Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Hacı Murat»

Czcionka:

Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.

Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.

Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.

Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.

20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.

Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…

Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat Bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.

Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları: Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

I

Tarlaların arasından ilerleyerek eve dönüyordum. Yaz ortasıydı, çayırlar biçilmiş ve hasat toplamaya başlanmıştı. Yılın bu mevsiminde her yer çeşitli çiçeklerle doluydu. Kırmızı, beyaz, pembe renkli mis kokulu püsküllü yoncalar; ortaları parlak sarı ve hoş baharatlı kokuları ile süt beyazı öküzgözü papatyalar; sarı, bal kokulu katırtırnakları; laleye benzer şekli, uzun saplarıyla beyaz ve leylak rengi çan çiçekleri; dalları yerleri süpüren sarmaşıklar; sarı, kırmızı ve pembe mineler; tozpembe tonlarda çiçekleri olan, hafif kokulu, tüylü süsenler; yeni açılmış çiçekleri güneş ışığında parlak mavi görünen ama akşama doğru ya da büyüdükçe soluklaşıp kırmızılaşan peygamber çiçekleri ve koparıldığı anda hemen solmaya yüz tutan, narin yapraklı ve badem kokulu su ketenleri.

Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda “Tatar” denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı. Bu deve dikenini koparıp, demetimin tam ortasına koymayı düşünerek hendeğe indim. Miskince çiçeğin tam ortasında tatlı bir uykuya dalmış kadifemsi tüylere sahip bir yaban arısını kovduktan sonra, çiçeği koparmak için çalışmaya başladım. Kısa bir süre içerisinde de bunun ne zor bir iş olduğunu anladım. Elimi bir mendille sarmış olmama rağmen çiçek yine de her tarafımı delik deşik etti. Ayrıca sapı öylesine sertti ki lifleri birer birer kırarak yaklaşık beş dakika boyunca onunla mücadele etmek zorunda kaldım. Sonunda onu kopardığımda, sap tamamen yıpranmıştı ve çiçeğin kendisi de artık o kadar taze ve güzel görünmüyordu. Üstelik toplamış olduğum onca narin çiçeğin ortasında fazlasıyla kaba ve basit duruyordu, hiçbir albenisi kalmamıştı. Yerinde güzel görünen bir çiçeği boş yere kopardığım için üzülerek onu bir kenara fırlatıp attım. “Vay canına, yaşamak için ne büyük enerji ve azim! Kendini nasıl bir kararlılıkla savundu ve hayatı için ne büyük çaba sarf etti!” diye aklımdan geçirerek, onu koparmak için ne büyük bir çaba sarf ettiğimi düşündüm.

Eve giden yol, yeni sürülmüş kara topraklı tarlalardan geçiyordu. Bense bu tozlu toprakta rastgele yürüyordum. Sürülmüş tarla bir toprak sahibine aitti ve o kadar büyüktü ki her iki yanda, tepenin zirvesine kadar önümde, düzgün bir şekilde çatlamış olan nemli topraktan başka hiçbir şey görünmüyordu. Arazi gayet iyi işlenmişti ve hiçbir yerde tek bir ot parçası ya da herhangi bir bitki görünmüyordu, her yer sadece kapkara topraktan ibaretti. “Ah, insan ne kadar da yıkıcı bir yaratık… Kendi varlığını sürdürmek için ne kadar çok bitkiyi yok ediyor!” diye, bu cansız siyah alanda istemsizce canlı bir şeyler arayarak düşünmeye devam ediyordum. Önümde, yolun sağında bir tür küçük küme gördüm ve yaklaştıkça, bunun boş yere koparıp attığım deve dikeni ile aynı olduğunu fark ettim.

Bu “Tatar” bitkisinin üç sapı vardı. Biri kırılmış ve sakatlanmış bir kolun boşta sallanması gibi dışarı sarkmıştı. Diğer ikisinin her biri bir zamanlar kırmızı ama şimdi kararmış birer çiçek taşıyordu. Bir sap kırılmıştı ve yarısı, ucunda kirli bir çiçekle sarkıyordu. Diğeri de kara çamurla kirlenmiş olmasına rağmen hâlâ dimdik duruyordu. Belli ki bitkinin üzerinden bir arabanın tekerleği geçmiş ama bitki yeniden doğrulmuştu ve bu yüzden dik olmasına rağmen gözlerinden biri oyulmuş, sanki vücudunun bir parçası yerinden çıkmış, bağırsakları dışarı çekilmiş, bir kolu kırılmış gibi bir yana bükülmüş hâlde duruyordu. Her şeye rağmen yine de dimdik durmaya devam ediyor ve etrafındaki tüm kardeşlerini yok eden insanoğluna teslim olmuyordu.

“Ne büyük yaşam hırsı!” diye düşündüm. “İnsanoğlu her şeyi fethediyor ancak milyonlarca bitkiyi yok etmiş olmasına rağmen bu, ona boyun eğmeyerek direniyor!”

Ve yıllar önce kısmen kendim gördüğüm, kısmen görgü tanıklarından duyduğum ve kısmen de hayal ettiğim bir Kafkas hikâyesini hatırladım. Hikâye, hafızamda ve hayalimde şekillendiği hâliyle şöyleydi:

***

1851 yılının sonuna doğruydu. Soğuk bir kasım akşamı Hacı Murat, Rus topraklarından yaklaşık on beş mil uzakta bulunan ve Kizyak’ın tezek kokusuyla kaplı düşman bir Çeçen avulu1 olan Mahket’e ulaştı. Müezzinlerin ilahi sesinin yeni kesilmiş ve tezek kokusunun her yere enikonu sinmiş olduğu dağ havasında, bal petekleri gibi birbirlerine yapışık kerpiç evlerin bahçelerinden yükselen inek böğürtüleri ve koyunların melemelerinin arasından, aşağıdaki çeşmenin yanından yükselen kadın ve çocuk sesleri açıkça duyulabiliyordu.

Hacı Murat, sancağı olmadan asla at sürmeyen, marifetleriyle ünlü Şamil’in2 naibi ve önünde gösteri yapan düzinelerce müritten biriydi. O sırada başında bir kukuleta ve her tarafını saran bir yamçı3 vardı, yamçısının altından tüfeğinin ucu görünüyordu ve yanında adamlarından sadece biri vardı. Mümkün olduğu kadar az dikkat çekerek kendini göstermemeye uğraşırken bir taraftan da keskin kapkara gözleriyle yoldan gelip geçen köylülerin yüzlerine ihtiyatla bakmaya çalışıyordu.

Avula girdiğinde, açık meydana giden yoldan yukarı çıkmak yerine sola dönerek dar bir ara sokağa saptı ve tepenin yamacına açılan ikinci bir kerpiç eve vardığında durup etrafına baktı. Evin önündeki sundurmanın altında kimse yoktu ama kerpiç evin çatısında, yeni sıvanmış kil bacanın arkasında, koyun postuna sarınmış bir adam yatıyordu.

Hacı Murat, deri örgülü kırbacının sapıyla ona dokundu ve dilini şaklattı. Koyun postunun altından takkeli, artık tamamen eskimiş beşmetli4 yaşlı bir adam çıktı. Kirpiksiz göz kapakları kıpkırmızı ve çapaklanmış yaşlı adam, uyanabilmek için sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.

Hacı Murat; alışılmış bir edayla, “Selamünaleyküm!” diyerek yüzünü açtı.

“Aleykümselam!” dedi yaşlı adam onu tanıyarak ve dişsiz ağzıyla gülümseyerek. Kuru kemikli bacaklarının üzerinde doğrularak, bacanın hemen yanında duran tahta ayakkabıların içine ayaklarını sokmaya çalıştı. Sonra yavaşça kollarını buruşuk koyun derisinin kollarına geçirdi ve çatıya dayanan merdivene giderek geri geri indi; giyinirken ve aşağı inerken ince, buruşmuş, güneşten yanmış boynunun üzerindeki ihtiyar başını sallayarak, dişsiz ağzıyla sürekli bir şeyler fısıldıyordu.

Yere iner inmez konuksever bir tavırla Hacı Murat’ın atının dizginini ve sağ üzengisini tuttu ama konuğun güçlü ve çevik adamı hızla atından inerek, atın dizginlerini eline alıp yaşlı adamın yardımına gerek kalmadan gereğini yapmaya koyuldu.

Hacı Murat da atından indi ve hafif topallayarak sundurmanın altına girdi. Kapıdan çabucak çıkan on beş yaşında bir çocuk onu karşıladı, olgun üzümlere benzeyen kapkara ve parlak gözlerini merakla yeni gelenlere dikti.

“Camiye koş ve babanı çağır.” diye emretti yaşlı adam, kerpiç evin içine açılan ince, gıcırdayan kapıyı açmak için aceleyle ilerlerken.

***

Hacı Murat dış kapıdan içeri girerken iç kapıdan elinde minderlerle sarı önlüklü, kırmızı beşmetli, geniş mavi şalvarlı, ince, zayıf yapılı, orta yaşlı bir kadın dışarı çıktı.

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi ve neredeyse iki büklüm olana kadar eğilerek, konuğun oturması için ön duvar boyunca minderleri düzenlemeye başladı.

“Oğulların çok yaşasın!” diye cevap verdi Hacı Murat; yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkararak, evin efendisinin iki büyük leğen arasına asılı, temiz kil sıvalı ve özenle badanalanmış duvarda parıldayan silahlarının yanındaki bir çiviye dikkatlice astığı sırada. Hacı Murat, belindeki tabancasını düzelterek, kaftanının eteklerini güzelce toparlayıp minderlere doğru ilerledi ve bağdaş kurarak oturdu. Yaşlı adam hemen karşısına oturdu, gözlerini kapadı ve açık ellerini havaya doğru kaldırdı. Hacı Murat da aynısını yaptı; sonra bir duayı tekrar ettikten sonra ikisi de yüzlerini sıvazladılar ve ellerini sakallarının ucundaki avuç içleri birleşinceye kadar aşağı indirdiler.

“Ne haber?” diye sordu Hacı Murat, yaşlı adama yüksek sesle.

“Yeni bir haber yok!” diye cevapladı yaşlı adam, cansız kırmızı gözleriyle Hacı Murat’ın yüzüne değil, göğsüne bakarak. “Ben kovanlarla yaşıyorum ve bugün oğlumu görmeye geldim… O bilir.”

Yaşlı adamın aslında durumdan haberdar olduğunu ancak onun bilmek istediklerini söylemeye niyeti olmadığını anlayan Hacı Murat, hafifçe başını salladı ve daha fazla soru sormadı.

Yaşlı adam, “İyi haber yok.” dedi bir süre sonra. “Tek bildiğim şu ki tavşanlar kartallarla nasıl baş edeceklerini tartışıp duruyorlar ancak kartallar birer birer önce birini, sonra diğerini parçalıyor. Geçen gün Rus köpekleri Miçitskiylerin avulundaki saman yığınlarını yaktılar. Kör olasıcalar!” diye ekledi sonra yaşlı adam, boğuk ve öfkeli bir sesle.

Hacı Murat’ın adamı odaya girdi, güçlü bacakları toprak zeminde yumuşak adımlarla ilerliyordu. Sadece hançerini ve tabancasını tutarak Hacı Murat’ın yaptığı gibi yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkardı, liderinin silahlarıyla aynı çivilere astı.

“Kim o?” diye sordu yaşlı adam, yeni geleni göstererek.

“Müridim. Adı Eldar.” dedi Hacı Murat.

“Pekâlâ.” dedi yaşlı adam ve Eldar’a oturması için bir keçe parçasının üzerini, Hacı Murat’ın yanındaki yeri işaret etti. Eldar bağdaş kurarak oturdu ve koyun gözlerine benzeyen güzel gözlerini, şimdi konuşmaya başlayan yaşlı adama dikti. O, tam bu sırada cesur adamlarının bir hafta önce iki Rus askerini nasıl yakaladığını ve birini öldürüp diğerini Vedeno’da bulunan Şamil’in yanına nasıl gönderdiklerini anlatıyordu. Hacı Murat onu dalgın dalgın dinliyor, bir taraftan da kapıya bakıp dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordu. Sundurmanın bulunduğu kısımdan ayak sesleri duyuldu, kapı gıcırdadı ve ev sahibi Sado içeri girdi.

Kırk yaşlarında, kısa sakallı, uzun burunlu ve gözleri, onu eve çağırmak için koşan, şimdi babasıyla içeri giren on beş yaşındaki oğlununki kadar parlak olmasa da kapkara bir adamdı. Çocuk da onunla birlikte gelmiş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Ev sahibi kapıda tahta terliklerini çıkardı, eski ve çok yıpranmış kalpağını başının arkasına itti. Çok uzun zamandır tıraş olmadığı, ensesine kadar uzamış olan simsiyah saçlarından belli oluyordu ve hiç gecikmeden Hacı Murat’ın karşısına çömeldi. O da ihtiyarın yaptığı gibi avuçlarını yukarı kaldırdı, bir duayı tekrarladı ve sonra yüzünü tıpkı onlar gibi sıvazladı. Ancak ondan sonra konuşmaya başladı. Hacı Murat’ın diri veya ölü olarak yakalanması için Şamil’den nasıl emir geldiğini, Şamil’in elçilerinin daha bir gün önce buralardan ayrıldığını, halkın Şamil’in emirlerine uymamaktan korktuklarını ve bu nedenle dikkatli olunması gerektiğini anlattı.

“Benim evimde.” dedi Sado. “Ben yaşadığım sürece konuğuma kimse zarar veremez ama ya dışarıda ne olacak? Bunu düşünmeliyiz.”

Hacı Murat dikkatle onu dinliyor ve ara sıra başıyla onun sözlerini onaylıyordu. Sado sözünü bitirince, “Tamam, anlaşıldı. Şimdi Ruslara bir mektup göndeririz. Müridim bu mektubu götürebilir ancak bir rehbere ihtiyacı olacak.” dedi.

“Kardeşim Bata’yı onunla gönderirim.” dedi Sado. Oğluna dönerek, “Git ve Bata’yı çağır.” diye ekledi.

Çocuk bir anda yayların üzerindeymiş gibi çevik bir hareketle yerinden fırladı ve kollarını sallaya sallaya o hızla evden ayrıldı. On dakika kadar sonra âdeta güneşten kararmış, kolları ve bacakları çırpı gibi, üzerinden dökülüyormuşçasına duran çerkezkası5 ve buruşuk siyah şalvarıyla güçlü, kısa bacaklı bir Çeçen’le geri döndü. Hacı Murat yeni gelene selam verdi ve sözü yine uzatmadan, doğrudan, “Müridimi Ruslara götürebilir misin?” diye sordu.

“Yaparım elbette.” diye neşeyle cevapladı Bata. “Kesinlikle yapabilirim. Bunu benim kadar iyi becerebilecek başka bir Çeçen yoktur. Bir başkası gitmeyi kabul edebilir ve her şeye söz verebilir lakin sonunda her şeyi mahveder ama ben bu işi yapabilirim!”

“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat. “Zahmetin için üç tane.” Hacı Murat, üç parmağını kaldırdı. Bata anladığını göstermek için başını salladı ve bu işi kesinlikle para karşılığında yapmadığını, sadece Hacı Murat’a hizmet etme onuruna nail olmaya gönülden hazır olduğunu ekledi. Dağdaki herkes Hacı Murat’ı ve Rus domuzlarını nasıl öldürdüğünü gayet iyi biliyordu.

“Pekâlâ; ipin uzunu, konuşmanın ise kısa olanı iyidir.” dedi Hacı Murat.

“Tamam, ben de o zaman dilimi tutacağım.” dedi Bata.

“Argun Nehri’nin uçurumun kenarında kıvrıldığı yerde.” dedi Hacı Murat. “Ormanda bir açıklıkta iki tınaz bulunur. Onları biliyor musun?”

“Biliyorum.”

“Orada dört atlım beni bekliyor.” dedi Hacı Murat.

“Anladım.” diye cevapladı Bata, başını sallayarak.

“Han Mahoma’yı sorarsın. Ne yapacağını ve ne söyleyeceğini o biliyor. Onu Rus Komutan Prens Vorontsov’a götürebilir misin?”

“Evet, götürürüm.”

“Sonra da geri getirirsin değil mi?”

“Yapabilirim.”

“O zaman onu oraya götür ve sonra ormana geri dön. Ben de orada olacağım.”

“Emrin başım üstüne.” dedi Bata, ayağa kalkarak ve ellerini kalbinin üzerinde kavuşturarak dışarı çıktı.

***

Hacı Murat, adam evden çıktıktan sonra ev sahibine döndü. “Gehi’ye de bir adam göndermek gerekir.” diye söze başladı ve çerkezkasının üzerindeki sıralı fişekliklerden birine elini soktu ama hemen geri çekti ve iki kadının içeriye girdiğini görünce sustu. Gelen kadınlardan yaşlıca ve zayıf olanı daha önce içeriye minderleri getiren, Sado’nun karısıydı. Diğeri ise oldukça genç bir kızdı, üzerine kırmızı bir şalvar ve yeşil bir beşmet giymiş, gümüş sikkelerden oluşan bir kolye elbisesinin önünü tamamen kaplamıştı ve ince omuz başlarının üzerine sarkan kısa ama kalın sert siyah saç örgüsünün ucunda gümüş birer ruble bağlıydı. Babasının ve erkek kardeşininkiler kadar kapkara iri gözlerinde ve sert olmaya çalışan genç yüzünde güzel bir ışıltı vardı. Konuklara bakmamasına rağmen onların varlıklarının etkisinde olduğu gayet aşikârdı.

Sado’nun karısı, üzerinde çay, tereyağlı kete, peynir, yufkadan yapılma ekmek ve bal bulunan bir sini getirdi. Genç kız ise hemen onun arkasında bir leğen, ibrik ve peşkir taşıyordu.

Bu sırada Sado ve Hacı Murat ise kadınlar kırmızı yumuşak terlikleriyle odanın içerisinde dolaşarak misafirlerin önüne getirdiklerini koyarken sessizce oturuyorlardı. Koyun gibi iri gözleriyle Eldar, heykel gibi hareketsiz oturmuş, bakışlarını bağdaş kurmuş bacaklarına sabitlemişti, odanın içerisinde dolaşan kadınların hareketlerinden huzursuz olmuş gibiydi. Ancak onlar gittikten ve kapının arkasından yumuşak ayak sesleri duyulmaz olduktan sonra rahat bir nefes aldı. Hacı Murat, çerkezkasının fişek torbalarından birinden bir kurşun aldı ve altında bulunan katlanmış bir mektubu çıkardıktan sonra, onu uzatıp şöyle dedi:

“Oğluma teslim edilecek.”

“Cevap nereye gönderilecek?” diye sordu Sado.

“Sana versin, sen de bana iletirsin.”

“Emrin başım üstüne.” dedi Sado ve notu kendi ceketinin fişekliğine koydu. Sonra metal ibriği aldı ve leğeni Hacı Murat’a doğru itti. Hacı Murat beşmetinin kollarını sıvadı, bileklerine kadar bembeyaz kaslı kollarını ve ellerini Sado’nun ibrikten döktüğü berrak soğuk suyun altında yıkadıktan sonra, kendisine uzatılan el dokuması tertemiz havluyla kuruladı. Eldar da aynısını yaptı. Misafirler yemek yerken onların karşısında oturan Sado, ziyaretlerinden dolayı kendilerine birkaç kez teşekkür etti. Kapının yanında oturan çocuk, ışıldayan gözlerini Hacı Murat’ın yüzünden ayırmadan babasının sözlerini onaylarcasına gülümsüyordu.

Yirmi dört saatten fazla bir süredir hiçbir şey yemediği hâlde Hacı Murat sadece biraz ekmek ve peynir yemekle yetindi; sonra hançerinin altından küçük bir bıçak çıkararak bir parça ekmeğe biraz bal sürdü.

“Balımız çok güzeldir.” dedi yaşlı adam, Hacı Murat’ın balı yerken yüzünde beliren hoşnutluk ifadesinden memnun olmuş bir gülümsemeyle. “Bu yıl hem diğer tüm yıllardan daha fazla mahsul elde ettik hem de tadı gayet güzel.”

“Teşekkür ederim.” dedi Hacı Murat ve sofradan geri çekildi.

Aslında Eldar daha yemeğe devam etmek istiyordu ama liderinin hareketlerini takip ederek sofradan geri çekilip Hacı Murat için ibrik ve leğeni getirdi. Sado, evine böyle bir misafir kabul ederek hayatını riske attığını çok iyi biliyordu. Çünkü Şamil ile Hacı Murat’ın aralarında geçen kavganın ardından Şamil, tüm Çeçen halkına Hacı Murat’ı evlerine kabul edenlerin, ona yardım edenlerin ölüm cezasına çarptırılacaklarını duyurmuştu. Avuldakilerin her an evinde Hacı Murat’ın varlığından haberdar olabileceklerini ve teslim etmesini talep edebileceklerini biliyordu. Ama bu Sado’yu hiçbir suretle korkutmuyordu, aksine üstlenmiş olduğu görevini yerine getirdiği için bundan büyük bir mutluluk duyduğu bile söylenebilirdi.

“Sen benim evimdeyken ve başım hâlâ omuzlarımın üzerindeyken sana kimse zarar veremez.” diye büyük bir keyifle Hacı Murat’a düşüncelerini ifade ediyordu.

Hacı Murat onun parıldayan gözlerine baktı ve bunun doğru olduğunu anladı, ciddi bir tavırla şöyle dedi:

“Mutlu ve uzun bir ömrün olsun!”

Sado, bu nazik sözler için teşekkürlerini ifade edercesine, sessizce elini kalbinin üzerine koydu.

Sado, avula bakan pencerelerin tahta kepenklerini kapatıp ocağa kuru çalıları yığdıktan sonra, son derece neşeli ve heyecanlı bir ruh hâli içinde odadan çıktı ve tüm ailesinin yaşadığı diğer bölüme geçti. Kadınlar henüz uyumamış ve geceyi misafir odalarında geçirecek olan tehlikeli ziyaretçilerden bahsediyorlardı.

II

Hacı Murat’ın geceyi geçirdiği kerpiç evden yaklaşık on mil uzakta bulunan Vozdvijenskaya’daki kalede, üç asker ile bir astsubay bulundukları yerden ayrılarak Şahgirin Kapısı’ndan çıktı. O günlerdeki Kafkas askerleri gibi görünen askerlerin üzerinde koyun postundan paltoları, başlarında kalpakları vardı; dizlerinin üzerine kadar uzanan çizmeler giyerler ve kaputlarını sımsıkı sarıp omuzlarına bağlayarak taşırlardı.

Tüfeklerini omuzlarında taşıyan askerler, önce yol boyunca yaklaşık beş yüz adım ilerlediler, sonra yoldan saparak, kuru yaprakları hışırdatarak yirmi adım kadar sağa gittiler ve gövdesi karanlıkta dahi seçilen kırılmış bir çınarın yanında durdular. Çünkü gizli devriyeler, pusu kurmak için genellikle bu çınar ağacının dibine konuşlanırlardı.

Askerler ormanda yürürken ağaçların tepelerinde koşuyormuş gibi görünen parlak yıldızlar, onlar mola verdiklerinde ağaçların çıplak dalları arasında parıldayarak hareketsiz kalmışlardı.

Astsubay Panov, uzun silahını ve süngüsünü omuzundan bir çınlamayla indirip çınar ağacına dayayarak, “Çok şükür her yer kuru.” dedi.

Üç asker de onun gibi yaptı.

“Tamam, işte şimdi kaybettim!” diye öfkeyle mırıldandı Panov. “Ya yanıma almadım ya da yolda düşürmüş olmalıyım.”

“Ne arıyorsun?” diye sordu askerlerden biri canlı, neşeli bir sesle.

“Pipomu. Hangi şeytan alıp götürdü acaba?”

“Çubuğun yanında mı?” diye sordu neşeli ses.

“İşte burada.”

“Öyleyse neden doğrudan toprağa saplamıyorsun?”

“İşe yarar mı ki?”

“Bunu bir dakika içinde hallederiz.” dedi asker. Aslında pusuda sigara içmek yasaktı ama onlar burada sadece öncülük yapıyorlardı. Daha çok, dağcıların fark edilmeden bir top getirmelerini ve eskiden olduğu gibi kaleye ateş etmelerini önlemek için öncü kuvvet görevini üstlenmişlerdi. Panov, tütün içmenin zevkinden vazgeçmeyi gereksiz görüyordu, bu nedenle neşeli askerin teklifini kabul etti. O da cebinden bir bıçak çıkardı ve yerde küçük yuvarlak bir çukur açtı. Açtığı bu küçük çukuru düzleştirdikten sonra çubuğun sapını ona göre ayarladı, ardından deliği tütünle doldurup bastırdı ve işte pipo hazırdı. Bir kükürt kibriti parladı ve bir an için karnının üzerine yatan askerin geniş yüzünü aydınlattı, çubuğun içinden fısıltılı bir ses yükseldi ve Panov yanmaya başlayan tütünün hoş kokusunu aldı.

“Başardın mı?” diye sordu ayağa kalkarak.

“Elbette!”

“Ne akıllı bir adamsın Avdeyev! Bir yargıç kadar bilge! Dur şimdi tadına bir bakayım, delikanlı.” Avdeyev ağzından dumanlar savurarak, Panov’a yer açmak için yan döndü. Panov yüzüstü yattı ve ağızlığı koluyla sildikten sonra pipodan çekmeye başladı.

Tütünü içtikten sonra askerler kendi aralarında konuşmaya başladılar. İçlerinden biri tembelce, “Komutanın yine sandığa el attığını duydunuz mu?” dedi. “Hem de içindekilerin hepsini kumarda kaybetmiş.”

Panov, “Geri ödeyecektir.” dedi.

“Elbette yapacaktır! O iyi bir subaydır.” diye onayladı Avdeyev.

“İyi! Ya da kötü!” dedi konuşmayı başlatan adam, kasvetli bir şekilde. “Bence bölük onunla konuşmalı. Parayı aldıysa bize ne kadarını ve ne zaman geri ödeyeceğini söylemeli.”

Panov çubuktan ayrılarak, “Bölük ne karar verirse ona göre olacak.” dedi.

“Tabii ki.” dedi Avdeyev. Bir atasözünden alıntı yaparak, “Cemaat güçlü bir olgudur.” diye tasdik etti.

“Arpa alınması lazım, bahara doğru atılacak çizmeler olur. Para lazım olacak, o parayı cebe indirdiyse biz ne yapacağız?” diye ısrar etti, memnun olmayan.

Panov, “Size bölüğün istediği gibi olacağını söylüyorum.” diye tekrarladı. “Bu ilk değil, alır ve aldığı gibi de geri koyar.”

O günlerde Kafkasya’da her bölük, kıtalarının yönetimi için kendi seçtikleri bir adamı başlarına atardı; bu kişi hazineden kişi başına ayda altı ruble elli kapik alırdı ve bölüğün ihtiyaçları bu paradan karşılanırdı. Bölükler kendi kendilerine bakmayı bilirlerdi, lahana fideleri diker ve çeşitli sebzeler eker, ot biçerdi; kendi arabaları olurdu ve iyi beslenmiş yağız atlarıyla gurur duyarlardı. Bölüğün parası, anahtarının komutanda olduğu bir sandıkta tutulur ve komutanlar sık sık bu kasadan para alırlardı. Aslında bu kez de aynısı olmuştu, askerlerin konuştuğu husus buydu. Karamsar asker Nikitin, komutandan hesap sorulması hususunda ısrarcı davranırken Panov ve Avdeyev bunun gereksiz olduğunu düşünüyordu.

Panov’dan sonra Nikitin çubuğu çekmeye başladı ve ardından kaputunu yere yayarak çınar ağacının gövdesine yaslanıp yere oturdu. Askerler bir anda susmuştu. Başlarının çok üzerinde bulunan ağaç yaprakları rüzgârda hışırdıyordu ve aniden, bu aralıksız alçak hışırtının üzerinde çakalların uluması, sızlanması, tiz çığlıkları ve kahkahaları yükselmeye başladı.

“Şu lanet olası yaratıkların sesini dinleyin, nasıl da yırtıyorlar kendilerini!” dedi Avdeyev.

Ukraynalı üçüncü askerin yüksek sesi: “Bence senin yüzün çarpık diye sana gülüyorlar!” dedi.

Dalları sallayan, bazen yıldızları ortaya çıkaran bazen de gizleyen rüzgâr dışında her şey yine sessizdi.

Aniden neşeli Avdeyev, Panov’a doğru dönerek, “Hiç sıkıldığın oluyor mu Antoniç?” diye sordu.

“Neden sıkılayım ki?” diye cevapladı Panov, isteksizce.

“Şey, öyle işte… Bazen canım o kadar sıkılıyor ki bir türlü ne yapacağımı bilemiyorum.”

“Bak sen şu işe!” oldu Panov’un cevabı sadece.

“Bir zamanlar, elimde avucumdaki tüm parayı sadece sıkıntıdan içkiye verirdim. Nasıl canım sıkılırdı anlatamam sana… Kendi kendime ‘Leş gibi sarhoş olana kadar iç bakalım.’ derdim…”

“Ama bazen içki içmek durumu daha da kötüleştirir.”

“Evet, bana da öyle oldu zaten. Ama öylesine çaresizdim ki ne yapacağımı bilemiyordum!”

“Peki, bu kadar sıkılmana sebep olan şey neydi?”

“Benim mi? Ne olacak, evimi özledim.”

“Zengin misiniz ki?”

“Hayır, zengin değiliz ama hiçbir eksiğimiz de olmazdı, kendi yağımızda kavrulurduk.”

Ve böylece Avdeyev, Panov’a defalarca anlattıklarını yeniden bir kez daha anlatmaya başladı.

“Biliyorsun, ben ağabeyimin yerine gönüllü olarak askere gittim.” diyordu. “Çocukları vardı. Beş kişilik bir aileydiler ve ben daha yeni evlenmiştim. Annem gitmem için yalvarmaya başladı. Bu yüzden, ‘Gideyim o zaman, ne yapalım, belki kıymetim bilinir.’ diye düşündüm. Bu yüzden efendimize gittim… O iyi bir efendidir ve bana ‘Sen iyi bir adamsın, git!’ dedi, böylece ben de ağabeyimin yerine asker oldum.”

“Eh, sen doğru olanı yapmışsın.” dedi Panov.

“Ama sana bir şey diyeyim mi Panov, şimdi de canım çok sıkılıyor. ‘Neden kardeşinin yerine sen gittin?’ diyorum kendi kendime. ‘Sen burada acı çekmek zorundayken o şimdi orada bir kral gibi yaşıyor ve bunu düşündükçe kendimi daha da kötü hissediyorum. Sadece kendimi çok bedbaht hissediyorum ve içim büsbütün kararıyor!”

Avdeyev sustu.

“Belki bir tütün daha tellendirsek iyi olur.” dedi bir duraklamadan sonra.

“Olur, hazırla o zaman!”

Ancak askerlerin bir tütün keyfi daha yapmaları nasip olmadı. Avdeyev, ağaçların hışırtısının üzerinde yol boyunca gelen ayak sesleri duyduklarında çubuğu yerine sabitlemekle meşguldü, hızla ayağa kalktı. Panov tüfeğini aldı ve Nikitin’i ayağıyla dürttü. Nikitin ayağa kalktı ve kaputunu yerden kaldırdı. Üçüncü asker Bondarenko da onlar gibi ayağa kalktı ve: “Arkadaşlar bir rüya gördüm, bakın…”

“Şşt!” dedi Avdeyev ve askerler nefeslerini tutarak etrafı dinlemeye başladılar. Yaklaşan yumuşak tabanlı çizmeli adamların ayak sesleri duyuldu. Düşen yapraklar ve kuru dalların hışırtıları karanlığın içinden gitgide daha net duyulabiliyordu. Ardından Çeçenlere özgü genizden gelen bir konuşma işitildi. Askerler artık sadece yaklaşan adamları duymakla kalmıyor, ağaçların arasındaki açık bir boşluktan geçen iki gölgeyi de görebiliyorlardı; bir gölge diğerinden daha uzun ve iriceydi. Bu gölgeler askerlerle aynı hizaya gelince Panov elinde tüfeği, ardında yoldaşları ile yola çıktı.

“Kim var orada?” diye bağırdı.

“Ben dostum, Çeçen.” dedi daha kısa boylu olanı. Bu, Bata’ydı. “Silah, yok! Kılıç, yok!” dedi kendini göstererek. “Prens’i göreceğim!”

Daha uzun olan, arkadaşının yanında sessizce duruyordu, onda da herhangi bir silah yoktu.

Panov, yoldaşlarına: “Casusum diyor ve Alay Komutanı’mızı görmek istediğini söylüyor.” dedi.

“Prens Vorontsov… Onu görmek istiyorum, bu çok gerekli! Büyük iş için gerekli!” dedi Bata.

“Tamam, tamam! Seni ona götüreceğiz.” dedi Panov.

“Onları sen götürsen iyi olur.” dedi Avdeyev’e. “Sen ve Bondarenko. Onları nöbetçiye teslim ettikten sonra tekrar geri gelin. Aman ha, akıllı olun.” diye ekledi sonra. “Onların önünüze katmaya dikkat edin!”

“Bu ne güne duruyor?” dedi Avdeyev, tüfeğinin süngüsünü birini bıçaklıyormuş gibi hareket ettirerek. “Sadece şişlemem yeterli, sonrasında canı cehenneme!”

“Onu şişlersen ne işimize yarayacak?” dedi Bondarenko.

“Haydi, yürüyün!”

Gözcüleri yöneten iki askerin adımları artık duyulmayınca Panov ve Nikitin görev yerlerine döndüler.

“Şeytanın işi yok, gece yarısı ortaya çıkıyor.” dedi Nikitin.

Panov, “Belli ki öyle olmasına gerek duymuşlar.” dedi. Sonra, “Hava giderek soğuyor.” diye ekledi ve sonra kaputunu üzerine geçirerek sırtını ağaca yaslayıp oturdu.

Yaklaşık iki saat sonra Avdeyev ve Bondarenko geri döndü.

“Tamam, teslim ettiniz mi onları?”

“Evet. Bölükteki askerler de daha uyumamıştı, onları doğrudan komutana götürdüler.

Ayrıca bir şey diyeyim mi, bu kabak kafalılar gerçekten iyi çocuklar!” dedi Avdeyev ve konuşmaya devam etti. “Evet, gerçekten. Onlarla konuşmaya başladım!”

“Hem de ne konuşursun ya!” dedi Nikitin, homurdanarak.

“Gerçekten, doğru söylüyorum; tıpkı Ruslar gibiler. Onlardan biri evliydi. ‘Maruşka6 bar?’ dedim. ‘Bar.’7 dedi. ‘Barançuk8 bar?’ dedim. ‘Bar, çok.’ dedi. ‘Çift mi?’ dedim. ‘Çift.’ dedi. Öyle güzel konuştuk ki. Gerçekten çok iyi adamlar!”

“Çok iyi!” dedi Nikitin. “Sıkıysa onunla tenha bir yerde karşılaş da görelim kaçıp kaçmayacağını!”

“Sanırım çok geçmeden hava aydınlanacak.” dedi Panov.

“Evet, yıldızlar kaybolmaya yüz tuttu.” dedi Avdeyev, oturup rahatladı.

Ve askerler yine sustu.

1.Kafkasya’da Müslüman köyü. (e.n.)
2.Şeyh Şamil (1797-1871): Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi. (e.n.)
3.Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk. (e.n.)
4.Beşmet: Kafkas halklarının, Tatarların giydikleri içi astarlı, dize kadar gelen bir çeşit hırka. (e.n.)
5.Çerkezlerin geleneksel kıyafeti. (e.n.)
6.Kadın, eş. (e.n.)
7.Var. (e.n.)
8.Çocuk. (e.n.)
399 ₽
4,78 zł
7,35 zł
−35%
Ograniczenie wiekowe:
0+
Data wydania na Litres:
11 lipca 2023
ISBN:
978-625-6486-53-9
Wydawca:
Właściciel praw:
Elips Kitap

Z tą książką czytają