Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Türkçeyle Yaşamak», strona 3

Czcionka:

İlkokul Yıllarım ve Urla

– İlkokula nerede başladınız Hocam?

– Urla’da. Biz İzmir’de Namazgâh’taki evde dokuz on ay kaldık. Ama babamla ağabeyimin işleri Karaburun’da, Urla’da olduğu için ev ikiye bölünüyor, olmuyor. Hadi Urla’ya taşınalım dediler. Urla’ya taşındık. Ben ilkokula 1929 yılında Urla’da başladım. O zaman Urla’da üç ilkokul var, bizimki en büyük ilkokul, beş sınıflı. Diğer iki okul üçer sınıflı. Dördüncü sınıfa geçenler bize gelirlerdi. İlkokul birinci sınıfta Ahmet Bey diye bir hocamız vardı, çok efendi bir insandı; babamın da ahbabıydı. Okul müdürü Hilmi Bey de babamın arkadaşı, ahbabıydı. Okula kaydoldum ama sokağa o kadar bağlıydım ki… Sokakta kalmayı, çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Hiç unutmuyorum, birinci sınıfta kaytarıyorum, kaytarıyorum, sokağa gidiyorum, sokakta oynuyorum ve geç kalıyorum okula. Bunun üzerine, anneme, babama haber vermişler. Bu kız okula gelmiyor, geç geliyor, geç kaldım diye sokağa gidiyor, demişler. Bunun üzerine, bir gün babam çıktı geldi. Beni sokakta yakaladı, kulağımdan tuttu, eve getirdi. Anneme çabuk, dedi, önlüğünü giydir, saçını başını derle topla, çantasını ver, doğru okula gidecek. O kadar sinirli ki hiçbir şey söyleme imkânı yok. Neyse postane önünden Kapanönü’ne, oradan çarşının içinden geçerek gidiyoruz. Hiç konuşmadan gittik, gittik, gittik. Okulun önüne geldiğimiz zaman eline bir kâğıt kalem aldı, müdüre hitaben bir pusula yazdı. “Bunu müdürüne vereceksin, ondan sonra da hemen sınıfına gideceksin, bu son olsun, bir daha görmeyeyim.” dedi.

– Çok korktunuz tabii.

– Tabii korktum… Neyse elime aldım pusulayı, gittim. Fakat onu müdüre verdiğim zaman ne olacak, ne duruma düşeceğim diye o kadar titremişim, o kadar korkmuşum ki? Önce sınıfa gideyim, dedim. Sınıfa gittim, ikinci ders zili çalmış. Öğretmenimiz, çok olgun bir insandı. “Oo, yine geciktin sen.” dedi. Bütün sınıf kahkahayı bastı. O kahkaha bana çok dokundu. O oldu, bir daha geç kalmadım. O pusulayı da vermedim müdüre. Babam sorduğu zaman “Veremedim, çok çekindim.” dedim. Neyse bu bende öyle bir etki yaptı ki artık okula en erken gidenlerden biri oldum. Okulda üç dört kişi varsa beşincisi mutlaka bendim. Şuna kani oldum ki eğer bir aile çocuğunun durumuyla yakından ilgilenirse onun bir hatasını gördüğü zaman tedbirini alabilir. Önceden tedbir alırsa birçok yanlışlıkların, birçok üzüntü verici durumların önüne geçebilir.

– Çok doğru Hocam. Siz de yaptınız mı çocuklarınıza, takip ettiniz mi kendi çocuklarınızı?

– Onlar muntazam devam ederlerdi. Otomobille giderlerdi. Bizim komşumuz bir Zehra Hanım vardı, kolejde öğretmen. Onun bir oğlu, bir kızı, iki de benim oğlum vardı. Bir araba tuttuk, bir kişi daha belki vardı. İşte beş altı kişi alıyordu taksi. Onun için her gün gidiyorlardı muntazaman.

– Kaçamıyorlardı.

– Kaçamıyorlardı, kaytarma imkânı yoktu.

– Hocam, ilkokul öğretmeniniz Ahmet Bey’di. Biraz da öğretmenlerinizden söz eder misiniz?

– Ahmet Bey birinci sınıfta öğretmenimizdi. İkinci sınıfta Münevver Hanım diye sarı saçlı, çok güzel tatlı bir öğretmen geldi. Ahmet Bey’in bana karşı tutumu nedir, herhangi bir fikrim yoktu. Ama Münevver Hanım çok ilgilenirdi benimle. Bir gün bahçede gezerken, “Gel.” dedi, “Senin ceplerini sökeceğim.” Niye sökeceğini bilemedim. Hep elimi cebime sokuyordum, alışkanlık hâline gelmişti. Bu alışkanlığımın farkına vardığı için, bunu engellemek istedi ve ceplerimi söktü. “Tamam, bundan sonra elini sokacak bir yer yok.” dedi. Çok ilgilenirdi benimle.

– İlkokulda dersleriniz nasıldı?

– Bir gün okul toplantısı oluyor, durumumu öğrenmek için babam gitmiş, okula sormuş, nasıl diye. “Oo, çok iyi, çok memnunum.” demiş. Babam geldiği zaman sordum: “Öğretmenimle görüştünüz mü, ne dedi?”, “Senden çok memnun, iyi çalışıyormuşsun.” dedi. Bu benim üzerimde öyle bir yapıcı etki yaptı ki bundan sonra, ben daha çok dikkat etmeye ve daha çok çalışmaya başladım. Zaten çalışmayı seven bir insandım, fakat oyuna düşkünlüğüm yüzünden zaman zaman kaçtığım olurdu.

– Başka hocalarınız?

– Efendim, üç, dört ve beşinci sınıflarda benim hocam olan bir hanım vardı. Feriha Barlas. Fevkalade iyi öğreten biriydi. O mezun etti beni ilkokuldan. İstanbulluydu. Çok zarif, genç bir hanımdı. İzmir Kız Lisesinden mezundu. Sonra öğretmenlik sertifikası almış. İlk defa hocalığa başlamış. Bizim fakültedeki Profesör Mebrure Tosun’un arkadaşıymış. İki kardeşi vardı, elektrik fabrikası kurmuşlar, orada çalışıyorlardı. Babası da reji müdürlüğünden emekliydi. Benim babamın arkadaşıydı. Daha doğrusu babamın dükkânına gelir, otururlardı, sohbet ederlerdi. Bir gün babam okula gelmiş, Feriha Hanım’la konuşmuş, beni sormuş, nasıl bizim kızın durumu diye. Feriha Hanım, “Çok iyi, çok memnunum, kafalı ve çalışkan bir kız.” demiş. Babam, “Hocan senden çok memnun; çalışkanlığı sakın bozayım deme.” Bana ondan sonra bir güç geldi… Demek ki bir insanı teşvik edici sözler söylenirse bunun çok olumlu etkileri oluyor. Aman hocama mahçup olmayayım diye çok iyi çalışırdım, vazifeleri yapardım. Üç sene okuttu beni.

– Yıllar sonra hiç görüştünüz mü ilkokul öğretmenlerinizle?

– İzmir Kız Lisesine gittiğim zaman tatillerde ara sıra gelir, Feriha Öğretmenimi ziyaret ederdim, çok memnun olurdu.

– İlkokulla ilgili başka neler hatırlıyorsunuz Hocam?

– İlkokulu Urla’da bitirdim. Urla’da okul hayatı çok iyiydi. Müdürümden memnundum, hocamdan memnundum. Yalnız kötü bir huyum vardı; sınıfta arka sırada hep ayakta dururdum. Boyum uzundu ya, boy sırası yapıldığı zaman arkaya düşerdim. Enerjim çok fazlaydı herhâlde. Öğretmenim otur kızım derdi, otururdum, biraz sonra yine kalkardım.

– Anneniz mi babanız mı uzun boyluydu Hocam?

– Annem daha uzun boyluydu… Sonra, isterdim ki hep derse kalkayım. Çalışırdım, derse kalkmak isterdim. Bir de akşamları babam beni dinlerdi. Bugün ne öğrendiniz, hoca size ne öğretti diye sorar, ben de anlatırdım.

– Bu çok güzel bir yöntem Hocam.

– Evet, beni dinlerdi, anlat bana derdi. Ben babama anlatırdım. O anlatış, zannediyorum bende konuşma melekesinin düzelmesine, iyileşmesine, düzgün konuşmaya fırsat hazırladı.

– Anneniz ilgilenir miydi bu okul meselesiyle?

– Hiç ilgilenmezdi. Babam ilgilendiği için annem başka şeylerle uğraşırdı. Annem yalnız yedirsin, içirsin, giydirsin; o işlerle meşgul olurdu. Ama babam benim okul durumumla çok yakından ilgilenirdi.

– Hocam, sınav sistemi nasıldı ilkokulda, hatırlıyor musunuz?

– Hocalar teker teker çağırırlardı, sorular sorarlardı, cevap verirdik. Mezuniyette bir heyet olurdu. O heyet, teker teker alır içeriye, heyetteki hocalar soru sorarlardı. Zaten ben başarılı bir öğrenciydim ve bütün sınıfları birincilikle bitirdim. Yalnız hiç unutmuyorum, mezuniyet sınavları sırasında bana bir elbise dikiliyordu. Yeni elbisenin hevesiyle dersleri biraz ihmal etmiştim. Yine de başarılı oldum.

– Hocam, okumaya yeni yazı ile başladınız tabii.

– Evet… 1929’da ilkokula başladım. O zaman harf inkılabı yapılmıştı. 1934 yılında da birincilikle mezun oldum. Yeni yazıyı öğrendim. Yalnız, akşamüstleri biz okuldan çıktığımız zaman, halk gelirdi, hanımlı erkekli gruplar. Bizim öğretmenlerimiz onlara yeni yazıyı öğretirlerdi, ders verirlerdi. Millet Mektepleri açılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum. Benim ağabeyimin hanımı Şadiye yengem, o zaman Millet Mekteplerine gidiyordu. Yeni harfleri öğrenmeye çalışırdı.

– Hocam, hep el yazısı yazıyorsunuz. İlkokuldan gelen bir alışkanlığınız olmalı. Biraz da zor okunuyor yazınız. Mesela 8’lerinizi 9 diye okuyorum. İkisi birbirine çok benziyor.

– Ben eskiden beri böyle yazarım; doğru, biraz zor okunur yazım.

– İlkokul kıyafetiniz nasıldı?

– Siyah önlük, beyaz yaka takardık. Her pazartesi hoca gelirdi. Kontrol ederdi, yakamızı takıyor muyuz, dişlerimizi fırçalıyor muyuz, fırçalamıyor muyuz? Ellerimize, tırnaklarımıza, hatta bazen saçlarımıza bakarlardı. Acaba saçlarımızda bit var mı diye. Bazı öğrencilerde bit oluyor tabii. Her sene değilse bile iki senede bir önlük yapılırdı. O önlüğü tertemiz giyerdik. Lisede formamız lacivert etek, beyaz bluz ve siyah çoraptı.

– Sınıfınız kalabalık mıydı?

– Sınıfımız pek kalabalık sayılmazdı. Otuz beş kırk kişi. İki bölümdü okulumuz. Bir ve ikiler ön tarafta, üç, dört ve beşler arka taraftaki bölümde ders görürlerdi. Kapıdan girdiğimizde çiçeklerin bulunduğu geniş bir bahçe ve bir ana bina vardı. Ana binanın üst katı müdür odasıydı. Etrafında ve alt katta da sınıflar bulunurdu. Bir de arka tarafta bir bölüm vardı, arka bahçeden gidilirdi. Orada da üç sınıf vardı; üçüncü, dördüncü, beşinci sınıflar. Ben birinci sınıfla ikinci sınıfı, asıl binanın ikinci katında okudum. Daha sonra da ek binada…

– Erkek-kız karışık mıydı sınıflarınız Hocam?

– Bizim zamanımızda erkek-kız karışıktı. Koca koca çocuklar vardı. Demek ki zamanında mı gitmemişler, ne olmuş? Yahut boyları uzundu. Hatta annem, kızım derdi, erkek çocuklarla fazla arkadaşlık etmeyin, aman ha. Kim bilir nasıl bir şüpheye kapılıyordu? Bir defasında, teneffüsteydik. Hiç unutamıyorum, müthiş bir patlama oldu okulda. Dehşetli bir an yaşadık. O büyük çocuklardan biri, elindeki bir şeyi patlar mı, patlamaz mı diye sobaya atmış. O zamanlar soba ile ısınıyorduk. Sobaya atmasıyla birlikte öyle bir gürültü, öyle bir patlama oldu ki bütün sınıflara sirayet etti. Aşağı yukarı on beş yirmi gün başka bir yerde ders yapmak zorunda kaldık, okul onarılıncaya kadar. Bir de öğretmenimiz bazen bizi alırdı, arka kapıdan çıkarırdı; çam ağaçlarının bulunduğu geniş bir saha vardı, oraya gider, ders yapardık. Bize teneffüs yaptırırlardı, nefes aldırırlardı.

– İlgi çekici bir uygulama.

– Ciğerlerimizi kontrol ediyorlardı. Böyle mezura ile burayı (göğsünü göstererek) ölçerler, geniş nefes al, bol nefes al, falan diye nefes aldırırlardı. Biz de almaya çalışırdık.

– İlkokulda hangi derslerde başarılıydınız veya hangi dersleri severdiniz?

– Dördüncü ve beşinci sınıfta matematiğe Müdür Bey geldi, Hilmi Bey… Orta yaşlı biriydi. Çok iyi öğretirdi; kendisi de iyi bir insandı. Ben çok severdim onu, dersinde de çok başarılıydım. Bizden bir yıl önce benim kız arkadaşım Mehpare’nin bir ablası varmış, Hatice. O da çok çalışkanmış. Hilmi Bey, dalgınlıkla hep beni Hatice diye çağırırdı. Hocam, ben Hatice değilim, Zeynep’im derdim. Affedersin, der, sonra yine “Gel Hatice, sen gel.” derdi. Arkadaşlar yapamayınca beni çağırırdı. Matematiği çok severdim, ama bütün dersleri severdim. Tarih, coğrafya, Türkçe… Hepsini severdim; hepsinden de aldığım notlar çok iyiydi.

– Sanat derslerine ilginiz nasıldı Hocam? Resme, müziğe ilginiz oldu mu?

– Müziği severdim ama fazla başarılı olamazdım o tür derslerde.

– Resimde?

– Anlatayım. Hiç unutmuyorum, bir ara bağda idik. Bağımız vardı, bağ tutmuştuk daha doğrusu. Bağda kitap okurken canım sıkıldı. Oturdum, bir resim çizdim. Öyle güzel olmuş ki öğretmen gördüğü zaman, “Bu resmi sen mi yaptın?” dedi. “Ben yaptım Hocam, kitaptan baka baka yaptım.” dedim. “Bravo!” dedi. Yani resme karşı ilgim vardı. Müziği de severdim ama fazla meşgul olmadım. Cumhuriyet Bayramı’nda bana şiir okuturlardı, meydanlarda falan. Daha ziyade öteki derslerle haşır neşir olurdum. Birincilikle bitirdim ilkokulu.

– Halk oyunlarıyla aranız nasıldı?

– Şekerim, Urla’da dördüncü, beşinci sınıflarda bir arkadaşım vardı, aynı mahallede otururduk. Zaman zaman harmandalı oynardık. Erkek arkadaşım çok güzel oynardı. Bize söylendiğine göre oyunun hikâyesinde öldürülen kişi onun babasıymış. Arkadaşımda böyle bir eksiklik ve çekingenlik vardı, adını da unuttum şimdi. Ama biz arkadaşımızın babası diye oyunu severdik. İlkokuldayken oynardım, ortaokuldayken unutmaya başladım.

– Hocam, ilkokul arkadaşlarınızla daha sonra haberleştiniz mi veya bugün mesela benim ilkokul arkadaşım diyebileceğiniz kimseler var mı?

– İlkokulda belediye reisinin bir kızı vardı, Pervin. O da İzmir Kız Lisesine gelmişti, oradan mezun oldu. Hatta biz Ankara’ya gelirken beraberdik. Galiba onun alanı tabiat bilgileri, biyoloji idi. O alandan girdi Gazi Eğitim Enstitüsü sınavına. Ben de Türk Dili ve Edebiyatından girmiştim. İlkokuldaki diğer arkadaşların birçoğu ilkokuldan sonra okumadılar. Urla’da ortaokul yok, lise yok. Dışarıya, ilçe dışına gönderme imkânı da yok. Ben ilkokulu bitirdiğim zaman, ortaokula gitmeyi çok istedim. Annem istemiyor, ağabeyim istemiyor. Babam “Okursun kızım, hiç merak etme, seni okuturum.” dedi ve biz Urla’dan İzmir’e geldik. İzmir’de bir oda tuttuk. Daha doğrusu, bir evin bir odasını.

– Urla nasıl bir yerdi Hocam?

– Urla, İzmir’in çok yakın bir ilçesi olarak günün şartlarına göre medenî bir şehirdi. Urla’nın ılık bir havası vardı. Burada Yunan işgalinden sonra çok büyük hadiseler olmuş. Yangın yerleri almış, yürümüş. Birinci Dünya Savaşından sonra özellikle İstiklal Savaşında çok tahribata uğradığı için Urla’nın yarısına yakını yangında yıkılıp dökülmüş durumda idi. Daha önce İzmir ve çevresinde Yunanlılar varmış. Onlar Batı Anadolu’dan giderken her tarafı yakıp yıkmışlar. Bu bakımdan yangın yeri çoktu. Bizim oturduğumuz mahallenin karşı taraftaki kesimi tamamen yangın yeri durumundaydı. Hatta birçok kimse, o yangın yerlerine gömülü paralar bulurlarmış. Ayrıca Yunanlıların vaktiyle gömdükleri, sonra gelir alırız diye gömdükleri altınlar ele geçmiş diye söylenirdi, ama bilmiyoruz ne dereceye kadar doğruydu. Tabii o yıllarda, radyo yok, televizyon yok, bir şey yok. Meraklı olanlar ud dersi alırlardı. Bir hanım vardı, Musevîlikten dönme. Bir Türk’le evlenmiş. Adı Esma Hanım. Çok zarif, güzel bir hanımdı. Bizim ev sahibimizin kızı Canan abla -on sekiz, yirmi, yirmi iki yaşlarında- bu Esma Hanım’dan hep ud dersi alırdı. Bize bazen ud çalardı. Akşamları aileler toplanırlar, sohbet ederlerdi. Akşamları aile toplantılarında bazen çocuklara masallar anlatılırdı. Bir de hanımlar akşamüstleri kapının önünde otururlardı, masallar, hikâyeler, kader tutmalar (Şose kenarında bu otomobil geçerse ne olacak, şu geçerse ne olacak gibi…) vesaire… Zamanlarını değerlendirmek için herkes eline dantelini alır, nakışını alır otururdu.

– Siz de yaptınız mı hiç el işi; nakış, örgü falan?

– Ördüm, kazak ördüm. Ama evde yengem vardı, daha çok onlar örüp bana veriyorlardı, giydiriyorlardı. Daha sonra da yapmadım böyle işler.

– Belli yaşlarda böyle şeylere hevesleniyoruz ama bir müddet sonra o heves gidiyor Hocam.

– Öyle, yani bir de zamanın gereği olan bazı şeyler var. Bakıyorsunuz bir zaman moda olmuş, üzerine düşüyor, yapıyorsunuz. Aradan zaman geçtikten sonra tavsıyor, heves kaçıyor, ondan sonra da yapılmıyor. Başka şeyler geçiyor onun yerine. El işini daha çok annem yapardı. Annem bir dantele başladı Urla’da, hiç unutmuyorum, neymiş ben evlendiğim zaman oda takımı hazır olacakmış. Bir buçuk karış genişliğinde oda takımı danteli… Sanırım iki buçuk üç yılda tamamlandı.

– Çeyizinize de mutlaka koymuştur anneniz.

– Maalesef bana kısmet olmadı yaptıkları. Ağabeyimin küçük kızı Nigâr’a verildi. Çünkü ben istemiyordum öyle sedirli falan evleri. Selanik’te Atatürk’ün evini gezmeye gittiğimde oradaki dantelleri görüp pişman oldum. Atatürk’ün evinde ne güzel halı yastıklar, danteller vardı. Onları gördüm ve dedim ki hiç kıymet bilmiyoruz. Bizim evimizde de olacaktı ama ben sediri ne yapayım, koltuk alırım, istemem, dedim. Bunun üzerine -o sırada yeğenim evleniyordu- yeğenime çeyiz olarak veririz, dedik. Sonra İstanbul’a yeğenim Nigâr’ın evine gittiğim zaman gördüm, öyle güzel olmuş ki oda. Nigâr, “Bak hala, sana yapıldı, bana kısmet oldu.” dedi. Misafir odasına koymuş yastıkları, süslemiş. Bayağı imrendim oraya gittiğimde. Keşke vermeseydim, diyecek hâle geldim. Annem hazırlarken ben gülerdim, ne yapacağım bunları diye.

– Şimdi onlar çok değerli ama.

– Eskiler çok değerli. Zamanı geçti, modası geçti diye bırakıyoruz. Hâlbuki güzel yapıldığı zaman her şey hoş olur. Annem üç sene uğraştı onu yapmak için. Daha sonraki yıllarda benim evleneceğime yakın, yatak takımına, yastıkların etrafına falan dikmek için küçük danteller ördü. Hatta yaz tatillerinde ben de ördüm, hâlâ onlardan bir kısmı duruyor. Nişanlandıktan sonra da ördüm. Efendim, şimdi artık geçti modası. Her şey zamanında gerek, biliyor musunuz?

– Onları da mı dağıttınız?

– Onları ablama verdik. Ablam içinden seçmiş beğendiklerini; beğenmedikleri kalmış. Ben de bir kısmını Ankara’ya getirdim. Evlendiğim zaman misafir odasındaki koltukların üzerine örtü yapmıştım. Evlendiğimde artık öyle sedir medir yoktu. Koltuklar ve üstlerinde de annemin sandığından aldığım çevreler vardı. Kocaman bir bohçanın içinde bir sürü çevre…

– Hocam, Urla’da insanlar neyle geçimlerini sağlarlardı?

– Urla’da çoğu kimsenin bağı vardı. Yazın herkes bağa gider, bir tek fert bulunmazdı. İlçenin içi bomboş olurdu. Yalnız memur aileleri, on-on beş memur ailesi kalırdı. Ticaretle uğraşan dükkân sahipleri, esnaflar olurdu. Sessizlikte bütün her yerde cırcır böceklerinin sesi duyulurdu.

– Urla’da bağınız var mıydı?

– Bağımız vardı ama biz oranın yerlisi olmadığımız için bağı kira ile tutmuştuk. Biz de yazın bağa giderdik.

– Bağ uzak mıydı Hocam?

– Biraz uzaktı. Arabalarla, eşeklerle, atlarla falan gidilirdi bağa. Herkesin durumuna göre. Fakat bağlar şenlikti. Sanki bütün Urla halkı bağa göçmüş gibi olurdu. Orada çardak yaparlardı mersin dallarından. Bizim de iki çardağımız vardı. Birisinde annem, babam, ben yatardık, diğerinde de ağabeyimle yengem yatardı. Ayrıca bir de bağ damımız vardı, taştan yapılmış. Bağlar şenlikli olurdu. Canlı, hareketli. Akşamları domuz gelmesin diye bütün bağ sahipleri ellerine bir çomak alırlar, bir de teneke alırlar, boyuna teneke çalarlardı. Çünkü gece domuzlar bağları harap ederdi. Üzümlerin olmasından sonra domuza karşı bağları, teneke çalarak korurdu mal sahipleri. Akşamları bütün insanların ellerinden sopa ve teneke eksik olmazdı.

– Hocam, topladığınız üzümü ne yapardınız?

– Zamanı geldiğinde kuruturduk. Benim babam ticaretle uğraştığı için bütün oradaki bağcılara üzerine üzüm sermek için özel hazırlanmış gri renkte kalın kâğıtlar verirdi. Ayrıca birtakım kimyevî maddeler ve ilaçlar da satardı. Üzümler ilaçların katıldığı sulardan geçirilerek ve o kalın kâğıtlara serilerek kurutulurdu. Üzüm de Nevşehir’de falan olduğu gibi hemen koparılıp kurutulmak üzere serilmezdi. Onun bir usulü vardı. Potasyumla, kükürtle birtakım ilaçlar yapılır, ona bandırılır, o şekilde kurutulurdu. Efendim, babam tüccar olarak onları toptan sattığı için bilirdik. Kükürt, potasyum vs. bağcılara verilirdi. Bağlara iyi bakılmazsa floksera hastalığına tutuluyor, bağlar da hiç mahsul vermez duruma geliyordu.

– Hocam pekmez yapar mıydınız?

– Hayır, Urla’da kimse pekmez yapmaz. O, Nevşehir’de yapılırdı; Nevşehir’de yerleşmiş bir âdetti.

– Babanızın bağcılara ilaç vs. sattığını söylediniz. İşleri iyi miydi babanızın?

– Evet, ticaretle uğraşırdı babam. Önceleri işleri iyiydi. Çiftçiler, bağcılar babamdan ilaçları alırlardı krediyle. Babam ve ağabeyim çiftçiye kredi açıyor, veresiye veriyor, mevsim sonunda mahsulü aldıktan sonra paralarını alıyorlardı. Babam bu yüzden bir defasında da iflas etti. 1932-34 senelerindeydi herhâlde… Bağlara floksera hastalığı geldi ve bütün bağları kastı kavurdu. Bir yıl hiç mahsul vermedi. Sonra altmış yetmiş bağcıya kredi açtı babamla ağabeyim. Mahsul olmayınca o sene paralarını alamadılar. İkinci sene de çivi çiviyi söker kabilinden, dediler ki biz şimdi kredi vermezsek çiftçi çok kötü durumlara düşer. Böylece ikinci sene de kredi açtılar, ikinci sene de hiç mahsul olmadı. Babam çok büyük zarar gördü. İnanır mısın o kadar müşkül durumda kaldılar ki… Alacaklarını peyderpey aldılar. Bir kısmından çok az aldılar, bir kısmından hiç alamadılar. Üç beş bağcıya değil, altmış yetmiş bağcıya kredi açınca çok büyük sıkıntı oluyor. Ve ondan sonra iş değiştirmek zorunda kaldı babamla ağabeyim. Biz Urla’dan İzmir’e taşınınca İzmir’de başka bir işe başladılar. Kesekâğıdı imalathanesi açtılar; bakkallara, manavlara, bütün ticaretle uğraşanlara kesekâğıdı sattılar. Öylece kendilerini kurtarabildiler. Ben de İzmir’de devam ettim, tahsile. Önce annemle ben gitmiştim. Bu iflas olayından sonra babamlar da geldiler. Başka bir ev tuttuk, daha büyük bir ev tuttuk.

– Urla’yla ilgili başka hatırladıklarınız var mı Hocam?

– Urla’nın sosyal durumuyla ilgili şunları da söyleyebilirim. Benim zamanımda Urla’da ve İzmir’de, Rumeli’den, özellikle Kavala’dan gelen göçmenler vardı. Onlar mağazalarda çalışırdı. Daha çok kadınlar… Mağazalar, bildiğimiz alışveriş yapılan yerler değil. Üzüm, incir ve tütün işleyen küçük fabrikalar. Mesela Aliotti mağazası vardı, çok meşhur. Galiba Aliottiler Yahudiydiler. Bu mağazalarda yüksek ve 40-50 metre uzunluğunda tezgâhlar ve kenarlarında kadınların oturacağı yerler vardı. Tezgâha paçallarla üzümleri getirip döküyorlardı.

– Paçal ne demek?

– Büyük çuval… Kadınlar tezgâha dökülen üzümlerin bozuklarını ayıklayıp kasalara dolduruyorlardı. Ağaçtan yapılmış dikdörtgen şeklindeki 5-6 kiloluk küçük kasalara… Biz İzmir’de sabahleyin grup hâlinde okula giderken kadınların toplu hâlde o mağazalara gittiklerini görürdük. Kadınlar, sabah yedi-yedi buçuktan akşam beşe kadar çalışırlardı. Haftada üç-beş lira kazanırlar, geçimlerini sağlarlardı.

– Denize gider miydiniz Hocam, yüzmeye?

– İzmir’de değil ama Urla’da giderdik. Çünkü İzmir’de yalnız Kordonboyu’nda deniz vardı, orada da yüzme imkânı yoktu. Urla’da yazın denize giderdik. O zaman ilkokuldaydım. Evden çarşaf götürürdük, birer direk dikilirdi. Direklerin üzerine çarşaf gerilir, altına da ufak kilim milim bir şeyler serilir, orada oturulurdu. Yemeğimizi evden getirir, orada yerdik. Yalnız Urla İskelesi’nin kumu çok güzeldi, denizi çok güzeldi, çok rahat denize girilirdi. Onun için daha çok oraya giderdik.

– Çocukluğunuzda Urla’da sokakta ne oyunları oynardınız Hocam?

– Sokakta, çizgi oynardık. Yere çizerdik, hane hane ayırırdık. Ondan sonra taşla oynardık. Bana kızardı annem, ayakkabıları eskitiyorum diye. Rugan ayakkabıyı çok severdim, hep rugan ayakkabı alınırdı. Fakat taşları ayağımla itiyorum ortasından. O rugan ayakkabılar ucundan, önünden zedeleniyor. Annem onu görünce deli olurdu. “Ne bu kepazelik kızım, dikkat etsene, ne biçim olmuş ayakkabın?” derdi. Rugandan başka da ayakkabı giymezdim. Parlak, gösterişli ayakkabılardı.

– Hocam, ben de çok severdim çocukluğumda rugan ayakkabıyı. Her bayram rugan ayakkabı aldırırdım. Çocuklar parlak, pırıltılı, gösterişli giyecekleri seviyor.

– Hiç unutmuyorum, bir bayramdı. Urla’ya ilk geldiğimiz zaman… Bana bayramlık öteberi almışlar. Bir elbise diktirdiler terziye. Çorap, ayakkabı, kurdele vesaire. Saçım da uzundu, uzun olduğu için örülüyordu ve ucuna kurdele bağlıyordum. Ama istiyordum ki herkes gibi benim saçım da kısa olsun. Annem, babam uzun saçı sevdikleri için bir türlü kestirmezlerdi. Benim de hiç hoşuma gitmezdi. Ta lise son sınıfa kadar devam etti bu uzun saç problemi.

– Ne zaman kestirdiniz saçlarınızı?

– Lise son sınıfta. İlkokulda saçlarım uzun, yanaklarım pembe pembeydi. Bana al yanaklı, elma yanaklı kız derlerdi, adım öyleydi. Hatta bir defasında, hiç unutmuyorum, okula gidiyorum, giyimli kuşamlı bir bey, “Bir dakika kızım.” dedi. “Efendim.” dedim. Cebinden bir mendil çıkardı, diline sürdü. Sonra da yanağıma sürdü. Şaşırdım, “Ne oluyor?” dedim. “Yok bir şey kızım, maşallah, Allah bağışlasın.” dedi. Boya mı sandı, nedir? Bu kadar renkli yanak olmaz diye düşündü herhâlde.

– Hocam, çocukluk resimleriniz var mı?

– Benim çocukluk resimlerim yok, çünkü Nevşehir’de ben çocukken resim çektirme âdeti yoktu. Daha sonraki, bilhassa İzmir’e gittiğimiz dönemlere ait resimlerimiz vardı, fakat bizim evimiz bir yangın geçirdi, o yangında resimlerimiz de maalesef yandı.

– Nasıl bir yangın?

– Türbe sokağında otururken bir depomuz vardı. Depoda top top kâğıtlar vardı. Yengem oradan kâğıt alıp bahçede ocak yakmış. O sırada yukarıda ben kitap okuyordum, ağabeyimin bir de çocukları vardı evde. Alevler birden yandaki ağacı tutuşturmuş. Derken bizim ev tarafına sıçradı alevler. İtfaiye gelinceye kadar epeyi bir şey yandı. Bu nedenle çocukluğuma ait resimlerim yok. Liseden birkaç resmim var, hatta kırda çektirmişim, başıma papatyadan taç yapmışım. Ağabeyim çocuklarıyla birlikte İstanbul’a taşındığında yangından sonra çekilen resimler de onlarda kaldı. Aradan geçen yıllarda artık ne oldu bilmiyorum, bana bir daha gelmedi.

7 zł