Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Büyük evin küçük hanımefendisi
Büyük evin küçük hanımefendisi
E-book
8,23 
Szczegóły
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğmuştur. Müzik öğretmeni Flora Wellman ve Astrolog William Chaney çiftinin oğludur. Ancak Chaney oğlunu kabul etmeyince annesinin intihar girişimi ve bunalımı sebebiyle Jack’in bakımı ile Virginia Prentiss ilgilenmiştir. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Jack, erken yaşlardan itibaren pek çok işte çalışmak zorunda kalmıştır.

1893 yılında gazetecilik ödülü kazanmıştır. Ancak 19 yaşındayken liseye başlayabilmiş ve kendisini sınavlara hazırlayarak üniversiteyi kazanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra yoksulluk yüzünden eğitimini yarıda bırakmıştır. Bu süreçte kitaplarla arası hep iyi olmuş, sürekli Marx, Darwin, Spencer, Nietzche okuyarak kendi düşüncesini belirlemeye çalışmıştır. Yazmaya başladıktan sonra, onu üne kavuşturan eseri de Vahşetin Çağrısı olmuştur.

London, eserlerinde hayat mücadelesini duygusal bir bakışla anlatmış ve aynı zamanda çoğunlukla şiddetli bir kapitalizm eleştirisi yapmıştır. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardan olmuştur. Henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da hayata veda etmiş olan Jack London’ın ölümü üzerine üç iddia söz konusu olmuştur: Böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin. Vasiyeti üzerine cesedi yakılmış ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürülmüştür.

Eserleri:

Açlar Ordusu, Âdem’den Önce, Alaska Kid, Alın Teri, Altta Kalanlar, Atalarının Tanrısı, Ateş Yakmak, Ay Vadisi, Beyaz Diş, Beyaz Sessizlik, Buck’ın Maceraları, Büyük Serüven, Can Yoldaşı, Cinayet Şirketi, Dehşet Ülkesi, Demir Ökçe, Demiryolu Serserileri, Deniz Kurdu, Direniş, Doğu Yakası (Uçurum İnsanları), Dönek, Düş Ülkelerine Yolculuk, Güneş Çocuğu, Halk Avcısı, İstiridye Korsanları, Japon Kıyılarında Dehşet, John Barleycorn, Kaptan David Grief, Kıyametten Sonra, Kız Kar ve Kan, Kızıl Veba, Kurt Dölü, Martin Eden, Meksikalı Devrimci, Midas’ın Müritleri, Ormandan Gelen Ses, Seçme Öyküler, Sevgili Jerry, Sevginin Katıksızı, Şampiyon, Tanrılar ve Köpekler, Uçurum İnsanları, Uzak Diyarlarda, Vahşetin Çağrısı, Yanan Gün, Yanan Günışığı, Yıldızlar Korsanı, Yol.

Semra Eşlisoy, İlk ve orta öğrenimini Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamladı. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli kurumlarda İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra yine aynı üniversitenin Yabancı Diller Yüksek Okulu, hazırlık bölümünde okutman olarak görev yaptı ve aynı bölümden emekli oldu. Türkçeye kazandırdığı eserler arasında Kazananlar ve Kaybedenler, 4 Kadın, Sherlock Holmes seri kitapları yer almaktadır. Deniz’in annesidir.

1. BÖLÜM

Gecenin karanlığında uyandı. Açılan gözlerinin hareketleri dışında uyanışı rahattı, doğaldı ve işte o an karanlığın farkına vardı. Etrafındaki dünyayı hissetmesi, el yordamıyla hareket etmesi, dinlemesi ve temas etmesi gereken birçoğu gibi olmayan bu adam, uyandığı andan itibaren zamanı, yeri ve kişiliği ile kendisini özdeşleştirebiliyordu. Uyku saatlerinden sonra hiç çaba harcamadan düzeni bozulmuş günlerinin hikâyesine başladı. Uykuya dalmasından saatler önce mahmur hâlde okumaya başladığı “Road Town” adlı kitabının sayfaları arasına bir kibrit koyup elektrikli okuma lambasını kapatırken kendisini çok geniş arazilere sahip Dick Forrest olarak biliyordu.

Yakında bulunan uyuşuk bir çeşmeden bir çağıltı ve dalgalanma duyuluyordu. Uzaktan ve sadece hassas bir kulağın duyabileceği sesi duyduğunda memnuniyetle gülümsedi.

Belirsiz, alçak haykırışın King Polo’dan geldiğini biliyordu. Şampiyon Short Horn’un boğasıydı, King Polo. Üç kez Grand Şampiyonluğu kazanmış ve Sacramento’da bulunan Kaliforniya Eyalet Panayırı’ndaki bütün boğalardan daha üstün kılınmıştı. O sene King Polo’nun Doğu çiftlik hayvanları çevresinde kazanacağı yeni zaferleri düşündükçe Dick Forrest’ın yüzündeki ifade, kolay kolay silinmedi. Kaliforniya doğma ve büyüme bir boğanın, Lowa’da mısır ile beslenmiş en iyi boğalarla ve çok eski zamanlardan beri var olan Short Horns’tan denizaşırı ithal edilen boğalarla bile yarışabileceğini gösterecekti onlara.

Birkaç saniye sonra gülümsemesi kayboldu, karanlıkta uzanıp sıralı hâldeki düğmelerin ilkine bastı. Bu düğmeler üç sıraydı. Tavanın altına gizlenmiş ışıklandırmanın büyük çanağından saçılan ışık; üç tarafı ince örgülü, bakır perdeli uyku verandasını ortaya çıkarıyordu. Tamamen betondan yapılmış evin dördüncü duvarında ise girişi sağlayan Fransız balkonu bulunuyordu.

Sıradaki ikinci düğmeye bastı; parlak ışık, beton duvarın belirli bir bölgesine odaklanarak sırasıyla bir saat, bir barometre ve hem santigrat hem de fahrenhayt termometrelerini aydınlattı. Kadranın üzerindekilere hemen bir göz attı; saat 04.30, hava basıncı 2980 mb ki yükseklik ve mevsime göre bu son derece normaldi… Ve derece fahrenhayt 36°. Bir düğmeye daha bastığında sıcaklık ve hava ile ilgili ölçüm değerlerinin görüntüleri karanlıkta kayboldu.

Üçüncü bir düğme okuma lambasını açıyordu. Gözlerine parlamadan yukarıdan ve arkadan aydınlatma sağlayan üstteki gizli aydınlatmayı ilk düğme ile söndürdü. Okuma sehpasında bulunan yığın hâlindeki matbaa taslaklarına uzandı ve elinde kurşun kalemi varken, sigarasını yakarak düzeltmelere başladı.

Bu konutun, kendisini çalışmaya adamış birine ait olduğu belliydi. Temel ilkesi üretkenlikti ama rahatlık da önemliydi ve bu refahtan tamamen yoksun olunmamalıydı. Beton duvarla uyum içinde olması için gri renkli emaye ile kaplı demir yatak vardı. Yatağın baş ucunun karşısında, kuyrukları sallanan kurt postlarından oluşan bir örtü bulunuyordu. Üzerinde bir çift terliğin bulunduğu zeminde ise kalın derili bir dağ keçisinin postu serilmişti.

Düzenli bir şekilde yerleştirilmiş kitaplar, magazin dergileri ve karalama defterlerinin yanı sıra büyük okuma sehpasında kibrit, sigara, kül tablası ve bir termos bulunuyordu. Dikte etme amacıyla kullanılan bir fonograf, menteşe ile tutturulmuş bir raf üzerine oturtulmuştu. Duvarda barometre ve termometrelerin altında yuvarlak ahşap çerçevenin içindeki fotoğrafta, gülümseyen bir kız yer alıyordu. Duvarda anahtarlama panelinin üzerinde, sıra sıra dizilmiş düğmeler, açık olan kılıfından dışarı çıkmış bir 44 kalibrelik Colt otomatik tabancanın dipçiği görünüyordu.

Saat tam altıda günün ilk gri ışıkları tel ağdan içeriye süzülmeye başladığında Dick Forest, gözlerini matbaa taslaklarından ayırmadan sağ elini uzatıp ikinci sırada bulunan bir düğmeye bastı. Beş dakika sonra bir Çinli nazikçe içeriye girip uyuma verandasında belirdi. Adamın elinde cilalanmış bakır küçük bir tepsi vardı, üzerinde bir fincan ve tabağı, ufak gümüş bir cezve ve ona uyumlu ufak gümüş bir krema sürahisi bulunuyordu.

“Günaydın Oh My.” diye selamladı Dick Forrest, bunu söylerken hem gözlerinde hem de dudaklarında içten bir gülümseme vardı.

“Günaydın efendim.” diye karşılık verdi Oh My, sonra da okuma sehpasında tepsi için yer açıp kahve ve kremayı bardağa koymakla meşgul oldu.

İşi bittiğinde efendisinin bir eliyle kahvesini yudumladığını, diğeriyle de matbaa taslaklarında fark ettiği bir hatayı düzelttiğini gördü. Efendisinin işine çoktan daldığını anlayınca vereceği başka emirleri beklemeden Oh My, yerden gül rengi, ince, dantelli bir kepi alarak odadan sessizce ayrıldı. Açık olan Fransız pencerelerden bir gölge gibi süzülüp gitti.

Dakikası dakikasına, tam saat 06.30’da daha büyük bir tepsiyle geri döndü. Dick Forrest taslakları kaldırdı, “Kurbağaların Çiftleşme Ticareti” adlı kitaba uzandı, yemeğini yemeye hazırlandı. Kahvaltısı sade ama oldukça zengindi: Biraz daha kahve, yarım greyfurt, bir bardağa konulmuş çok sıcak iki tane az pişmiş yumurta ve azıcık tereyağı ile kendisinin yetiştirdiği ve otlattığını bildiği fazla pişmemiş bir parça domuz eti.

O ana kadar güneş ışığı, pencere telinden içeri doğru süzülerek yatağa uzanıyordu. Telin dış tarafına mevsimine göre erken yumurtlamış ve gecenin soğuğunda uyuşmuş birkaç karasinek yapışmıştı. Forrest, yemeğini yerken otobur sarı ceketlilerin avlarının peşinden gittiklerini izledi. Ayaza karşı arılardan daha dayanıklı ve güçlü olan bu türler çoktan kanadın üzerine yerleşmiş, uyuşmuş sinekleri avlıyorlardı. Nadiren ıskalayan havadaki bu sarı avcılar, uçarken çıkardıkları külhanbeyi gibi vızıltılarla âciz kurbanlarının üzerine atlıyor ve birlikte uzaklara uçuyorlardı. Forrest, kahvesinin son yudumunu içmeden, “Kurbağaların Çiftleşme Ticareti” adlı kitabın arasına kibriti koymadan ve matbaa taslaklarını eline almadan son sinek çoktan uçup gitmişti.

Aradan bir süre geçince tarla kuşunun yumuşak ve akıcı sesiyle günün ilk vokalini yapması, ara vermesine neden oldu. Saate baktı. Yediyi gösteriyordu. Matbaa taslaklarını bir kenara bıraktı. El becerisiyle kolayca ayarladığı telefon santralinden bir dizi sohbete başladı.

“Merhaba Oh Joy.” diyerek ilk konuşmasına başladı. “Bay Thayer uyandı mı? Pekâlâ. Onu rahatsız etme. Yatakta kahvaltı yapacağını sanmıyorum ama yine de öğren… Doğru. Sıcak suyu nasıl çalıştıracağını da göster ona. Belki bilmiyordur… Evet, doğru. Bulabilirsen bir çocuk daha alalım. İyi havalar geldiğinde her zaman kalabalık oluyoruz… Tabii ki. Sağduyunu kullan. Güle güle.”

“Bay Hanley? Evet…” diğer düğmeye basarak ikinci konuşmasına başlamıştı. “Buckeye’deki baraj hakkında düşünüyordum. Çakıl nakliyesi ve kaya kırma işlemleri için sayısal veriler istiyorum… Evet, doğru. Öyle sanıyorum ki çakıl nakliye ücreti bir yardada1 altı ve on sent arasında değişecek yani kaya kırma işleminden daha fazla. Tepedeki o son taş döşeme yeri bizim takımdakileri oldukça yoracaktır. Sayısal olarak çözün… Hayır, iki haftadan önce başlayamayız… Evet, tabii, eğer gönderirlerse yeni traktörler atları çift sürmekten kurtaracaktır. Ama kontrol için tekrar geri göndermek zorundayız… Hayır, o konuda Bay Everan ile görüşmelisiniz. Hoşça kalın.”

 

Ve üçüncü telefon görüşmesi:

“Bay Dawson? Ha! Ha! Şu anda verandamda otuz altı tane var. Düzlükler ayazdan bembeyaz olmuştur. Ama büyük ihtimalle bu sene bir daha olmaz… Evet, traktörleri iki gün önce teslim edeceklerine yemin etmişlerdi… Merkez acentesini arayın… Bu arada Hanley’e benim adıma baskı yapın. Sinek tuzakları için ikinci bir tesisatın yerleştirilmesi ve “fare tuzaklarını” başlatmasını söylemeyi unutmuştum da… Evet, süratle ulaşın. Bu sabah tel kapıma iki düzine kadarı tünemişti… Evet… Hoşça kalın.”

O anda Forrest, pijamaları içinde sessizce yataktan kalktı, terliklerini ayaklarına geçirdi, Fransız pencerelerinden geçerek Oh My’ın çoktan hazırladığı banyosuna girdi. On iki dakika sonra tıraşını da olmuş yatağına geçmişti. Kurbağa kitabını okurken dakikasına kadar sadık olan Oh My, bacaklarına masaj yapıyordu.

Seksen bir kilo ağırlığında, bir metre seksen santim boyunda yapılı vücuda sahip bir adamın biçimli bacaklarıydı bunlar. Dahası bu adamın hikâyesini anlatıyorlardı. Sol kalçasındaki yirmi beş santim uzunluğundaki bir yara izi, görüntüyü bozuyordu. Sol ayak bileğinde ayağının üst kısmından topuğuna kadar yarım dolar büyüklüğünde en az yarım düzine dağınık hâlde yara izi bulunuyordu. Oh My, sol dizini bir tık daha sert dürttükçe ve çekiştirdikçe Forrest, hafifçe kıpırdanıyor ve kendini suçlu hissediyordu. Aynı zamanda sol baldırın ön kısmı birkaç derin yara izi ile renklendirilmişken dizinin hemen altındaki büyük yara da kemikte oyuk yapmıştı. Diz ve kasığının orta yerinde garip bir şekilde, benek benek olmuş ufak dikiş izleriyle dolu eski ve derin bir yara izi daha vardı.

Dışarıdan ansızın neşeli bir kişneme sesi duyulduğunda ve Oh My efendisini giydirmeyi sürdürürken -ki buna çorapları ve ayakkabıları dâhildi- efendisi yan tarafa kıvrılarak kişnemenin geldiği yöne doğru gözlerini dikip camdan dışarı baktı. Yolun aşağısında erken açmış mor leylaklar rüzgârda sallanırken volta atan haşmetli atın üzerinde resmedilmeye değer bir kovboy vardı. At, sabah güneşinin ışıkları arasında kanlı canlı ışıldıyor, güçlü topuk eklemlerinde biriken kar tanelerini savuruyor, heybetli yelesini silkeliyor, kırlara bakınıyor ve sıçrayan topraklarda gezinirken ilan ettiği aşk şarkısı yankılanıyordu.

Dick Forrest aynı anda hem sevinçli hem de kaygılıydı: Etrafı çevrili leylekler arasında dolaşan o olağanüstü hayvandan dolayı sevinçli; duvarda asılı o yuvarlak ahşap çerçevedeki kızı uyandırabileceğinden dolayı kaygılıydı. Altmış metre uzunluğundaki avludan kızın bulunduğu uzun, karanlık ve çıkıntılı bölüme hemen göz attı. Yatak odasının perdeleri kapalıydı. Hiç hareket yoktu. At tekrar kişnedi, tek harekete geçen yalnızca yabani kanarya sürüsüydü. Çalılık ve çiçeklerin arasından yukarı doğru süzülerek gün doğumunda yeşil ve altın renklerden oluşan ışık demeti gibiydiler.

Atın, leylaklar arasından gözden uzaklaşmasını izlerken kusursuz, kemik ve vücut yapısı güçlü, güzel Shire taylarının hayalini kurdu. Sonra dönerek her zaman olduğu gibi yanında bulunan uşağı ile konuştu.

“Son aldığımız çocuk nasıl, Oh My? İşe yarıyor mu?”

“O iyi bir çocuk sanırım: Genç, yeni ve oldukça yavaş. Her şeye rağmen yine de iyi.”

“Neden? Neden öyle düşünüyorsun?”

“Üç dört sabahtır onu çağırıyorum. Bebek gibi uyuyor. Uyanınca sizin gibi hep gülümsüyor. Bu, çok iyi bir şey…”

“Ben hep gülümseyerek mi uyanıyorum?” diye sordu Forrest.

Oh My, kafasını hızlıca salladı.

“Birçok kez, yıllardır size hizmet ettim. Her zaman gözleriniz açılıyor, gözleriniz gülümsüyor, ağzınız gülümsüyor, yüzünüz gülümsüyor, her yeriniz gülümsüyor, öylesine, öylece çabucak. Bu, çok iyi… Böyle uyanan adam sağduyulu olur. Ben biliyorum; yeni çocuk da böyle. Merak etmeyin, pek yakında iyi çocuk olacak. Göreceksiniz. Adı Chow Gam. Burada ona hangi ismi vereceksiniz?

Dick Forrest biraz düşündü.

“Hâlihazırda hangi isimlerimiz var?” diye sordu.

“Oh Joy, Ah Well, Ah Me ve ben. Ben, Oh My.” diye bir çırpıda konuştu Çinli. “Oh Joy der ki yeni çocuğa…”

Bir an duraksadı ve parıldayan gözlerle meydan okurcasına efendisine dik, dik baktı.

“Oh Joy der ki ona, ‘Oh Hell’ diyelim.”

“Oh ho!” Forrest içten bir kahkaha attı. “Oh Joy, şakacıdır. İyi bir isim olabilir ama kullanamayız. Hanımı da düşünmemiz gerek. Başka bir isim bulalım.”

“ ‘Oh Ho’, bu iyi isim.”

Forrest’ın haykırışı hâlâ zihninde çınlıyordu dolayısıyla Oh My’ın esin kaynağını onayladı.

“Pekâlâ. Çocuğun adı ‘Oh Ho’ olacak.”

Oh My, başını eğerek Fransız balkonundan hızla gözden kayboldu ve bir o kadar hızla Forrest’ın geri kalan giyim kuşamıyla tekrar gelip fanila ve gömleğini giymesine yardım etti, bağlaması için boynuna bir kravat koydu ve diz çökerek tozluk ve mahmuzları giydirdi. Kıyafetini bir Baden Powel şapkası ile kısa bir kamçı tamamlıyordu: Bileğinden sarkan deri halkalı bu kısa kamçı Kızılderili örgüsüyle ham deriden yapılmıştı, dip kısmının içine neredeyse üç yüz gram kurşun konulmuştu.

Ancak Forrest, henüz serbest kalamamıştı. Oh My, birkaç mektup uzatarak bir önceki gece, o uyuduktan sonra istasyondan getirdiklerini açıkladı. Mektupların sağ üst köşelerinden başlayarak diğer tarafa doğru yırttı ve bir tanesi hariç içeriklerine hızla göz attı. Bir sonraki mektupta kaşları sinirle çatıldı, bir an duraksadı, sonra da duvarda duran kayıt aygıtını çıkardı, silindiri döndüren düğmeye bastı ne bir kelime ne de bir düşünce için hiç duraksamadan son sürat dikte etmeye başladı.

“14 Mart 1914 tarihli mektubunuza cevaben domuz kolerasına yakalanmanıza -doğrusunu söylemek gerekirse- gerçekten çok üzüldüm. Bütün sorumluluğu da benim üzerime atmanıza bir o kadar daha müteessir oldum. Bunun yanı sıra size göndermiş olduğumuz domuzun ölmesi de beni bir kere daha üzüntüye boğdu.

Burada koleranın olmadığının güvencesini verebilirim ve iki yıl önce Doğu’dan yaptığımız iki ithalat dışında sekiz yıldır koleradan arındırılmış durumdayız. Geleneklerimiz gereğince onlar gelir gelmez tecrit edildiler ve hastalık sürülerimize bulaşmadan imha edildiler.

Bana hastalıklı mal gönderdiklerinden dolayı satıcılardan hiçbir şekilde ücret talep etmediğim konusunda sizi bilgilendirmeliyim. Aksine şunu bilmelisiniz ki domuz kolerasının kuluçka dönemi dokuz gündür. Hayvanların sevkiyat tarihlerine baktığımda yola çıktıklarında onların sağlıklı olduklarını biliyorum.

Koleranın yayılması konusunda demir yollarının büyük ölçüde sorumlu oldukları aklınıza hiç geldi mi? Kolera mikrobunu taşıyan bir vagonu demir yollarının tütsülediğini ya da dezenfekte ettiğini hiç duydunuz mu? Tarihlere bakın: İlki, ben ne zaman göndermişim, ikincisi size ne zaman ulaşmış, üçüncüsü, domuzlardaki belirtiler ne zaman ortaya çıktı? Dediğiniz gibi boşaltmalardan dolayı domuz beş gündür yoldaydı. Hayvanları teslim aldıktan yedi gün sonra belirtiler görülmeye başlanmış olmalı. Ben elimden çıkardıktan sonra bu on iki gün yapar.

Hayır. Size kesinlikle katılmıyorum. Sürünüzün başına gelen bu faciadan ben sorumlu değilim. Ayrıca daha da emin olmanız için Hayvancılık Bakanlığına yazarak benim arazimde kolera mikrobunun olup olmadığını incelemelerini sağlayın.

En derin saygılarımla…”

2. BÖLÜM

Forrest, Fransız balkonundan odasına geçtiğinde ilk olarak, pencerenin hizasındaki divan, birçok kilitli dolap ve gösterişsiz bir şöminesi olan bir giyinme odası ile karşılaşır. Odaya açılan bir de banyosu vardır. İkinci olarak, işinin gerektirdiği bütün araç ve gereçlerin bulunduğu uzun bir ofisi mevcuttur. Alçak, kirişli tavan katında sıralı hâlde düzenlenmiş çalışma masaları, ses kaydedicileri, dosya dolapları kitaplıklar, magazin dosyaları ve evrak çekmeceleri bulunmaktadır.

Ofisinin orta yerinde bir tuşa bastı. Kitap yüklü birçok raf eksenleri üzerinde dönerken çelikten yapılmış ufak sarmal bir merdiven ortaya çıktı. Mahmuzları takılmasın diye dikkatle bu merdiveni çıkarken arkasında kalan kitap rafları tekrar yerlerine oturdular.

Merdivenlerin başında diğer bir tuşa basıldığında kitaplarla dolu başka raflar eksenlerinde dönmeye başladılar ve uzun, alçak tavanlı bir odaya geçiş sağladılar. Yerden tavana kadar dolu raflar vardı. Doğrudan bir kasaya, oradan da bir rafa uzandı. Elini doğrudan aradığı kitabın üzerine yanılmadan koydu. Bir dakika içinde sayfaları karıştırdı, aradığı bölümü buldu, kendisini haklı çıkarmak istercesine kafasını salladı ve kitabı tekrar yerine koydu.

Beton sütunlu kare biçimli çardak kapıya doğru uzanıyor, kızılağacın gövdesi üzerinden köprü gibi geçiyordu. Daha ufak kızılağaç gövdeleri de onun üzerine yerleştirilmişti. Parlak mor renkteki bu ağaç kabukları pürüzlü, eğri büğrü ve kaygandı.

Zahmetten kaçınmadığı gün gibi ortadaydı. Eve ulaşabilmek için birkaç yüz fit2 olan beton duvarın kenarından gezinerek gidebiliyordu. Alabildiğince yayılan eski meşe ağaçlarının altında solgun altın sarısı -neredeyse bronza çalan altın sarısı- denebilecek kızıl kahverengi bir kısrak buldu. Yüksek bağlama kazıklarından, kemirilmiş ağaç kabuklarından ve çakıllardaki toynak izlerinden buranın birçok atın tepindiği bir yer olduğunu anlamak, hiç zor değildi. Ağaç tepelerinin kenarlarından sızan sabah güneşi, bakımlı tüylerini daha canlı ve parlak gösteriyordu. Şevkli ve ateşliydi. Damızlık olabilecek cüssedeydi. Çeşitli yabani atların soyundan geldiğini omurgasındaki şerit hâlindeki dar ve koyu yelesiyle ilan ediyordu.

“Yamyam bu sabah nasıl?” diye sordu boğazındaki ipi gevşetirken.

Bir atın sahip olabileceği küçücük kulaklarını geriye attı -öyle kulaklar ki vahşi kısrakların safkanlarla tepelerde yaşadıkları vahşi sevişmelere şahit olanlardan- sonra da haince parlayan gözlerle Forrest’ı harika dişleriyle ısırmaya çalıştı.

Forrest, eyerine atlamaya çalışırken o da sokulup şaha kalkmaya teşebbüs etti ve tekrar denese de taşlı yolu takip etmekten başka bir şey yapamadı. Şaha kalkardı kalkmasına ama kafasını aşağı doğru tutan martingal kayışı vardı ve kinle savurduğu kafasıyla binicisinin burnunu kırmasını, bu kayış önledi.

Kısrağa o kadar alışmıştı ki yaptığı soytarılıkların farkında bile değildi. İstemsizce çukurlu boynuna dizginle hafifçe dokunduğunda ya da mahmuzuyla gıdıkladığında veya dizini hayvanın üzerine bastırdığında onu istediği gibi hizaya getiriyordu. Bir keresinde kısrak, fırıl fırıl dönerken ve dans ederken Büyük Ev gözüne ilişti. Dağınık bir yapıya sahip olduğundan büyük görünüyordu ama göründüğü gibi değildi. Ön cephesi iki yüz kırk metre kadardı. Ne var ki bu uzunluk sadece koridorlar, beton duvarlar ve binanın bazı kısımlarını birbirine bağlayan ve örten kiremit çatıyı kapsıyordu. Araziyle orantılı olarak verandalar ve çardaklar bulunuyordu. Dik açılı girintileri ve çıkıntılarıyla bütün duvarların kenarlarında birçok dikili yeşillikler ve çiçekler yer alıyordu.

Özellikleri İspanyol tarzı olmasına rağmen Büyük Ev’in mimarisi Kaliforniya-İspanyol tarzının örneği değildi. Bu akım yüz yıl önce Meksikalılar tarafından tanıtılmış ve modern mimarlar günümüz Kaliforniya-İspanyol mimarisine uyarlamışlardı. Uzmanlar bu konuda hararetli tartışmalar yapsalar da tüm karmaşıklığıyla Büyük Ev, teknik olarak Hispana-Moreks3 tarzı olarak sınıflandırılabilirdi. Konforsuz ama ferah oluşu ve gösterişsiz ama güzel oluşu, Büyük Ev’in en temel özellikleri arasındaydı. Uzun ve yatay ana hatları dikey çizgilerle ve her zaman dik açılı girintilerle ve çıkıntılarla kesişiyordu. Bu da bir manastır kadar yalın bir görüntü sunuyordu. Bununla beraber düzensiz çatı hattı monotonluğun belirtilerini bir nebze de olsa dengeliyordu.

Bodur sayılamayacak alçak ve biçimsiz kulelerin meydandaki yükselişleri ve bunların diğer kulelerden daha yüksek oluşları, gökyüzüne kadar uzanmamaları makul bir yükseklik uyumu sağlıyordu. Büyük Ev, orada bir dayanışma olduğu algısını veriyordu. Depreme dayanıklıydı. Yüz yıllığına inşa edilmişti. Hilesiz betonu, hilesiz çimentodan yapılmış krem rengi alçıyla kaplıydı. Ayrıca düz çatıların çoğundaki canlı kırmızı İspanyol kiremit olmasaydı, rengin monotonluğunun göze hitap etmediği kanıtlanmış olurdu.

 

Kısrak, fırıl fırıl dönmeye başladığında Dick Forrest’ın gözleri bir anlık bakışıyla Büyük Ev’in her tarafını taramaya çalıştı. Altmış metre uzunluğundaki avlunun karşısındaki ek binaya arzu dolu bakışlarla odaklandı. Sabah güneşinde al al olmuş kümelenmiş yüksek kulelerin altında bir yatak odası vardı. Kapalı perdeler onun hanımefendisinin hâlâ uyuduğunu gösteriyordu.

Bulunduğu ortamda dünyanın çevresinin üç çeyreğinde inişli çıkışlı tepeler yükselmekteydi. Çitle çevrili, ekili ve otlakların olduğu düzlük alanlar daha yüksek tepelere uzanıyor ve onlar da yükselerek daha dik ağaçlık yokuşlar ve muazzam dağlarla kaynaşıyordu. Bütün bunlardan bağımsız, geri kalan çeyreği ise dağlardaki yerleşim yerleri ve tepeler oluşturuyordu. Bu manzara yavaş yavaş gözden kaybolarak uzak, engin yaylalara dönüştü. Ayazın altında bu uzak ve engin yaylalara göz atmak zordu.

Altındaki kısrak homurdandı. Atı yeniden yola koymak için dizlerini sıktı ve yana doğru gitmesini sağladı. Çakılların üzerinde tıkır tıkır yürürken aşağı tarafta parıldayan beyaz, ipeğimsi bir ırmak akmaktaydı. Angora keçilerini görür görmez tanıdı. Ödüllü bu sürüsünün her birinin ayrı ayrı soy kütüğü ve ayrı ayrı kaydı vardı. Yaklaşık iki yüz tanesi orada olmalıydı. Seçimlerinin titizlikle yapılmasını emretmişti. Hiçbiri sonbaharda kırpılmamış, yanlarından sarkan parlak tiftikleri yeni doğmuş bir bebeğin saçları kadar kaliteli, albinolu bir insanın tüyleri kadar beyaz, belki de daha da beyaz olduğunu biliyordu. Otuz santimden daha uzun olan yünün birinci sınıf tiftiklerini istediğiniz renge boyayarak kadınların kafalarına uygun elli santimlik atkuyrukları yapabilir ve bunları acayip ve aşırı fiyatlarla satabilirsiniz.

Nitekim gördüğü manzaranın güzelliği karşısında dili tutulmuştu. Adama ve heyecanlı atına, hayran hayran bakan meraklı ama temkinli bakışlar arasından bu kıymetli cevherler, yolu ipek bir şerit hâline dönüştürmüştü. İki Bask4 çobanı arkada kalanları toparladı. Kısa boylu, iri yarı, yanık tenli erkeklerdi. Siyah renkli gözleri, parlak yüzleri, düşünceli ve filozofça ifadeleri vardı. Forrest’ı görür görmez hemen şapkalarını çıkarıp başlarını öne eğdiler. Forrest, el bileğindeki kamçıyı sallarken sağ elini kaldırdı, işaret parmağını dümdüz tutarak yarı asker selamı verdi.

Tekrar sıçrayıp dönmeye başlayan kısrağa dizginleri şaplattı ve mahmuzuyla da gözdağı verdi. Sonra da pırıl pırıl beyazlıklarla dolu yola gözünü dikerek ipek gibi yumuşacık dört ayaklıların arkasından bakmaya başladı. Orada bulunmalarının önemini gayet iyi biliyordu. Yavrulama dönemleri gelmişti, üreme aşamasındaki titiz bakımlarını ve beslenmelerini sağlamak, kuluçkaya yatabilmeleri ve barınmaları için çalılık meralardan aşağıya getiriliyorlardı. Gözlerini dikip bakarken gördüğü en iyi Türk ve Güney Afrika tiftiğinin görüntüleri zihninde canlandı ve kendi sürüsüyle bir karşılaştırma yapmadan edemedi. Kendi sürüsü iyi idi. İyi görünüyorlardı. Hatta çok iyi görünüyorlardı.

Atıyla devam etti gezintisine. Çevrede gübre serpen makinaların gürültüleri yükseliyordu. Uzakta, hafif eğimli tepelerde, bir sürü çalışan ekipler gördü, hatta neredeyse göğüs göğüse çalışan üç ekip de… O bölgedeki kısrakların kendisine ait olduğunu biliyordu. Bir ileri, bir geri sabanları sürüyor, hatları belirleyerek yamaçlardaki yeşil çimleri bitkisel çürüklü toprakları verimli koyu kahverengine dönüştürüyorlardı. Çok organikti ve ince parçalı tohum yatakları yer çekimiyle eriyebilecek kadar ufalanıyorlardı. Bu verimli topraklar mısır -aynı zamanda ambarında saklayacağı sorgum pekmezi- içindi. Gezintisi esnasında gördüğü diğer yamaçlarda diz boyu arpa vardı ve ayrıca diğer yamaçlarda da kaliteli yeşil yapraklı yonca ve Kanada bezelyesi, fışkırıyordu.

Çevresinde gerek geniş araziler olsun gerekse küçük, her şey ulaşılabilirlik ile işlenebilirlik sistemine göre kurulmuştu. Titiz çalışan birçok verimlilik uzmanlarının yüreğini ısıtacak yapıdaydı. Her çit yaban domuzuyla boğalara karşı dayanıklı hâle getirilmişti ve çitlerin siperliklerinde hiç yabani ot çıkmıyordu. Düzlüklerin çoğunluğunda adi yonca buluyordu. Diğer arazilerde ise yine aynı yolun üzerinde bir önceki sonbaharda ekilmiş ürünler veriyor ya da ilkbaharda bitki dikimi için hazırlıklar yapılıyordu. Yine bir başka yerde kuluçka ağıllarına ve ambarlara yakın tombul Shropshire ve Fransız merinos koyunları otlatılıyordu ya da etrafta gezinen beyaz ve iri damızlıklar kırpılıyordu. Yanlarından dikkatle bakıp geçerken gözleri mutluluktan parlıyordu.

Neredeyse köy denebilecek bir yerden geçti. Doğru dürüst ne bir dükkân ne de bir iş yeri vardı. Azımsanamayacak kadar çok ve göze hitap eden evleri bungalov tarzındaydılar. Her biri büyük bahçelerin ortasında kurulmuş ve gülleri de dâhil olmak üzere geç gelen ayazın tehdidine rağmen daha iri çiçekler açıyor ve âdeta gülümsüyorlardı. Çocuklar çoktan harekete geçmişlerdi bile, ya çiçeklerin arasında gülüyor ve oynuyorlar ya da anneleri tarafından kahvaltıya çağrılıyorlardı.

Daha ileride Büyük Ev’in etrafını çevreleyen sekiz yüzlük mesafeden başlayarak bir sıra dükkânın yanından geçti. İlkinde duraksayarak içeriye göz attı. Bir nalbant demir ocağının başında uğraşıyordu. İkinci nalbant terazileri bin sekiz yüz ağırlığı ile bozabilecek yaşlı bir Shire atının ön ayağını henüz çivilemiş, toynağın dış çevresini törpüleyerek nalın parmak kısmını düzleştiriyordu. Forrest baktı, selamladı ve yoluna devam etti. Otuz metre ileride durdu. Arka cebinden çıkardığı bir deftere bir şeyler karaladı.

Başka başka dükkânların aralarından geçti: Boya dükkânı, yük arabası dükkânı, sıhhi tesisatçı, marangoz atölyesi. Sonuncusuna göz atarken yarı araba yarı kamyon olan bir hibrit vasıta son sürat yanından geçti ve ana yoldan on iki kilometre uzaklıktaki tren istasyonuna yöneldi. Seperatör binasında mandıranın günlük ürünlerini nakleden ve sabah saatlerinde işe başlayan tereyağı kamyonu olduğunu biliyordu.

Büyük Ev çiftlik şirketinin merkeziydi. Yaklaşık sekiz metre ilerisinde çeşitli çiftlik merkezleriyle çevriliydi. Çalışanlarına sürekli selam veren Dick Forrest, mandıranın yanından dörtnala geçti. Bina kalabalığı olan bu yerde yem kolileri, baş üstü raylara çıkan çöp toplayıcıları ve boşaltmalarını bekleyen gübre serpicileriyle doluydu. Birkaç kez onu, iş adamı görünümlü erkekler, yükseköğrenim görmüş insanlar, atlılar ya da at arabaları durdurup ona bir şeyler danıştılar. Bu insanlar işçibaşıydılar, konuştukları her neyse kısa ve özdü. Bir Arap melezi kadar zarif ama vahşi, bacakları ayrık, üç yaşında, altın renginde Palamina atının binicisi, en sonuncusu sadece selam vererek geçecekken patronu tarafından durduruldu.

“Günaydın Bay Hennessy, Bayan Forrest için ne zaman hazır olur?” diye sordu Dick Forrest.

“Bir haftanızı daha rica edeceğim.” diye cevapladı Hennessy. “Şimdi daha sakin, Bayan Forrest’ın istediği gibi. Ancak fazla gergin ve hassas. Onu düzene sokmak için bir hafta daha gerekecek.”

Aynı anda birbirlerine kafa salladılar ve veteriner olan Hennessy konuşmasına devam etti.

“Yonca tohumu takımında iki sürücü var. Onların işine son vermek istiyorum.”

“Sorun nedir?”

“Bir tanesi yeni bir adam, adı Hopkins. Eski bir asker. Devlette nasıl çalışılacağını bilebilir ama Shire atları konusunda hiç bilgisi yok.”

Forrest kafasını salladı.

“Diğeri iki yıldır yanımızda çalışıyor ama artık içki içmeye başladı, içki sersemliğinin acısını atlardan çıkarıyor.”

“O Smith, eski tip Amerikalı, sinekkaydı traşlı ve sol tarafında yüz maskesi var, değil mi?” diye sözünü kesti Forrest.

Veteriner kafasını salladı.

“Ne zamandır onu izliyorum.” diye cümlesini tamamladı Forrest. “Başlarda iyi bir adamdı ama son zamanlarda hatalar yapıyor. Evet, onu da gönderebilirsin. Ve şu, öteki adamı da… Hopkins miydi adı? Onu da işten çıkarabilirsin. Bu arada Bay Hennessy…” konuşmasına devam ederken Forrest not defterini çıkardı, içine karaladığı son notu yırttı ve elinde buruşturdu. Dükkânda yeni bir nalbant var. Sende nasıl bir izlenim bıraktı?”

“Karar vermek için fazla erken.”

“O hâlde diğer ikisiyle birlikte onu da işten çıkar. Senin emirlerini yerine getiremez. Yaşlı Alden Bessie’ye yeni bir nal takarken izledim biraz önce. Toynağından birkaç milimetre fazladan törpülüyordu.”

“Onu yapmayacak kadar akıllı davranmalıydı.”

“Onu işten çıkar.” diye tekrarladı Forrest, geviş hareketlerini yapan binek hayvanını dizginlerle dürtüp gıdıklarken. Sonra da kafasını sağa sola sallayıp şaha kalkmaya çalışan hayvanı yola doğru sürdü.

11 yarda= 91 cm. (ç.n.)
2100 fit: 30,48 metre (ç.n.)
3Hispana: Amerika’da yaşayan Latin kökenliler. (ç.n.) Moreks: Fas. (ç.n.)
4Bask: İspanya’nın kuzeyi ve Fransa’nın güneybatısındaki özerk bölgede yaşayan bir halkın adı. (e.n.)