Czytaj książkę: «Sylvie ve Bruno»
Tüm Hayat’ımız bir rüya mıydı
Görülen, hafifçe, altın parıltılar içinde
Zamanın karşı konulamaz karanlık akıntısına karşı?
Acı kederle dünyaya boyun eğmiş
Veya bir manzaraya bakıp Gülerken,
Boş yere çırpıyoruz kanatlarımızı bir ileri bir geri.
İnsanın küçük Gün’ünü aceleyle tüketiyoruz
Ve en keyifli öğle vaktinden sonra
Sessiz sonla karşılaşmak için bir pırıltı bile bulamıyoruz.
ÖN SÖZ
Sayfa 259’daki yeni neslin pazar günü geçirdikleri zamanla ilgili tanımlamalar, bana küçük bir arkadaşım tarafından yapılmış konuşmadan ve bir bayan arkadaşım tarafından bana yazılmış mektuptan harfi harfine alınmıştır.
“Peri Sylvie” ve “Bruno’nun İntikamı” başlıklı bölümler, Bayan Gatty’nin ricası üzerine, editörlüğünü yaptığı “Judy Hala’nın Dergisi” için 1867’de yazdığım kısa bir peri masalının, birkaç değişiklik yapılarak tekrar basılmış hâlleridir.
O peri masalını da bir hikâyenin çekirdeği hâline getirmek fikri, ilk olarak 1874 yılında aklıma geldi. Yıllar geçtikçe bana onları orada burada kaydetmekten veya unutulmaya terk etmekten başka çare bırakmayan geçici bir tuhaflıkla aklıma gelen (Kim bilir nasıl geldi?) ve her türde tuhaf fikirleri ve konuşma parçalarını tuhaf durumlarda hızla not ettim. İnsan bazen bu gelişigüzel düşünce hüzmelerini -kitabın önerdiği gibi kişi okurken veya kişinin kendi “taş” zihninden bir arkadaşın “çelik” şans belirtisinden çıkan – kaynaklarına kadar takip edebiliyor. Ama bu düşünce hüzmelerinin aynı zamanda ortaya çıkma ve hiçbir şey hakkında olmamaya dair kendilerine has bir yöntemleri vardır.) korkunç biçimde mantık dışı olan “etkisiz tepki” fenomeninin örnekleri. Mesela, yalnız başıma yürüyüş yaptığım bir sırada aniden aklıma gelen (daha önceden de Nisan 1887’de “The Theater”da1 ilişkilendirdiğim gibi) “Köpan Avı”nın son satırı buna bir örnek teşkil edebilir; ayrıca rüyalarda karşılaştığım ve herhangi bir öncül sebebe dayandıramadığım pasajları da ekleyebiliriz. Sözünü ettiğim rüya önermelerinden en az iki tanesi bu kitapta bulunuyor -birisi, Leydim’in sayfa 72’de söylediği gibi “Genellikle aile içinde olan bir şeydir, tıpkı hamur işine olan düşkünlük gibi.” diğeri de sayfa 227’de Eric Lindon’ın ev hizmetinde bulunmaya dair yaptığı şaka.
Ve böylece sonunda kendimi devasa ve taşıması zor olmakla birlikte yazmayı umduğum kitabı oluşturmak için ardışık bir hikâyenin ipiyle yalnızca birbirine bağlanması gereken bir eddebiyat (eğer okuyucu yazımımı nazikçe mazur görecek olursa) yığınının hâkimiyetinde buldum. Bu iş bana başta oldukça umutsuz göründü ve “kaos” kelimesinin anlamı hakkında daha önceki fikirlerimden çok daha iyi bir fikir verdi ve bu ufak tefek şeylerin, ne tür bir hikâyenin göstergesi olabileceklerini anlamak amacıyla yeterli düzeyde sınıflandırmayı başarmam on yıl veya daha fazla zamanımı aldı. Çünkü hikâye olaylardan ortaya çıkmalıydı; olaylar hikâyeden değil.
Bütün bunları kesinlikle egoist duygular içinde olduğumdan değil aksine, okuyucularımın, bir kitabın, bittiğinde basit ve açık bir mesele gibi göründüğünden, sanki sayfa sayfa bir mektup yazıyormuşçasına, başta başlayarak ve sonda bitirerek hemencecik yazılmış olduğunu sanabilecekleri “doğuşu” hakkındaki tüm bu detaylara ilgi göstereceklerine yürekten inandığım için anlatıyorum.
Elbette ki bu şekilde bir hikâye yazılabilir ve eğer bunu dile getirmek kibirlilik sayılmayacaksa bu şekilde bir hikâye yazabileceğime -eğer verilen süre içinde belirtilen sayıda hikâye yazmak zorunda olacağım talihsiz (Bu durumun kesinlikle talihsizlik olduğunu düşünüyorum.) bir durum içinde olsam – diğer kölelerin yapmış olduğu gibi, “görevimi tamamlayabileceğime” ve “tuğla hikâyemi” üreteceğime inanıyorum. O tarzdaki hikâyeler için şunu her durumda, kesinlikle garanti ediyorum ki çoğu basmakalıp cümlelerle bezenmiş, hiçbir yeni fikir barındırmayan ve okuması oldukça sıkıcı hikâyeler olacaklardır.
Bu edebiyat örnekleri, kendilerine çok uygun olan “abartma” tanımını isim olarak aldılar. Bu ismi, “herkesin yazabildiği ama hiç kimsenin okuyamadığı şey” diye tanımlamak mümkündür. Dürüstçe ifade etmeliyim ki şu an elinizdeki cildin, bu tür şeyler içermediğini söylemem imkânsız. Bazen, bir resmi yerli yerine yerleştirebilmek için birkaç sayfayı fazladan iki veya üç satırla tamamlamam gerekti ancak şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki yazmaya mecbur olduğumdan daha fazla hiçbir şey eklemedim.
Okuyucularım, eğlenmek için belki verilen pasajın içerdiği bir parça “abartma”yı bulmaya çalışacaklardır. Bu parçaları sayfalara yerleştirirken, 39. sayfanın başlarından 41. sayfanın ortasına kadar uzanan bir pasajın üç satır eksik olduğunu fark ettim. Bu eksikliği gidermek için, oraya buraya sözcük eklemeye çalışmadım ama art arda gelen üç satır ilave ettim. Okuyucularım bu satırların hangileri olduğunu tahmin edebilir mi acaba?
Daha da zor bir bilmece (eğer daha zor bir şey arzu ederseniz) “Bahçıvan’ın Şarkısı”nı ele alarak eğer yapıldıysa; hangi durumlarda kıtaların onu çevreleyen metne ve hangi durumlarda metnin kıtaya uyarlandığını belirlemek olur.
Belki de edebiyattaki en zor şey, özgün bir şeyler yazmak (En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum: Bunu başarmak için herhangi bir çaba sarf etmem. İçimden geldiği gibi yazarım. Gönüllü hiçbir çaba ile başarılı olamadım. Durumu olduğu gibi kabullenmem gerekiyor.). Muhtemelen en kolayı da özgün bir satır yazıldığında aynı ayarda, onu takip eden uyumlu şeyler yazmaya çalışmaktır. “Alice Harikalar Diyarı”nda özgün bir hikâye miydi bilmiyorum (En azından onu kaleme alırken bilinçli bir kopyacı değildim.) ama bildiğim bir şey var ki basıldığı andan itibaren, ortaya ona benzer onlarca hikâye kitabı çıktı. Keşfettiğim patika (“sessiz denize dalan ilk kişi olmak” hususunda kendime güvenerek) şimdilerde aşınmış bir ana yol; vaktiyle kenarında bulunan çiçekler toz altında kalmış ve benim bir daha o tarzda yazmaya kalkışmam bir felaket olur.
Bu yüzden, “Sylvie ve Bruno”da (hangi başarıyla bilmiyorum) yeni bir patika yaratmaya gayret ettim. İyi veya kötü, bu elimden gelenin en iyisiydi. Bu kitabı, para veya ün için değil, sevdiğim çocuklara, çocukluğun hayatı olan masumlukla dolu eğlence zamanlarına uygun olabilecek bazı düşünceler tedarik edebilme ve tamamen ahenkle değil, hayatın daha ağır tempolarıyla, hevesle umut ettiğimi kanıtlayacak bazı düşünceleri onlara ve diğerlerine önerebilme umuduyla yazdım.
Eğer okuyucularımın sabrını hâlâ tüketmediysem elime geçen bu fırsatı (muhtemelen birçok arkadaşıma tek seferde hitap edebileceğim tek fırsat), yazılması arzu edilen kitaplara ilişkin olarak (denemekten keyif alacağım ancak asla gerçekleştirmek için zamana ve güce sahip olmayacağım) aklıma gelen yeni fikirleri kaydetmek için, eğer kendime verdiğim bu görevi bitirme konusunda başarısız olursam (ve yıllar çok çabuk geçiyor) başka birilerinin kaldığım yerden devam edebileceği umuduyla kullanmak isterim.
Mesela “Çocuk İncil’i”. Bu İncil için en önemli şey, pasajların, bir çocuğun okuması için uygun olarak özenle seçilmesi ve aynı özenle seçilmiş resimler içermesidir. Seçimimde benimseyebileceğim tek ilke, dinin çocuğa “sevginin açığa vurulması” şeklinde sunulmasıdır (Genç bir zihni suç ve ceza tarihine ilişkin anlatılarla doldurup ona acı çektirmeye hiç gerek yoktur. Böyle bir prensibe uygun olarak mesela ben Tufan ile ilgili bölümü konu dışında tutardım.). Resimleri bulmak da zor olmazdı; yeni resimlere gerek kalmazdı. Telif haklarının çok önceden süresi dolmuş olan yüzlerce güzel resim mevcut zaten. Bazılarını çoğaltmak için sadece foto çinkografi2 veya ona benzer bir işlem gerekir o kadar. Kitap kullanışlı boyutlarda (oldukça ilgi çekici bir kapağa sahip) ve rahatça okunabilir olmalıdır. En önemlisi de sayfaları bol bol resimlerle süslemek gerekir.
İkinci olarak ezberlemek için İncil’den seçilmiş pasajlar (tek tek metinlerden değil de her biri 10 veya 20 kıtalık pasajlar) içeren bir kitap. Bu pasajlar, okumanın imkânsız değilse bile zor olduğu pek çok durumda kendi kendine tekrar etmek ve üzerinde düşünüp taşınmak için oldukça yararlı olacaktır. Örneğin, bir tren yolculuğunda gece uykunuz kaçınca, yalnız başınıza bir yürüyüş yaparken, gözlerin net göremediği yaşlılık döneminde veya en iyisi, hastalık bizi okumak veya başka hiçbir işle meşgul olamayacak kadar güçsüz bırakıp bitkinliğin ve sessizliğin hüküm sürdüğü uzunca saatleri uyanık geçirmeye mahkûm ettiğinde… Böyle zamanlarda insan, David’in coşkulu yakarışını nasıl da şevkle hatırlar: “Ah boğazımdaki sözlerin ne kadar da tatlı! Evet, ağzımdaki sözlerin baldan bile tatlı!”
Tek tek metinler yerine, “pasajlar” dedim; çünkü tek metni hatırlamak kolay değildir. Hafızanın bağlantılara ihtiyacı vardır. Kişi, hafızasında yüzlerce metin saklıyor olabilir ama arzu ettiğinde yarım düzineden fazlasını hatırlayamaz (hatırlasa da şans eseri hatırlar zaten). Oysaki bir pasajda hatırlanmaya elverişli herhangi bir parçayı ele geçirdiğinizde hafızadaki boşluk doldurulabilir ve her şey bir araya gelir.
Üçüncü olarak da – şiir veya düz yazı olsun – tüm metinler İncil dışındaki kitaplardan alınmıştır. Düşünüp taşınmayı gerektiren, “hayal gücünden yoksun” (Ben bunu yanlış bir adlandırma olarak görüyorum. Eğer Shakespeare’den ilham alınmasaydı, insan kimin gerçekten ilham sahibi olduğu konusunda şüpheye düşebilirdi.) edebiyat dediğimiz edebiyattan daha fazlası yoktur. Yine de hafızada güzelce depolanabilecek yeterli miktarda metin bulunmaktadır.
Hafızayı güçlendirmek için dinî ve seküler pasajlardan oluşturulmuş bu iki kitap, boş zamanları değerlendirmekten başka amaçlara hizmet etmektedir elbette. Endişe verici, kötü, dine aykırı ve gereksiz birçok düşünceyi kafadan atmaya yardımcı olur. Bunu, okuduğum ilginç kitapların birinden alıntı yaparak açıklayayım: Robertson’ın “ ‘Korintler’e Mektuplar’ Üzerine Konferansları”ndaki, 49.Konferans’ta; “Eğer bir kişi düzenli aralıklarla kendini gösterecek olan kötücül arzular ve dine aykırı düşünceler tarafından rahatsız ediliyorsa izin verin, Kutsal Kitap’tan hatırladığı veya en iyi yazarlar ve şairler tarafından yazılmış pasajlara kendini adasın. İzin verin, geceleri uykusuz kaldığında, huzursuz olduğunda, kâbuslar dadandığında, aklına onu intihara sürükleyecek kötü düşünceler geldiğinde zihnini bunlarla doldursun. İzin verin, bu kaynaklar, Hayatın Bahçesi’ni kirli ayak izlerinin izinsiz girişlerine karşı koruyabilmesi için savurabileceği kılıcı olsun.” yazmaktadır.
Dördüncü olarak yaşları (diyelim ki) 10 ile 17 arasında değişen kızların okuması için uygun olmayan her şeyin çıkarıldığı bir Shakespeare versiyonu. 10 yaşından küçük olan çok az çocuk en iyi şairleri anlama ve onları okurken keyif alma yetisine sahiptir. Bu çocukların ergenlik dönemini tamamladıktan sonra kendi tercihlerine göre seçtikleri sansürlenmiş olsun veya olmasın, herhangi bir Shakespeare versiyonunu okumaları uygundur. Ama ne yazık ki kendilerine uygun versiyonların eksikliğinden dolayı ortalama bilgi seviyesine sahip çoğu çocuk bu zevkten mahrum kalmıştır. Ne Bowdler’ın ne Chambers’ın veya Brandram’ın ne de Cundell’ın “Boudoir” Shakespeare’i, bana ihtiyacı karşılamazmış gibi gelir. Çünkü yeterince sansürlenmemiştir. İçlerinde en farklı olan Bowdler’ınkidir. Okurken neyi çıkarıp neyi bıraktığı bende merak uyandırır. Eser içindeki her şeyi acımasızca silip atmanın ahlak ve saygı açısından münasip olmamasının yanında anlaşılması çok zor olan ve gençlerin ilgisini çekmeyecek kısımları çıkarma düşüncesine de yatkınım. Sonuç olarak; biraz eksiklik olabilir ama yine de şiire ilgisi olan bütün İngiliz genç kızları için bir hazinedir bu.
Bu hikâyede çıktığım yeni yolculuk için birilerinden özür dilemem gerekirse (hayat hakkındaki bazı ciddi düşünceleri, çocuklar için kabul edilebilir bir saçmalık olduklarını kanıtlayacak şeylerle birlikte, tanıştırarak) bu düşünceleri pervasız bir rahatlık ve neşenin hüküm sürdüğü saatlerde bütün olarak uzakta tutabilme sanatını öğrenen kişiden özür dilemeliyim. Şüphesiz ki ona göre bu tür bir karışım yanlış ve antipatiktir. Böyle bir sanatın gerçekten var olduğunu inkâr etmiyorum: Gençlikle, sağlıkla, yeterli parayla yıllarca saf bir mutluluğun hüküm sürdüğü bir hayat yaşamak gayet olağan görünür; tabii her an, en iyi arkadaş topluluğunun veya en harika eğlencenin ortasında bile yüzleşmemiz muhtemel olan dinî bir gereklilik dışında. Bir kimsenin, ciddi düşünceleri kabul etmeye, kilise ayinine gitmeye veya İncil okumaya zamanı olmayabilir; tüm bunları hiç gelmemesi muhtemel olan o “uygun zamana” kadar erteleyebilir ama daha bu sayfayı okumayı bitirmeden gelebilecek bir mesaja dikkatini vermesi gerektiği gerçeğini bir an için dahi olsa erteleyemez: “Ruhun, bu gece senden istenebilir.”
Bu acımasız ihtimal bütün çağlarda3 tıpkı bir karabasan gibi var olagelmiştir. İncelemenin ilginç konularından birkaçı daha, bu gölgeler altındaki düşmana karşı kullanılan çeşitli silahlar dışında, bir tarih öğrencisi tarafından bulunabilir. En üzücüsü de ölümden sonra bir varoluş olduğuna inananların düşünceleridir; fakat bu varoluş hiçlikten daha da kötü, elle tutulamayan, bulanık, gölgeler ülkesinde, yıllar boyunca anlamsızca, yapacak ve sevecek hiçbir şeyi olmadan süzülen görünmez bir hayaletten farksız bir varoluş! Hayat dolu hedonist Horace’ın mutlu dizelerinin arasında, okuyucunun kalbine işleyen, hüzünlü bir kelime durur. Bu kelime çok iyi bilinen dörtlükteki “sürgün”4 kelimesidir:
Omnes eodem cogimur, omnium
Versatur urna serius ocius
Sors exitura et nos in aeternum
Exilium impositura cymbae. 5
Ona göre şimdi sahip olduğumuz yaşam (bütün bıkkınlıklara ve üzüntülere rağmen) sahip olmaya değen yegâne şeydir. Onun haricindeki her şey “sürgün”dür! Böyle bir inanca sahip birinin gülümsemesi neredeyse imkânsız değil mi?
Korkarım ki bugün pek çok insan ölümden sonraki varoluşun gerçekliğine Horace’ın tahmin etmiş olabileceğinden daha çok inansa da ona, dünyevi zevklerden gönderilen bir sürgün gözüyle bakıyor, böylece Horace’ın teorisini benimsiyor ve “Hadi yiyip içelim çünkü yarın öleceğiz.” diyor.
Biz tiyatro gibi eğlenceli gösterilere gidiyoruz (Biz diyorum çünkü ben de güzel bir oyun izleme şansını yakaladığımda tiyatroya giderim.) ve giderken de genelde oradan canlı çıkamayabileceğimiz düşüncesiyle aramıza bir mesafe koyuyoruz. Yine de (sabrının gevezeliğimin sonucu olan bu önsözün buralarına kadar taşıdığı değerli dostum) neşe en hızlı ve öfkeli olduğunda, son krizin habercisi olan şiddetli sancının veya ölümcül baygınlığın senin nasibin olmayabileceğini nereden bilebilirsin?
Tüm bunların [Endişeli arkadaşların boş bir endişeyle üzerine eğildiğini görmek, onların sorun teşkil eden fısıltılarını duymak, kendi başınıza titreyen dudaklarla sormayı başardığınız “Durumum ciddi mi?” sorusuna “Evet, son yakın.” cevabını almak (ve bu sözler söylendiğinde hayat ne kadar da farklı gözükecek).] senin başına bu akşam gelmeyeceğini nereden bilebilirsin?
Ve bunu biliyorken kendinize şu sözleri söyleme cüretini gösterirsiniz: “Pekâlâ, bu muhtemelen bir ölümsüzlük oyunu; durumlar muhtemelen biraz fazla riskli, konuşmalar biraz fazla sert, iş ise hayatımızda biraz fazla yer kaplıyor. Vicdanın oldukça basit bir kavram olduğunu söylemiyorum ama bu parça çok zekice, bu sefer onu görmeliyim! Yarın daha katı bir hayata başlayacağım.” Yarın ve yarın ve yarın!
“Kim günah işler umut içinde, kimdir günah işleyen,
‘Günahlar için keder faydasız, Tanrı’nın hükmü değişmez!’ der.
Tanrı’nın Ruhu karşısında uzanır; bitirir büsbütün
Merhameti hakaretlerle; meydan okur ve düşer,
Kavrulmuş bir sinek gibi, dönüp duran boş yere
Acısının ekseninde.
Kaderine boyun eğer, topallamak, sürünmek için,
Kör ve unutmuş bir şekilde, yere her düşüşünde.”
Ölüm (sakince fark edilip durağan bir biçimde yüzleşilirse) ihtimalinin, herhangi bir eğlence sahnesinde bulunmamızın doğru veya yanlış olması hakkında verilebilecek en iyi testlerden biri olabilme ihtimali düşüncesine inandığımı söylemek için bir dakika izin verin. Eğer aklınıza ani bir ölüm düşüncesi gelirse, tiyatroda farklı bir korku olduğunu hayal ettiğinizde, o an tiyatronun sizin için zararlı olduğundan emin olun ama yine de şunu unutmayın ki, sizin için zararlı olan şey başkaları için zararsız olabilir. Eğer ani bir ölüm düşüncesi hayal edildiğinde, sizin için tiyatroda sergilenen özel bir dehşet hâline geliyorsa, diğer insanlar için ne kadar zararsız olursa olsun, emin olun ki tiyatro sizin için pek yararlı değildir; yine şunu unutmayın ki en güvenli kural, ölmeyi göze alamayacağımız yerlerde yaşamayı da göze almamamız gerektiğidir.
Fakat bir kere hayatın gerçek amacının zevk, bilgi veya ün (asil zihinlerin son zaafı) bile değil; kişiliğin gelişimi, daha yüksek, daha asil, daha saf bir seviyeye ulaşmak ve mükemmel insanı inşa etmek olduğunu anladığımızda ve sonrasında bunun ne kadar uzun süre devam ettiğini ve (inanıyoruz ki) edeceğini hissettikçe ölüm bize dehşet verici yüzünü göstermeyecektir. Ölüm bir gölge değil, ışıktır; son değil, başlangıçtır!
Diğer bir konuda da özür dilemem gerekiyor. İngilizlerin, geçmiş günlerde var olmuş ve günümüzde hâlâ bazı dallarının, tehlikeli durumlarda gerekli olan dayanıklılık ve sakinliğin öğretildiği mükemmel bir okul olduğu “spor”a karşı duydukları tutkuya tüm sempatimi göstermem gerekirdi. Gerçek “spor”a ilgi duymuyor değilim; çok emek sarf eden ve risk hâlinde “insan yiyen” kaplanın peşine düşen kişinin cesaretine bütün kalbimle hayranım. Ayrıca köşeye sıkıştırdığı canavarı takip ederken ve göğüs göğüse mücadele ederkenki hâliyle muhteşem bir heyecanla övündüğünde onun hissettiklerini anlayabiliyorum. Ancak savunmasız bir hayvan için dehşet verici bir vahşetle acılı bir ölüm içeren durumdan rahatlık ve güven içinde zevk alabilen avcıyı da derin; eğer avcı insanlara evrensel sevginin dini hakkında bir öğüt vermek için ant içiyorsa daha da derin; ismi sevginin (“Kadınlara duyulan sevgi bir yana bana olan aşkın mükemmeldi.”) sembolü olabilecek “hassas ve narin” yaratıklardan biri söz konusu olduğunda ise en derin merak ve üzüntüyle seyrediyorum.
“Elveda, elveda! Fakat sana Düğün Davetlisi,
Şunu söyleyeyim ki,
O güzelce dua etti, güzelce Sevdi
oadam, insanı, kuşu ve çirkin yaratığı.
O en güzel şekilde dua etti, en güzel şekilde Sevdi
büyük ve küçük her şeyi!
Bizi seven sevgili Tanrı için
Yaptı ve her şeyi Sevdi.”
1.BÖLÜM
Az Ekmek! Çok Vergi!
Ve sonra herkes tekrar tezahürat etmeye başladı. Diğerlerinden daha da heyecanlı olduğu belli olan bir adam (benim anladığım kadarıyla), şapkasını havaya doğru sallayarak “Kim Alt-Muhafız için bağırır?” diye gürleyince herkes onun gibi haykırdı ama Alt-Muhafız için mi yoksa başka bir şey için mi haykırmışlardı bu pek belli olmamıştı işte. Bazıları “Ekmek!” diye bazıları da “Vergi!” diye bağırıyordu ama hiç kimse aslında ne istediğini tam olarak bilmiyor gibiydi.
Yardımcı Muhafız’ın kahvaltı salonunun açık olan penceresinden bütün gördüklerim bunlardı. Bağırmaya başladıklarında, Lord Şansölye sanki bunu daha önceden hissetmiş gibi bir anda sıçrayıp aceleyle çarşıyı en iyi gören pencerenin yanına gitti.
Elleri arkasında, ropdöşambırı uçuşurken, kendi kendine sürekli “Bütün bunlar da ne demek oluyor?” diye tekrar ederek odanın içinde bir uçtan diğer uca yürüyordu. “Daha önce hiç böyle bir gürültü duymadım, hele sabahın bu saatinde ve böyle ağız birliği ile! Senin de dikkatini çekmedi mi bu?”
Alçak gönüllülükle, anladığım kadarıyla farklı şeyler için bağırdıklarını söyledim ama eminim ki o an, Şansölye beni duymadı. “Hepsi de aynı şeyi söylüyorlar!” deyip pencereden dışarı baktı ve pencerenin altında duran bir adama “Onları bir arada tutun, tamam mı? Alt-Muhafız gelmek üzere. Onları ileri yürüt!” diye fısıldadı. Konuşulanları çok rahat duyamıyordum ama çenemi neredeyse Şansölye’nin omzuna dayayınca hemen her şeyi işitebilmiştim.
“Yürüyüş” çok ilginç görünüyordu. İkişerli dağınık gruplar, çarşının diğer tarafından yürümeye başladı ve Saray’a doğru düzensiz zikzaklar çizerek ilerledi. Denizde ters esen rüzgâra karşı yol alan bir geminin zikzaklar çizerek ilerlemesi gibi bir o yana bir bu yana sürükleniyorlardı. Öyle ki her geçişlerinde kafilenin başı bizden biraz daha uzakta kalıyordu.
Her şeyin emirlerle yerine getirildiği çok açıktı. Bütün gözlerin, Şansölye’nin sürekli bir şeyler fısıldadığı, pencerenin altında bekleyen adama kilitlendiğini fark etmiştim. Adam bir elinde şapkasını, diğer elinde de yeşil bir bayrak tutuyordu. Bayrağı her salladığında tören alayı biraz daha yaklaşıyor; indirdiğinde ise uzaklaşıyordu. Şapkasını salladığında ise hep birlikte “Hurra!” diye bağrışıyorlardı. Ardından da “Hurra!”, “Yok!”, “Hayır!”, “Az!”, “Ekmek!”, “Fazla!”, “Vergi!” diye sesler geliyordu. Şansölye, “İşe yarayacak! İşe yarayacak! Sana haber verene kadar biraz dinlensinler. Henüz gelmedi!” diye fısıldadı adama. Tam o sırada, salonun büyük kapılarından biri açıldı ve Şansölye suçlu bir şekilde Yüksek Ekselansları’nı karşılamak için döndü. Fakat gelen Bruno’ydu. Bunun üzerine Şansölye, rahat bir nefes aldı.
Küçük çocuk, Şansölye’yi ve garsonları “Günaydın!” diye selamlayarak “Sylvie’nin nerede olduğundan haberiniz var mı? Sylvie’yi arıyorum da.” dedi.
Şansölye, başıyla çocuğu selamlayarak, “Sanırım, Muhafız ile birlikte ekslans.” diye cevap verdi. Babası sadece Dışdiyar Muhafızı olan küçük bir çocuğa bu lakapla karşılık vermek biraz tuhaf kaçıyordu aslında (“Ekselans”ı tek bir hece olarak telaffuz ettiğini şüphesiz anlamışsınızdır.). Birkaç yılını Perdiyarı Mahkemesi’nde geçiren ve orada neredeyse imkânsız olan beş heceli kelimeleri tek heceli imişçesine telaffuz etme sanatını öğrenen bu adam büyük bir özürü hak ediyordu.
Fakat bir anda odadan kaçıp giden Bruno’yu, muzafferane sunulan “Telaffuz Edilemez Tek Heceli”nin ustaca söylenmesi bile hiç etkilememişti.
Ardından, uzaklardan birinin “Şansölye’den bir konuşma!” diye bağırdığı duyuldu.
“Elbette dostlarım!” dedi Şansölye olağanüstü bir çabuklukla. “Konuşma başlıyor!” Birkaç dakikadır yumurta ve şeriden yapılma tuhaf görünümlü bir karışım hazırlayan garson, saygıyla eğilerek bunu kocaman gümüş bir tepsinin üzerinde sundu. Şansölye mağrur bakışlarıyla karışımı aldı, düşünceli düşünceli yudumladı ve boş bardağı geri verirken garsona gülümsedi. Hatırladığıma göre konuşma sırasında şunları söyledi:
“Öhö! Öhö! Öhö! Mağdurlar, daha doğrusu, muzdarip yoldaşlar!..” (Pencerenin altındaki adam “Onlara bu şekilde hitap etme!” diye fısıldayınca Şansölye de “Ben onlara suçlular fellows-felons demedim ki!” diye karşılık verdi.) “Şundan emin olun lütfen, her zaman duy…” (Tam o sırada, kalabalık hep bir ağızdan “Dinleyin! Dinleyin!” diye öyle yüksek sesle bağırdı ki sesler konuşmacının tiz sesini bastırdı.) “… her zaman duy…” diye tekrarladı. (Pencerenin altında duran adam, “Böyle aptal aptal sırıtıp durma. Ahmak gibi görünüyorsun!” dedi. Ve çarşıda tıpkı bir çan çalıyormuş gibi sürekli “Dinleyin! Dinleyin!” diye sesler yankılandı durdu.) “Her zaman duygularınızı paylaştım!” diye bağırdı. İlk başta bir sessizlik oldu. “Fakat sizin gerçek dostunuz Yardımcı Muhafız’dır! Gece gündüz sizin yanlışlarınız hakkında kara kara düşünüyor, yanlışlarınız yerine doğrularınızı demeliydim galiba, yok yanlışlarınızı… Hayır, doğrularınızı demek istedim…” (Pencerenin altındaki adam sözünü kesip, “Daha fazla konuşma! Yüzüne gözüne bulaştırıyorsun!” diye homurdandı.) Tam o sırada, Alt-Muhafız salona girdi. Zayıf, kurnaz bakışlı, sarı benizli bir adamdı. Odada yavaş yavaş sanki odanın bir yerinde saklanmış vahşi bir köpek varmış gibi şüpheyle bakındı, sonra da Şansölye’nin sırtını sıvazlayarak “Bravo!” dedi. “Harika bir konuşma yaptın. Çünkü doğuştan bir hatipsin sen!”
Şansölye de tevazu ile gözlerini kaçırarak “Yok canım, çoğu hatip doğuştan hatiptir, bilirsiniz…” deyince, Alt-Muhafız da çenesini okşayarak “Nedense öyleler! Hiç bu kadar basit olduğunu fark etmemiştim. Yine de harikaydın! Kulağına küpe olsun!” diye karşılık verdi.
Konuşmalarının geri kalan kısmı birbirleriyle fısıldaşarak geçtiği için daha fazla duyamadım. Gidip Bruno’yu bulsam iyi olur diye düşündüm.
Ufaklığı koridorda dikilirken buldum; karşısında aşırı saygı gösterişinden neredeyse iki büklüm olmuş ve ellerini balık yüzgeçleri gibi arkasında birleştirmiş vaziyette önünde dikilen üniformalı bir adamdan nutuk dinliyordu. Adam, “Yüksek Ekselansları çalışma odasında, eklans!” diyordu (Tabii bu kelimeyi Şansölye kadar iyi telaffuz edemiyordu.). Bruno, o yöne doğru hızla yürüyünce ben de onu takip etsem iyi olur diye düşündüm.
Uzun boylu, ağırbaşlı ve ciddi görünümlü olan Muhafız, üzeri kâğıtlarla dolu bir çalışma masasının başına oturmuştu. Dizinde de şu ana kadar gördüğüm en güzel kızlardan biri oturuyordu. Küçük kız, Bruno’dan dört beş yaş büyük görünüyordu. Yanakları al al, gözleri de ışıl ışıldı. Kıvırcık, kahverengi saçları omuzlarından dökülüyordu. Işıl ışıl gözleriyle babasına bakınca hayatının sonbaharında olan baba ile ilkbaharında olan kızının birbirlerine olan sevgisini görmeye değerdi doğrusu.
Yaşlı adam, “Hayır, sen onu hiç görmedin. Uzun süredir burada değildi. Senin yaşından bile uzun zamandır, sağlığı için oradan oraya seyahat edip duruyor küçük Sylvie!” diyordu.
Tam o sırada diğer dizine de Bruno gelip oturdu ve babasının yanağına bir öpücük kondurdu.
Bruno babasını öptükten sonra, Muhafız “Daha dün gece geri döndü. Sylvie’nin doğum gününde burada olabilmek için, son birkaç bin kilometreyi hızla gelmiş. Yorgun olmasına rağmen, erkenden uyanmış. Eminim ki şu anda kütüphanededir. Benimle gelin de bakalım şuna bir. Çocukları çok sever. Eminim ki siz de onu çok seveceksiniz.” dedi.
Bunun üzerine Bruno heyecanla “Diğer Profesör de geldi mi peki?” diye sorunca, “Evet, birlikte geldiler. Diğer Profesör’ü… Şey, belki pek sevmeyebilirsiniz. Biraz hayalci bir insandır çünkü.” cevabını aldı.
Bruno, “Sylvie’nin biraz daha hayalci olmasını dilerdim!” deyince Sylvie “Ne demek istiyorsun Bruno?” diye sordu.
“O yapamadığını söylüyor işte. Ama bence yapamıyor değil, yapmıyor!”
“Hayal kuramadığını mı söylüyor?” diye tekrarladı kafası karışan Muhafız.
“Öyle diyor.” diyerek ısrar etti Bruno. “Ben ne zaman ona ‘Ders çalışmayı bırakalım.’ desem o ‘Bırakmayı hayal bile edemem!’ diyor.”
Sylvie de “Aklı hep dersi bırakmakta. Hem de başladıktan beş dakika sonra!” diyerek araya girdi.
Muhafız da Bruno’ya dönüp “Günde beş dakika ders ile fazla bir şey öğrenmeyeceksin ama küçük bey.” diye karşılık verdi.
Bruno, “Sylvie de işte tam olarak böyle söylüyor!” diye cevabı yapıştırdı hemen. “Derslerimi öğrenmeyeceğimi söylüyor ve ben ona tekrar tekrar dersleri öğrenemiyorum diyorum. Ve o ne diyor biliyor musun? Diyor ki, ‘Öğrenemiyorsun değil, öğrenmiyorsun!’ ”
Tartışmanın daha fazla uzamaması için Muhafız “Haydi gidip Profesör’ü görelim.” dedi. Çocuklar ayağa kalkıp el ele tutuştular ve üçü birden – peşlerinde benimle birlikte – kütüphanenin yolunu tuttular. Şu ana kadar gruptan hiç kimsenin (sadece birkaç saniyeliğine beni gören Şansölye dışında) beni göremediğine karar verdim.
Sylvie ağır ağır yürürken “Nesi var?” diye sordu. Diğer yanda da Bruno, sürekli hoplayıp zıplıyordu.
“Umarım şimdi iyidir. Beli ağrıyordu, aynı zamanda romatizması tuttu. Kendi kendini tedavi ediyor ama. İyi bir doktor o. Çünkü aslında köprücük kemiğini kırmanın yeni bir yolunu bulmanın yanında üç tane yeni hastalık icat etti.”
“İyi bir yol mu?” dedi Bruno.
Muhafız “Hım… Pek sayılmaz.” diye cevap verdi. Bunu söylerken kütüphaneye girmiştik. “İşte Profesör! Günaydın Profesör! Umarım okadar yoldan sonra dinlenebilmişsinizdir.”
Çiçek desenli bir ropdöşambır giymiş; hoş görünümlü, kısa boylu ve şişman bir adam, kolunun altında kalın birer kitapla odanın bir ucundan diğer ucuna yürüyordu. Çocukları dikkate almaksızın, “Üçüncü cildi arıyorum. Gördünüz mü?” diye sordu.
Muhafız, Profesör’ü omuzlarından tutup yüzünü çocuklarına doğru çevirdi ve “Çocuklarımı görmüyorsunuz Profesör.” dedi.
Profesör bir kahkaha atıp kocaman çerçeveli gözlüklerinin arkasından konuşmadan bir iki dakika boyunca çocuklara baktı.
En sonunda Bruno’ya “Umarım iyi bir gece geçirmişsindir evlat.” dedi.
Şaşkın şaşkın Profesör’e bakan Bruno, “Sizinle aynı geceyi geçirdim. Dünden beri sadece bir gece geçti!” diye karşılık verdi.
Bu kez şaşkınlıkla bakma sırası Profesör’deydi. Gözlüklerini çıkarıp mendiliyle sildi. Sonra tekrar takıp çocuklara bir kez daha baktı. Muhafız’a dönüp, “Onlar bağlı mı?” diye sordu.
“Hayır değiliz.” dedi bunu cevaplamaya yetkisi olduğunu düşünen Bruno.
Profesör üzüntülü bir vaziyette başını sallayarak “Yarı bağları bile mi yok?” dedi.
“Neden yarı bağlı olalım ki?” dedi Bruno. “Biz tutsak değiliz ki!”
Bruno konuşurken Profesör çocuklarla ilgilenmeyi bırakmış, Muhafız’la konuşmaya başlamıştı. “Barometre’nin hareket ettiğini duyunca memnun olacaksın.” deyince “Hangi yöne?” diye sordu Muhafız, sonra çocuklara döndü: “Aslında ben önemsemiyorum ama o, bunun havayı etkilediğini düşünüyor. O son derece zeki bir insandır. Bazen öyle şeyler söyler ki onu yalnızca Diğer Profesör anlayabilir. Bazen de öyle şeyler söyler ki hiç kimse anlayamaz onu! Hangi yöne doğru hareket etti Profesör, yukarı mı yoksa aşağı mı?”
Profesör ellerini ovuşturarak “Hiçbiri! Yanlamasına gidiyor, kendimi tam olarak ifade edebiliyorsam.” dedi.
Muhafız “Peki bu nasıl bir havaya neden oluyor?” diye sordu. Sonra çocuklara dönüp “Dinleyin çocuklar! Şimdi öğrenmeye değer bir şey duyacaksınız.” dedi.
Profesör “Yatay hava.” diyerek kapıya doğru yürürken neredeyse yanlışlıkla Bruno’yu eziyordu.
Muhafız hayran gözlerle ona bakarken “Çok bilgili, öyle değil mi?” diye sordu. “Bilgisiyle herkesi ezip geçebilir.”
Bunun üzerine Bruno “İyi de beni ezmesi gerekmiyordu ki!” diye karşılık verdi.
Tam o sırada Profesör geri döndü. Ropdöşambırını çıkarmış, redingot giymişti. Ayaklarına da üst kısmında açık şemsiyeler bulunan, tuhaf bir çift çizme geçirmişti. “Bunları görmek istersiniz diye düşündüm. Bunlar, yatay hava çizmeleridir.” dedi.
Muhafız “İyi de dizlerinizin etrafına şemsiye takmanızın mantığı ne olabilir ki?” diye sorunca, Profesör “Normal bir yağmurda bunlar pek kullanışlı değil ama yağmur yatay olarak yağarsa o zaman bunların değeri tartışılamaz işte. Kesinlikle paha biçilemez!” diye cevap verdi.
Muhafız “Çocuklar, Profesör’ü kahvaltı salonuna götürün ve beni beklememelerini söyleyin. İşlerim olduğu için ben erkenden yapmıştım kahvaltımı.” deyince, çocuklar sanki Profesör’ü yıllardır tanıyormuş gibi içtenlikle ellerinden tutup dışarı çıktılar. Ben de arkalarından saygılı bir şekilde onları izledim.
“Hepimizi zorunlu bir yolculuk beklerEr veya geç, çoğumuzÇıkmak için kül kabındanHepimiz ebedî sürgüne doğru uzaklara yelken açmalıyız.”
[Закрыть]