Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Eskimo masalları»

Czcionka:

Giriş

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları, Norveç Masalları, Kore Masalları ve Çingene Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Eskimo Masalları var.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Dünyayı Dolaşmak İçin Yola Koyulan İki Arkadaş

Zamanın birinde, dünyayı dolaşmaya hevesli iki adam yaşardı. Bu yolculuğa çıkmak istemelerinin asıl sebebi, yaşadıkları maceraları başkalarına anlatmaktı.

O zamanlar dünyada çok insan vardı, bütün diyarlar kalabalıktı. Oysa bugün gitgide azalıyoruz. Kötülükler ve hastalıklar musallat oldu insanoğluna. Görüyorsunuz ya, bu masalı anlatan bendeniz dahi iki ayağımın üzerinde zor duruyor, güçlükle nefes alıyorum.

Dünyayı dolaşmak üzere yola koyulan bu adamların her ikisi de yeni evlenmişti ve henüz çocukları yoktu. Bir misk sığırının boynuzlarından kendilerine birer bardak hazırladılar. Ardından birbirlerinin tersi yönde yola çıktılar. Çünkü farklı yollardan giderek günün birinde yeniden buluşmayı umuyorlardı. İkisi de kızakla yol alıyor ve her yaz farklı bir yerde konaklıyorlardı.

Dünyayı dolaşmaları uzun zaman aldı. Bu süre içinde çocuk sahibi oldular, yaşlandılar. Derken, çocukları da yaşlandı. Sonunda yürüyecek halleri kalmamıştı ama çocuklarının yardımıyla ilerlediler.

Nihayet günün birinde iki adam yeniden buluştu. Yol boyunca defalarca doldurup su içtikleri için sığır boynuzundan yapılmış bardaklarından geriye yalnız kulpları kalmıştı.

“Dünya hakikaten büyük,” dediler bir araya geldiklerinde.

Yolculuğun başında çok gençlerdi. Oysa şimdi çocukları sayesinde yola devam edebilen ihtiyar adamlar olmuşlardı.

Gerçekten de dünya büyük.

Çok Ama Çok Uzun Zaman Önce İnsanların Dünyaya Gelişi

Atalarımız, dünyanın ve insanların ortaya nasıl çıktığını şöyle anlatıyor: Çok ama çok uzun zaman önceydi. O zamanki insanlar, sözlerini şimdiki gibi siyah işaretler halinde saklamayı bilmiyorlardı. Tek yapabildikleri masal anlatmaktı. Birçok şeyden bahsetmişlerdi. Bu sayede çocukluğumuzdan beri dinlediğimiz bu şeyler hakkında bilgi sahibiyiz. İhtiyar kadınlar, nefeslerini boşa harcamazlar ve bizler de onların sözüne inanırız. Yaşlılar yalan söylemez.

Evvel zaman içinde dünya aşağı düşüverdi. Yeryüzü, dağlar, tepeler, taşlar, hepsi göklerden aşağı düştü ve böylelikle bugün yaşadığımız dünya ortaya çıkmış oldu.

Dünya hazır olunca, insanlar çıkageldiler.

Derler ki insanlar topraktan gelmiştir. Atalarımızın anlattığına göre küçük çocuklar topraktan gelmişti. Birden çalılıkların arasında belirmişlerdi, her tarafları yapraklarla kaplıydı. Çalıların arasında yatmış havayı tekmeliyorlardı çünkü henüz emeklemeyi bile bilmiyorlardı.

Sonra bir erkekle kadından bahsedilir ama onlara ne olmuş bilinmez. Ne zaman büyüdüler de birbirlerini buldular? Hiç bilmiyorum. Yalnız, kadın dikiş dikip çocuk giysileri hazırlardı. Bir gün etrafı dolaşmaya çıktı. Sonra küçük çocukları buldu, onları giydirip evine getirdi.

Böylece sayıları arttı.

Artık kalabalık olduklarından, bir de köpekleri olsun istediler. Bu yüzden adamın biri eline bir tasma alıp dışarı çıktı, sonra “Hok, hok, hok!” diye bağırarak yere vurmaya başladı. Ardından bir sürü köpek koşturarak geldi tepelerden. Tüyleri kumla dolu olduğundan uzunca bir süre silkindiler. Böylece insanoğlu, köpeklerle tanıştı.

Daha fazla çocuk doğuyor ve yeryüzü daha da kalabalıklaşıyordu. Uzun zaman önce yaşanmış o günlerde ölüm nedir bilinmiyordu. İnsanlar yaşlandılar. Artık ayakları tutmaz, gözleri görmez olmuştu.

Güneşi de bilmiyorlar, karanlıkta yaşıyorlardı. Hiç gün doğmuyordu. Yalnızca evlerinin içinde ışık vardı. Lambalarında su yanıyordu zira o zamanlar su, ateş alabilen bir şeydi.

Ama bu insanlar ölmeyi bilmediklerinden sayıları gittikçe artmış, dünya iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Sonra bir gün deniz taştı. Pek çok insan suda boğulup ölünce sayıları azaldı. Midye kabuklarının bulunduğu yüksek tepelerde o büyük tufanın izlerini hâlâ görebiliriz.

İnsanların sayısı azalmaya başlayınca, iki ihtiyar kadın arasında şöyle bir konuşma geçti:

“Eğer ölümden uzak olacaksak, varsın gün ışığı görmeyelim, ne çıkar?”

“Hayır,” dedi diğeri. “Hem gün ışığı hem de ölüm olsun.”

Her şey, bu sözleri söyleyen yaşlı kadının istediği gibi oldu.

Işık geldi, ardından da ölüm.

Rivayet odur ki ilk insan ölünce ötekiler, ölünün üzerini taşlarla örtmüşler.

Fakat nasıl öleceğini bilmeyen ceset hareketlenmiş. Başını dışarı çıkarıp ayağa kalkmaya çalışmış. Ancak yaşlı kadın onu geri itip demiş ki:

“Taşıyacak çok eşyamız var. Kızaklarımız ise çok küçük.”

Zira o sırada ava çıkmak üzereymişler. Bu cevabı alan ölü adamın taş yığınına geri dönmekten başka çaresi kalmamış.

İnsanoğlu güneş ışığına kavuşunca avlanma imkânını da elde etmiş. Böylece toprak yemekten kurtulmuşlar.

Ölümle beraber güneş, ay ve yıldızlar da gelmişti. Çünkü ölen insanlar gökyüzüne gidip parlak birer yıldız olurlar.

Tupilak’tan1 Kaçan Nukúnguasik

Nukúnguasik’in bir arazisi vardı. Bu yerde onun dışında üç birader yaşamaktaydı. Bu biraderler bir şey avladıklarında ona da bir parça et verirlerdi. Nukúnguasik bekâr bir adamdı.

Günlerden bir gün kayığına atlayıp kuzeye doğru kürek çekti. Daha önce hiç gitmediği ama hep görmek istediği büyük bir adaya doğru ilerlemek geldi aklına. Adaya vardı, karaya inip etrafa baktı. Burası çok güzel bir yerdi.

Az sonra biraderlerin ortancasına rastladı. Bir oyukta oturmuş bir şeyler fısıldayıp duruyordu. Bunun üzerine sessizce ona doğru yürüdü. İyice yaklaşınca şu kelimeleri fısıldadığını işitti:

“Nukúnguasik’i ısırıp öldüreceksin; Nukúnguasik’i ısırıp öldüreceksin.”

Tupilak yapımı. Farklı hayvanların kemikleri kullanılmış. Canavar canlanmak üzere.


O anda anladı ki bu adam bir Tupilak yapmakta ve ona görevini söylemekteydi. Nukúnguasik hiç beklemediği bir anda adama bir tokat indirdi: “İyi de neredeymiş bu Nukúnguasik?”

Bunun üzerine adam korkusundan yere yığılıp öldü.

Ardından Nukúnguasik, Tupilak’ın adamın bedenini koklamakta olduğunu gördü. Tupilak artık canlanmıştı, şöyle bir havayı kokladı. Ne var ki Nukúnguasik, Tupilak’tan korktuğu için hiçbir şey yapmadan oradan uzaklaştı.

Evine doğru kürek çekmeye başladı. Biraderler ise ortancanın gelmesini beklemekteydi boş yere. Nihayet gün ışımaya başladı ama ortanca birader hâlâ ortalıkta yoktu. Güneş doğdu ama kardeşleri yine gelmedi. Biraderlerini aramaya gitmek için hazırlık yaptıkları sırada en büyük birader, Nukúnguasik’e şöyle dedi:

“Nukúnguasik, bizimle gel. Biraderimizi bulmamız gerek”

Böylelikle Nukúnguasik de onlarla gitti ama aradıklarını bulamadılar. Bunun üzerine Nukúnguasik dedi ki:

“Kimselerin gitmediği şu adaya gidip arasak iyi olmaz mı?”

Adaya daha önce gitmiş olduğu için devam etti:

“Oraya gidip güney tarafına bakabilirsiniz.”

Nukúnguasik, adaya varan biraderlerin bağırdıklarını işitti. En büyükleri şöyle diyordu:

“Ah, seni sefil! Ne diye böyle bir işe giriştin?”

Ölü biraderleri için ağlayıp sızladıkları işitiliyordu.

Şimdi Nukúnguasik de yanlarına gitmişti. O sırada hâlâ hayatta olan Tupilak yere yatmış, ölü adamın bedenini kemirmekteydi. Sonra biraderler, Tupilak’tan kurtulup ölü adamın cesedini oraya gömdüler, üzerine taş yığdılar. Sonra eve döndüler.

Nukúnguasik, o bölgenin en yaşlısı olana dek yaşadı ve yıllar sonra öldü.

Masalı burada bitiriyorum: Daha fazlasından haberim yok.

Qujâvârssuk

Bir zamanlar, güçlü bir adamın Ikerssuaq’ta toprağı vardı. Çevrede bu güçlü adamdan başka sadece bir kişi daha yaşamaktaydı: Şeytan balığı yiyerek hayatını sürdüren ihtiyar bir adam. Yaşlı adamda daima bol bol et bulunurdu. Güçlü adam ihtiyacından fazla balık yakaladığında bunları yaşlı adama verir, karşılığında da et alırdı.

Derler ki çıktığı avlardan asla eli boş dönmeyen o güçlü adam, zamanla sessizleşip tek kelime etmez hale geldi. Şüphesiz bunun nedeni, hiç çocuğunun olmamasıydı.

Yaşlı adam aslında bir büyücüydü. Günün birinde güçlü adam yanına gelip dedi ki:

“Yarın karım sahile inip senin balık tuttuğun tarafa gelince yanına git. Bunun karşılığında her günkü avımdan sana pay vereceğim.”

Güçlü adam, karısının dünyaya bir çocuk getirmesini çok istiyor ama bir türlü bu arzusuna kavuşamıyordu. İşte bu yüzden yaşlı adamdan yardım istemişti.

Yaşlı adam, kendisine söylenen bu sözleri unutmamıştı.

Öte yandan güçlü adam, karısına şöyle demişti:

“Yarın, ihtiyar adam balık tutmaya çıktığında güzelce giyinip sahile in, onun yakınına git.”

Kadın, kocasının dediğini yaptı. Sabah olduğunda, ihtiyar adamın dışarı çıkmasını bekledi. Adam yola çıkınca kadın da en güzel kıyafetlerini giyip sahile kadar peşinden gitti. Yanına yaklaştığında ihtiyar adam her zamanki gibi balık tutmaktaydı. Bunun üzerine kadın orada hevesle beklemeye koyulup gözlerini adama dikti. Adam ise bir kadına, bir denize bakıyordu. Bu, bir süre böylece devam etti. Kadın boş yere oracıkta dikilip adama baktı durdu. İhtiyar, bir türlü kadının yanına gelmiyordu. Kadın sonunda vazgeçip eve döndü. Eve girer girmez kocası kayığına atlayıp ihtiyar adamın yanına gitti ve sordu:

“Bugün karımın yanına gittin mi?”

Yaşlı adam cevap verdi:

“Hayır.”

Güçlü adam bir kez daha isteğini tekrarladı:

“O halde yarın mutlaka karımın yanına git.”

İhtiyar adam evine döndüğünde güçlü adamın sözleri hâlâ aklındaydı. Akşam olunca güçlü adam karısına da aynı şeyi söyleyip ihtiyarın yanına gitmesi gerektiğini tekrarladı.

Uyuyup uyandılar. Güçlü adam âdeti olduğu üzere ava çıktı. Karısı ise yaşlı adamın dışarı çıkmasını bekledi. İhiyar gözükür gözükmez en güzel giysilerini giyip peşinden gitti. Kadın sahile yaklaştığında adam her gün olduğu gibi kayığında oturmuş balık tutmaktaydı. İhtiyar adam, başını çevirip kadına bakınca önceki günden çok daha güzel giyinmiş olduğunu gördü. Kadına karşı büyük bir arzu duydu. Sonra yanına doğru kürek çekmeye karar verdi. Karaya varınca kayığından indi ve bu defa kadının yanına gitti.

Sonra yeniden kayığına binip kürek çekmeye başladı. Ne var ki o gün hiç balık tutamadı.

Aynı gün, güçlü adam kayığıyla yaşlı adamın yanına gelip sordu:

“Yine sözünü tutmayıp karımın yanına gitmedin mi yoksa?”

Bu sözleri işiten ihtiyar adam başını çevirip şöyle dedi:

“Bugün karının yanındaydım.”

Güçlü adam bunu duyunca yakaladığı foklardan birini getirip yaşlı adama verdi:

“Al bunu, senindir.”

İşte o zamandan sonra güçlü adam, ihtiyara hep bu şekilde avından pay verdi. İhtiyar, o gün adamın verdiği koca fok balığını sürükleyerek eve geldi.

Diğer yandan, güçlü adam da evine dönmüştü. Karısına dedi ki:

“Yarın kayığımla yola çıkacağım ama fok balığı avlamak için değil. Bu yüzden güneş batarken yolumu dikkatlice gözle.”

Ertesi gün kayığına binip gitti. Güneş batıya çekilince karısı sık sık dışarı çıkıp baktı. Sonunda kocasının geldiğini gördü. Güçlü adam hızla karaya yaklaşıyordu.

Karısı, adamın karaya çıkacağı yere gidip sırtını denize vererek oturmuştu. Adam av sırasında giydiği kürkünü kayığın askısından çıkarıp elini kayığın arkasına koydu. Buradan çıkardığı deniz yılanıyla karısının sırtına vurdu. Kadının canı çok yanmıştı, üstelik üşümeye de başlamıştı. Bu yüzden ayağa kalkıp eve döndü. Akşam kocası tek kelime etmedi. Uyuyup uyandılar. Sonra ihtiyar adam yanlarına geldi. Adama dedi ki:

“Geriye sadece iskeleti kalmış bir karabatak leşi bulman gerek, çünkü karın gebedir.”

Güçlü adam, kuşu bulmak için hevesle dışarı çıktı.

Âdeti olduğu üzere güneye doğru kürek çekerken küçük kuş kayalıklarını aramaya koyuldu. Kayalıklardan birinin dibinde görmeyi istediği o manzarayla karşılaştı: Sadece iskeleti kalmış bir karabatak ölüsü. Açık şekilde görülüyordu. Fakat ne yukarıdan ne aşağıdan ne de yan taraflardan buraya erişmek mümkün değildi. Yine de adam denemekte kararlıydı. Av ipini kayığının çapraz kayışlarına sıkıca bağlayıp elini kayalığın biraz yukarısındaki küçük yarığa soktu. Sonra elleriyle tutunarak oraya tırmanmaya çalıştı. Sonunda iskeleti almıştı. Aynı yoldan geri dönüp kayığına bindi ve kuzeye doğru kürek çekerek evine döndü. Daha karaya yeni varmıştı ki ihtiyar adam yanına gelip iskeleti kayıktan aldı. Şaşkınlık içindeki yaşlı adam iskeleti alıp sakladı. Sonra şöyle dedi:

“Şimdi de hiç gün yüzü görmemiş yumuşak bir taş bulmalısın. Lamba yapılacak türden bir taş.”

Güçlü adam, böyle bir taş aramak için yola çıktı.

Arayışı devam ederken hiç güneş görmeyen bir kayalığa geldi. Burada aradığı türden, lamba yapmaya uygun, güzel bir taş buldu ve evine getirdi. Yaşlı adam taşı alıp sakladı.

Birkaç gün geçtikten sonra güçlü adamın karısının doğum sancısı başladı. İhtiyar adam, bu defa yanında kendi karısıyla güçlü adamın evine gitti. Güçlü adamın karısı bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine adam, ihtiyara şöyle dedi:

“Bu senin çocuğundur. Ona ölmüş birinin adını ver.”

“Kuzeyde, Amerdloq’ta açlıktan ölmüş o kişinin adını alsın.”

Yaşlı adam sözlerine devam etti:

“Adı Qujâvârssuk olsun2!”

Böylece ihtiyar adam, bebeğin adını koymuş oldu.

Qujâvârssuk büyüyüp yetişince, güçlü adam ihtiyara dedi ki:

“Ona bir kayık yap.”

Yaşlı adam, hemen işe koyulup bir kayık yaptı. Çocuğu bindirdikten sonra kayığı denemek için suya indirdi ama tamamen elinden bırakmadı. Bu esnada küçük bir fok balığı çıktı sudan, ardından başka fok balıkları da geldi. Fok balıklarının etrafında toplanması, Qujâvârssuk’un güçlü bir adam, gerçek bir şef olacağına işaretti. Onu sudan çıkarınca, balıklar hemen dağılıverdi.

Sonra yaşlı adam, av eşyaları yapmaya başladı. Av için gerekli ne varsa hepsini tamamladı. Delikanlının artık ava çıkacak yaşa geldiğini düşünüyordu. Bu yüzden güçlü adama şöyle dedi:

“Haydi, delikanlıyla birlikte kürek çek. Artık fok balığı avlamayı öğrenmeli.”

Bunun üzerine güçlü adam, oğlunu yanına alarak kürek çekmeye başladı. Suyun dibini göremeyecek kadar ilerlediklerinde dedi ki:

“Zıpkının ucunu ipiyle beraber tutup sapına tak.”

Avlanmak için her şey hazırdı. Biraz daha ilerleyince bir siyah fok balığı sürüsüyle karşılaştılar.

Güçlü adam, delikanlıya dedi ki:

“Şimdi balıklara doğru kürek çek.”

Bunun üzerine delikanlı doğruca balıkların yanına gitti. Zıpkınını kaldırıp attı. Her gün aynı şeyi tekrarladı. Bu sayede ava her çıkışında bir fok yakaladı.

Güneyde kışı geçirmekte olan insanlar kıtlık yaşıyordu. İşte bu zor dönemde avdan eli boş dönmeyen güçlü Qujâvârssuk’un ününü işitmişlerdi. Sonra delikanlının karaya çıktığı yere gittiler. Bu gelenlerin arasında Tugto adlı bir adamla karısı da vardı. Karı koca aslında kuvvetli iki büyücüydü. Kadın ve kocası orada bir sebepten kavga etti. Kadın tek başına tepelerde yaşamak için kaçıp gitti. Adam, karısını bir türlü geri getiremiyordu zira onun kadar iyi bir büyücü değildi. Ziyarete gelen diğer herkes gittiği halde büyücü adam mecburen orada kalmıştı.

Günün birinde Ikerssuaq’ta fok avlarken, ağzında kır-mızı bir balıkla sudan çıkan siyah bir fok balığı gördü. Fok balığının tekrar suya daldığı yerdeki kayalıklara yöneldi. Ardından kayığından indiğinde, burada gördüğü kuş tüylerini toplayıp tomar halinde bağladı.

Tugto heybetli bir adamdı ama o kadar çok tüy toplamıştı ki bunları sırtında taşımakta zorlanıyordu. Suyun derinliğine bakarak yeteri kadar kanat topladığına karar verdi.

Nihayet buz tabakası iyice sağlamlaşınca balık avlamaya gitmek için eşyalarını hazırladı. Bir sabah uyandıktan sonra dolaşmaya çıktı. Bir göl kenarına vardı. Sonra buz tutmuş göl üzerinde yürüyüp tekrar karaya ulaştı. Böylelikle balık tutacağı yere gelmiş oldu. Hava epey aydınlanınca buza çıkıp büyük bir delik açtı. Tam da yükünü iple bağladığı sırada güneş tepeye çıktı. İyice kendini gösteren güneş, gökyüzü boyunca ilerledi. Bu esnada Tugto, oltasını salmaktaydı. Bağladığı yük suyun dibine ulaştığında gün yarılanmıştı. Sonra ipi biraz çekti ve ucunda bir şey olduğunu fark etti. İyice çekince, bunun bir deniz levreği olduğunu gördü. Levreği öldürdü ama akşama kalmak istemediği için oltasını ikinci bir defa salmadı. Balığın çenesinin altına bir delik açıp ip geçirdi, böylece balığı daha kolay taşıyabilecekti. Balık çok uzundu. Öyle ki taşımak için başına koyduğunda balığın kuyruğu, adamın topuğuna değiyordu.

Bu şekilde yürüyüp karaya geldi. Sabah üzerinde yürüdüğü büyük göle çıktı tekrar. Fakat yolun yarısını gitmişti ki buz çatırdayıp ses çıkarmaya başladı. Sanki ses arkasından geliyor gibiydi.

Oradan kaçmaya çalıştı ama koşarken birden bayılıp düşüverdi. Uzun bir süre öylece yattı. Tekrar uyandığında yerde uzanmış haldeydi. Biraz düşününce hatırladı: “Ah, ben bir şeyden kaçıyordum!” Sonra hemen ayağa kalkıp arkasına döndü ama buzun hiçbir tarafında oyuk göremedi. Yine de eskisinden daha büyük bir büyücüye dönüştüğünü hissedebiliyordu.

İlerlemeye devam etti. Sonra küçük bir tepelikten geçmeye karar verdi. Önündeki yol açılınca burada heybetli bir canavarın bulunduğunu anladı.

İnsanların çok eski zamanlarda gördüğü canavarlardandı bu, her yanı kuş derisiyle kaplıydı. Üstelik öyle büyüktü ki canlı olduğunu gösteren tek bir hareketi dahi fark edilemiyordu. Tugto korkmuştu, canavarı daha fazla görmemek için geri döndü. Sonra oradan ayrılarak başka bir yere geldi. Burada aynı canavardan bir tane daha vardı. Onu göremesin diye hemen kaçmaya başladıysa da böyle bir canavarın derisini parçalara ayırabilen bir büyücünün, yok olma becerisini kazanacağını hatırladı.


Kayığındaki bir adamı korkutup öldüren Tupilak.


Düşünceleri bu amaç üzerinde yoğunlaştı. Sonunda başındaki yükünü atıp canavarla güreşmeye koyuldu. Çok geçmeden canavarın derisini yırtıp parçalamaya başladı. Bu deri üzerindeki et, bir başparmak kadardı. Sonra canavardan uzaklaşıp avlamış olduğu balığı tekrar başına yerleştirdi ve yoluna devam etti. Evine dönerken büyük bir büyücü olduğunu bir kez daha hissetti. O civardaki bütün köylerdeki kapı aralıklarının kapandığını görebiliyordu.

Evine geldiğinde ağzından şu kelimeler döküldü:

“İnsanlar gelip işitsinler.”

Ardından bir sürü insan geldi eve. Tugto, ruhları çağırmaya koyuldu. Ruh çağırma esnasında kendi ruhu yükselip karısının yanına doğru uçtu. Kocasının ruhu tepesinde döndüğü sırada kadın, oturmuş dikiş dikmekteydi. Ardından Tugto çatıdan geçti. Karısı yerden kaçmaya çalıştığında, Tugto da aynısını yaparak karısına yetişti. Bu koşturmacanın ardından kadın, kocasıyla eve dönmeye pek hevesliydi. Tugto karısını eve götürdü. İkisi birlikte uzun bir ömür sürdüler.

Bir kış mevsimi her yer don tutmuştu. Hava buz kesmiş ve deniz de donmuştu. Buz üzerinde küçük bir delikten başka bir şey yoktu. Qujâvârssuk, her gün işte bu deliğe kayığını götürüp balık tutmak zorundaydı. Âdeti olduğu üzere her gün iki fok balığı tutuyordu.

Sonra güney yönünden yoksul insanlar buzu aşıp geldiler; kıtlık zamanlarında bu sık sık olurdu. Qujâvârssuk’un yakaladığı balıklardan istiyorlardı. Bunlar arasında delikanlının akrabası olan ve Qujâvârssuk ile ailesini ziyarete gelen iki ihtiyar adam da vardı. Qujâvârssuk’un annesi misafirlere şöyle demişti:

“İyi ki geldiniz ama ben henüz bir şey hazırlayamadım. Gerçi dünden kalan bir şeyler var. İstediğinizi yiyin, ben de bir şeyler pişireyim.” Bu sözlerin ardından misafirlerinin önüne bir siyah fok balığının böbreğini koydu. Balığın yağı üzerinden damlıyordu. Yaşlı adamlardan biri önündekileri yemeye koyulmuştu bile, eti yağa batırarak iştahla yiyordu. Fakat öteki çok az yedikten sonra durmuştu.

Sonra Qujâvârssuk her zaman olduğu gibi iki fok balığı avlayıp eve döndü ve annesine şöyle dedi:

“Balıkların göğsünü çıkarıp hemen kaynat.”

Göğüs kısmı, balığın en iyi parçasıydı. Kadın hemen eti kaynattı, sonra da tabağa koyup misafirlere getirdi.

“Buyurun, yiyin.”

Biri hemen yemeye başladı ama öteki, balığın omzundan bir parça alıp bekledi. Bunu gören Qujâvârssuk, “Balığı yanlış yerden yemeye başlamamalısın,” dedi. Sonra devam etti:

“Böyle yersen, bir daha fok yakalayamam.”

Fakat bu emir, ihtiyar adamı çok öfkelendirmişti.

Ertesi sabah yine güneye doğru yola çıktıklarında Qujâvârssuk’un annesi yaşlı adamlara taşıyamayacakları kadar çok et verdi. Buzun üzerinden yürüyerek güneydeki evlerine gittiler ama henüz yolun başında durmak zorunda kaldılar. Zira yükleri çok ağırdı. Biraz dinlendikten sonra yola devam ettiler. Köylerine yaklaştıklarında biri diğerine şöyle dedi:

“Senin de aklını kurcalayan bir şeyler yok mu? Ben Qujâvârssuk’a çok kızgınım. Dün, evlerine gittiğimizde bize birazcık böbrek ikram ettiler. Oysa ben böbreği hiç sevmem!”

“Hımm,” dedi diğeri. “Bence çok güzeldi. Tam dişime göre, yumuşacık etti.”

Bu sözler üzerine diğeri tekrar konuştu:

“Öfkem iyice kudurdu. Şu sefil Qujâvârssuk için bir Tupilak yapacağım.”

Fakat diğeri sordu:

“Ne diye böyle bir şey yapacaksın? Baksana, bize öyle çok et hediye ettiler ki yükümüzü başımızda zor taşıyoruz.”

Fakat yaşlı adam ne kadar dil döküp onu ikna etmeye çalışsa da yol arkadaşı kararından dönmeyecekti.

Soğuk şiddetini artırdıkça Qujâvârssuk’un kayığıyla gidip balık tuttuğu o delik iyice küçüldü. Bir gün yine oraya gitmişti. Kayığının ancak sığabileceği kadar bir yer vardı. Sudan bir fok balığı çıkacak olsa, muhakkak kayığa çarpacaktı. Yine de kayığına bindi. Zıpkınını ayarlarken aşağıdan bir siyah fok balığının geldiğini gördü. Ama balık, hem buza hem de kayığa çarpacağını anlayınca yüzeye çıkmadan tekrar aşağı indi. Bunun üzerine Qujâvârssuk karaya çıkıp evine döndü. Avcılıkla uğraştığı bunca zamandan sonra ilk kez eve eli boş dönüyordu.

Eve gelince lambanın arkasındaki yatağına oturdu. Ayaklarını yere sarkıttı. Canı öyle sıkkındı ki yemek bile yemedi. Hava iyice kararınca annesine dedi ki:

“Tugto ve karısına biraz et götür. Sonra sihir yaparak buzu eritmelerini iste.”

Annesi dışarı çıkıp siyah bir fok balığının etini tam ortadan kesti. Balığın yarısını yağıyla beraber Tugto ile karısına götürdü. Kadın evin girişine geldi ancak her yer karla kaplıydı, bir tilki yuvasına benziyordu burası. Önce elindekini eşiğe bıraktı. Tugto ve karısı, ziyaretçiden önce işte bu yarım fok balığı ile yağı görmüştü. Kadın içeri girince dedi ki:

“İkinizden biri, sihirle buzu eritebilir mi diye sormaya geldim.”

Bu sözleri işiten Tugto karısına döndü:

“Bu kıtlık zamanında bize verilen eti geri çevirmek olmaz. Sihir kullanarak buzu eritmelisin.”

Kadın, kocasının dediğini yapmaya koyuldu. Qujâvârssuk’un annesine ise şöyle dedi:

“Gücü yeten herkese buraya gelip dinlemesini söyle!”

Bunun üzerine kadın hevesle evine doğru yola çıktı, herkese gelip sihre şahit olmalarını söyledi. İnsanlar toplanınca Tugto’nun karısı lambayı söndürüp yardımcı ruhları çağırmaya başladı. Sonra birden şöyle dedi:

“Batıda iki alev gözüktü!”

Kadın şimdi geçitte dikiliyordu. Ruhlar kadının yanına geldi. Bunlar bir ayı ile morstu3. Ayı, kadını yatağın altına üfledi ama sonra nefesini içine çekerek onu yatağın altından çıkarıp kapı eşiğine bıraktı. Bu böylece uzun bir süre devam etti. Artık dışarı çıkmaya hazırdı. Dinleyenlere dedi ki:

“Bu gece boyunca kimse esneyip gözünü kırpamaz.” Ardından dışarı çıktı.

Kadın dışarı çıkar çıkmaz ayı onu dişlerinin arasına alıp buzun üzerine fırlattı. Kadın tam buzun üzerine düşmüştü ki mors, uzun azı dişlerini kadına saplayıp onu karşı tarafa fırlattı. Fakat ayı, ardından koşturarak havada uçan kadının altında durdu. Kadın buzun üzerine her düştüğünde mors yine dişlerini kadına batırıyordu. Kadın öyle hızlı bir şekilde ilerliyordu ki sanki en dıştaki adalar birden denizin dibine gitmiş gibiydi. Şimdi neredeyse gözden kaybolmuşlardı. Yeniden karayı görene dek mors ve ayı, kadının peşinden ayrılmamışlardı. Sonra kadın tekrar karaya çıkmayı başardı.

Nihayet kayalıkları görebilmişti. Ama sanki üzerlerini bulutlar sarmıştı. Sonunda rüzgâr azaldı ve buz bir anda kırılmaya başladı. Kadın dört bir yanına bakınca bir buzdağını fark etti. Buraya doğru sürüklendi. Ayağını basar basmaz buzdağı paramparça oldu. Artık kurtulmasının yolu kalmamıştı. Ama tam o anda yanındaki birinin şöyle dediğini işitti:

“Gel, kayığımla götüreyim seni.” Kadın etrafına bakınca daracık bir kayık gördü. Adam ikinci kez konuştu:

“Gel haydi, kayığımla götüreyim seni. Yoksa Qujâvârssuk’un sana verdiği güzel yiyecekleri asla tadamazsın.”

Deniz çok dalgalıydı ama kadın yine de adamın teklifini kabul edecekti. Yükselen bir dalga yardımıyla kayığa atlayıverdi. Fakat kadın binince kayık neredeyse devrilecekti. Sonra kayığın diğer tarafına gitmeye çalıştığında da aynı şey oldu. Adam şöyle dedi:

“Kayığın ortasına geçip düzgünce dur.”

Kadın, kendisine söyleneni yaptı. Adamsa kürek çekmeye çalışıyordu zira denizin coşkun haline rağmen kadını oradan götürmek niyetindeydi. Sonra yavaş yavaş kürek çekmeye başladı. Biraz ilerleyince karayı gördü ama yaklaşınca kıyıya çıkabilecekleri hiçbir yer olmadığını fark etti. Dalgalara kapıldıkları sırada adam, “Kıyıya atlamaya çalış,” dedi.

Bu sözün üzerine kadın hemen kıyıya atladı. Artık karaya çıkmıştı, etrafına bakınca kayığın büyük bir dalgayla beraber gözden kaybolduğunu gördü. Başını çevirip gitti. Yürürken şiddetli bir susuzluk hissetti. Karların içinden suların sızdığı bir yere vardı. Tam yere kapanıp sudan içeceği sırada bir ses şöyle dedi:

“O sudan içme. Eğer içersen, Qujâvârssuk’un verdiği o güzel yiyecekleri tadamazsın.”

Bu sözler üzerine yoluna devam etti. Az sonra bir eve geldi. Evin tepesinde kocaman bir köpek yatıyordu. Yanından geçerken köpek onu ısıracak gibi bakıyordu. Fakat sonunda kadın, hayvanın yanından geçmeyi başardı.

Evin girişinde büyük bir nehir akıyordu. Kadının adım atabileceği tek yer, bıçak sırtı kadar dardı. Giriş ise öyle genişti ki duvarlara tutunamıyordu.

Küçük parmaklarını kanat gibi kullanarak dikkatlice ilerledi. Ancak iç kapıya geldiğinde basamak öyle yüksekti ki çıkması epey zaman aldı. Evin içinde yatağına yüzüstü yatmış yaşlı bir kadın gördü. İçeri girer girmez, yaşlı kadın tarafından hakaretlere uğradı. Bu kötü sözlere cevap vermek istediğinde yaşlı kadın yatağından fırlayıp ona saldırdı. İki kadın şiddetli bir kavgaya tutuştu. Dövüşleri uzun bir süre devam etti. Sonra yaşlı kadın yoruldu. Öyle ki yerinden kalkmaya dermanı kalmamıştı. Tugto’nun karısı, ihtiyar kadının saçlarını açtığını gördü. Çok kirliydi saçları. Bunun üzerine ihtiyar kadını bir güzel temizledi. Ardından saçlarını topuz yaptı. O sıralarda hiç konuşmayan yaşlı kadın birden dedi ki:

“Sen çok tatlı bir kadınsın. Buralara kadar geldin. Bana yardım ettin. Uzun zamandır, hatta Sârdloq’lu Atakana gelip beni yıkadığından beri böyle güzelce temizlenmemiştim. Ama bu iyiliğine karşılık sana verebileceğim hiçbir şeyim yok. Şu lambayı kaldırıver.”

Tugto’nun karısı lambayı kaldırınca kanat çırpışına benzer bir ses duyuldu. Başını çevirip bakınca evin girişinden içeri giren kuşları gördü. Kuşların içeri uçması uzun bir süre aldı. Ama sonra kadın dedi ki:

“Bu kadarı yeter.” Sonra Tugto’nun karısı lambayı yerine koydu. Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle dedi:

“Biraz da diğer tarafa tutsana.”

Kadın lambayı öteki tarafa doğru tuttu. Bu defa, uzun saçlı birkaç adam girişe doğru koşuyordu. Yakından bakınca bunların siyah fok sürüsü olduğunu gördü. Bu şekilde pek çok fok balığı gelince yaşlı kadın yine konuştu:

“Bu kadarı yeter.” Tugto’nun karısı lambayı yine yerine koydu. Bunun üzerine yaşlı kadın ona doğru bakıp dedi ki:

“Evine gidince onlara de ki artık pis testilerini boşaltırken denize bakmasınlar. Çünkü böyle yaptıkları zaman, bütün o sular benim üzerime boşalıyor.”

Kadın nihayet tekrar dışarı çıktığında girişteki kocaman köpek, ona arkadaşça kuyruk sallıyordu.

Tugto’nun karısı eve vardığında gece olmuştu. İçeride kimsenin gözüne uyku girmemişti. Lambayı yaktı, yüzü korkunç sıyrıklarla doluydu. Onlara şöyle dedi:

“Buzun hemen kırılacağını sanmayın. Yaralarım iyileşmeden buz kalkmayacak.”

Uzun bir süre sonra kadının yaraları iyileşmeye başladı. Bazen pencereden alaylı bir ses duyuluyordu:

“Bir gün şu buzlar dağılıp suya akacak değil mi? Öyle olacak demiştin ya hani!”

Ama sonunda kadının yaraları iyileşti. Bir gün güneyden siyah bir bulut yükseldi. Akşam olunca, rüzgârın gürültüsü iyice arttı. Fırtına sabaha kadar devam etti. Etraf aydınlanıp insanlar dışarı çıktığında deniz sakin ve masmaviydi. Suyun üzerinde kuşlar uçuşuyordu ve her yerde siyah foklar vardı. Kayıklar hemen hazırlandı. Herkes kayıklara binmek üzereyken Tugto’nun karısı dedi ki:

“Henüz av zamanı değil. Beş gün geçmeden kimse fok avlayamaz.”

Fakat daha beş gün geçmeden delikanlılardan biri ava çıktı. Çok uğraştı ama hiçbir şey yakalayamadı. Beş gün geçince büyücü kadın dedi ki:

“Artık ava çıkabilirsiniz.”

Artık erkekler avlanmak için denize çıkabilecekti. İyice güçten düşene kadar kürek çektiler. Bu adamların hepsi yakaladıkları her şeyi Tugto’nun evine bırakmak zorunda kalmıştı. İkinci ava kadar kendileri için et ayırmalarına izin yoktu.

1.Tupilak: Bir büyücünün, düşmanlarından intikam almak amacıyla meydana getirdiği canavar.
2.Geleneğe göre, adı verilen kişinin özelliklerinin çocuğa geçtiğine inanılmaktaydı.
3.Morsgillerden, Kuzey Atlantik’te yaşayan, 4 metre uzunluğunda, derisi, dişi ve yağı için avlanan memeli bir hayvan. (ç.n.)
399 ₽
5,53 zł