleri tek bir kılıç darbesiyle ikiye bölen, yüz elli kilo ağırlığındaki pehlivanları kemerlerinden bir elle yakalayıp uzun dakikalar tepesi üstünde döndüren Sultan Murat, kendini Kubbealtı’nda temsil edecek sadrazamları da iri yarı, güçlü kuvvetli ve çok heybetli kimseler arasından seçerdi. Kara Mustafa Paşa işte bu suretle seçilmiş, imparatorluk idaresinin başına getirilmiş bir adamdı. Huyu da boyu ile uygundu. Korku bilmez ve hiçbir şeyden yılmaz, yavuz bir kişiydi. Sırtı yere gelmez bir pehlivan, yumruğuna dayanılmaz bir kahraman, tam manasıyla sahipkıran tanıyıp candan saygı gösterdiği efendisinin ölümünü duyar duymaz, içi yana yana saraya koşmuştu, yeni padişahın tahta çıkması töreninde bulunmaya hazırlanmıştı. Veliahdın hasta mizaçlı olduğunu bilmekle beraber ölen hükümdardaki haşin meziyetlerden, vahşi kudretlerden bir kısmının onda tecelli edeceğini umuyordu. İç ağasının getirdiği haber o ümidini birdenbire sarstı, içine elem verdi. Sadrazamı sakalından dolayı bostancıbaşı sanacak ve ölüm korkusuna düşecek bir padişah, ona köle ruhlu bir biçare görünmüştü.
Fakat orada da duramadı, eski efendisinin cansız olarak yattığı odanın önüne gitti, inkisara uğramış hayalinin matemini yüreğindeki yasla karıştırdı, kollarını kavuşturup beklemeye koyuldu.
Biraz sonra kafesten gelen kafile de oraya ulaştı ve Deli İbrahim’in ayakları yeni baştan birbirine dolaştı. Sadrazamın canlı bir ehramı andıran endamından korkuyor, gözleri kamaşmış bir durum alarak geri geri çekiliyordu. Kösem Sultan, kölesinden korkan efendiyi cesaretlendirmek için heybetli veziri oğluna tanıttı:
“Lalan budur aslanım. Padişahlığını kutlamaya, mübarek ayağını öpmeye geldi.”
Kara Mustafa Paşa, içinden kabarıp gelen bulantıyı güçlükle yendi, yere kadar eğildi:
“Başınız sağ, tahtınız kutlu olsun ulu hünkâr! Kudumunuz devlet için, memleket için hayırlı olur inşallah.”
Vezirin sözleri çelik bir tepenin konuşması gibi hünkâra sert geliyor ve haşyetle karışık bir hayretle onu süzüyordu. Belki üç, belki beş dakika bu garip vaziyette kaldı, sonra mırıldandı:
“Bana hile edersiz, âl edersiz.”
Kösem’in sabrı artık tamamıyla tükendiğinden kaşlarını çattı.
“Bu kadar naz…” dedi. “Çekilmez! İstersen tahtı boş koy, yeniden kafese gir!”
İleri gitmeyen deli, şimdi geri dönmeye de yanaşmıyordu. Kudretsiz ruhunda kucak kucağa gelen can korkusuyla taht sevgisinin boğuşmasından bunalarak anasıyla kapı ağasının kolları arasında bocalayıp duruyordu.
Sadrazam, havsalasına sığmayan bu sahneye karşı gözlerini yumuyordu, ağalar ve iç oğlanları için için homurdanıyordu. Nihayet yine onlar, o saraylılar tarafından -Sultan Murat’ın öldüğüne antlar içilmek suretiyle- vaziyet düzeltildi, deli hünkâr cenaze odasına sokuldu.
Kapı ağası eşikten içeri girer girmez ileri atılmış, cesedin yüzünü açmıştı. İbrahim, bu hızlı davranış yüzünden yeni bir densizlik yapamadı, ister istemez ölüye baktı ve gülümsedi. O sapsarı çehre, o kapalı gözler, o hareketsiz vücut, kendini boğduracak kudretin artık yeryüzünden silindiğini çirkin bir belagatle anlatıyor ve bu çirkinlik ona, kâinatın en güzel hakikatlerinden daha cazip görünüyordu.
Korkak delide beliren değişiklik yanı başında bulunanları şaşırtacak kadar büyüktü. O fersiz gözler birdenbire ışık içinde kalmış, o iki büklüm beden bir lahzada dikleşmiş, o titreyen bacaklar çarçabuk çelikleşmişti. Yalnız dudakları kapalıydı, tek kelime konuşmuyordu.
Kösem, kendine geldiğini sevinçle gördüğü oğlunu konuşturmak için yumuşak bir sesle sordu: “Artık inandın, değil mi aslanım?..”
O, gülümseyen bakışlarını cenazeden ayırıp anasına çevirdi, uzun uzun baktı.
“Eh…” dedi. “Padişah olmuşum, inandım gayrı.”
“Öyleyse taht odasına buyurun, cülus edin. Lalan seni oraya iletsin!”
İbrahim, sevine sevine ve salına salına odadan çıkarken sadrazam, valide sultana sokuldu, fısıldadı:
“Şevketlu hünkâr, kafes kılığıyladır. El öpmeye, ayak öpmeye gelenler onu saçında gülle, dardağan çakşırla görürlerse nice olur? Lütfedin de kılığına nizam verin.”
Kösem, telaştan ve ızdıraptan bu biçimsizliği unutmuştu, oğlunu tahta oturtmayı saadet bilip terini kurutmaya hazırlanıyordu. Vezirin ihtarı üzerine gamlı gamlı içini çekti:
“Rahmetli ammisi gibi allahlık.5 Dünyaya bir pul kadar değer vermiyor. Lakin hakkın var, bugüne bugün padişahtır. Ele güne karşı baş açık çıkması doğru değil.”
Hünkârın ayarını çoktan tespit etmiş olan vezir, kendi kendine “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” demekle beraber kısa, uzun hiçbir cevap vermedi, valide sultanın deli padişahı yakalayıp bir odaya sokuşunu, oradan giyimli, kuşamlı olarak çıkarışını seyirle iktifa etti.
Artık taht odasına gidilmeye mâni kalmamıştı, bütün güçlükler yenilmiş sayılabilirdi. Fakat İbrahim, o odanın kapısı önüne gelir gelmez durdu, arkasından gelmekte olan sadrazama yüzünü çevirdi, sert sert sordu:
“Ben padişah değil miyim?”
O, hayret içinde cevap verdi:
“Beli sultanım, padişahsınız.”
“Ne istersem yaparım, değil mi?”
“Beli padişahım, yaparsınız.”
“Öyleyse dönelim, kardeşimi bir daha görelim!”
Deli adam, tam tahta oturduğu sırada cellatların boy gösterip kendisini cürmümeşhut hâlinde yakalanmış bir suçlu gibi alaşağı edeceklerini düşündüğünden ihtiyatlı hareket etmeyi tasarlıyor ve şayet kardeşi ölü taklidi yapıyorsa yine “istemem” teranesini tutturarak yakasını tuzaktan kurtarmak istiyordu. Heybetli vezir onun bu gülünç düşüncesini sezmekten geri kalmadı, lakin bir şey diyemedi, mahzun mahzun mırıldandı:
“Peki sultanım, görelim!”
Deminki sahne biraz sonra tazeleniyor, ölünün yüzü açılıp Deli İbrahim’e gösteriliyor ve hekimbaşı başta olduğu hâlde bütün saraylılar tahtın, tacın kendisine kaldığı hakkında antlar içerek herife emniyet telkin etmeye uğraşıyordu.
İbrahim ancak bu ikinci muayeneden sonra korkuyu, telaşı, bocalamayı bıraktı, tahta oturmaya rıza göstererek vezirlere, hocalara, ocak ağalarına el ve ayak öptürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nu -keyfine göre- idareye başladı. Onun ilk iradesini telakki eden Kösem Sultan’dı ve irade şu üç kelimeden ibaretti:
“Güzel kadın isterim!..”