Czytaj książkę: «Mürebbiye»
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
ÖN SÖZ
Mürebbiyelere kadınlıkları yüzünden saygı göstermeye, çocukların terbiyecileri olmaları yüzünden de şükran borçluyuz. Fakat adını verdiğimiz bu hikâyemizdeki mürebbiye Matmazel Anjel, yalnız isimce mürebbiye, onun için de ne saygı ne de şükrana değeri olan bir sefiledir. Paris’te hovarda kucağından başka bir terbiye mektebi, “Histoires grivoises” denilen açık saçık eserlerden başka tahsil görmemiş iken İstanbul’da her nasılsa namuslu bir ailenin dalgınlığından faydalanarak oraya kendini mürebbiyelikle kabul ettirmiştir.
Rabelais’lerin, Carabillon’ların, Boccace’ların, Love’lerin edebiyatı ile yetişmiş olan Matmazel Anjel’in bir benzerini daha, İstanbul’da değil belki Paris’te bile bulmak çok zor olduğu için temiz bir çiçeklikte bir baldıran yetişmesi havayı bozamayacağı gibi, bunun vücudundan da iffet sahibi öteki muhterem muallim kadınlara bir leke düşmez zannederim.
(1 Aralık 1897)Hüseyin Rahmi
I
“J’aime (seviyorum)
Tu aimes (seviyorsun)
Il aime (seviyor)
Et mon frère vous aime (biraderim de sizi seviyor).”
Talebesi Nezahet Hanım’ın tekil üçüncü şahsı, böyle ilaveli olarak hem bir de tümleç ile çekmesi Matmazel Anjel’e garip gelmekten çok kendisini sevindirdi. Bu sevincinin nedeni, talebesinin öyle basit bir çekimde zamir yerine bir isim kullanması ve buna bir de tümleç katması gibi az vakitte Fransızcada gösterdiği ilerleme ve çocuk ağzı ile bir erkek tarafından kendisine bu şekilde aşk ilan edilmesiydi.
Böyle olmakla beraber mürebbiye, bu sevincini sezdirmeksizin çocuktan daha ziyade bilgi alabilmek isteğiyle yalancı bir hiddet tavrı takınarak pek az bildiği Türkçesiyle dedi ki:
“Yok… Yok… Yanlış… Fena konjüge1 yaptın. Et mon frère vous aime, bu nasıl bet lakırtı? Kim dedi böyle? Kitap dedi?”
“Hayır matmazel. Kitap demedi, ağabeyim Şemi Bey söyledi.”
“… Şemi Bey… O çapkın böyle demiş? Daha başka bir şey söylemedi?”
“Söyledi. Bana bu cümlenin ‘analiz’ini de öğretti. Burada ‘kardeşim’ süje, ‘aime’ fiil imiş. ‘Siz’ de ‘kompleman direkt’ oluyormuşsunuz. Ağabeyim, ‘Sen matmazele böyle söyle. Eğer dediğimi güzelce anlatabilirsen bugün mutlaka bon puan2 alırsın.’ dedi.
Nezahet Hanım’ın “bon puan” kazanma derecesini kestirmeye vakit olmadan Matmazel Anjel’in öteki talebesi küçücük Vahip Bey elinde minimini bir gramer ile koşa koşa geldi.
Mürebbiyesinin yüzüne bakıp çocukça bir gülümsemeden sonra:
“J’adore (perestiş ediyorum)
Tu adores (perestiş ediyorsun)
II vous adore (o size perestiş ediyor).”
diye “adorer” fiilini arada bir tümleç ile çekmeye başladı. Altı yaşında bir çocuğun masum ağzından “perestiş etmek” fiilinin çeşitli sıygalarını işitmek matmazelin pek hoşuna gitti. Kendini tutamayıp Fransız kadınlarına mahsus kıvrak bir kahkaha salıverdikten sonra “O size perestiş ediyor.” cümlesindeki “o” zamirinin kime işaret olduğunu anlamak için çocuğa sordu:
“ ‘Il’ kim?”
Vahip Bey, böyle bir sual sorulacağı kestirilerek verilecek cevabın ve bu cevabın verileceği zaman alınacak tavrın ne olduğu kendine önceden iyice öğretilmiş olduğunu belli eder çocukça bir hâlle yerlere kadar eğilip bir reverans yaptıktan sonra:
“ ‘II’… ise ‘o’… enişte beyim, Sadri Bey!”
Biri ağabeyine, öteki eniştesine vekil olarak bu iki çocuğun daha pek de manalarının kuvvetine bilmedikleri Fransızca fiillerle mürebbiyelerine muhabbet ilan etmeleri hususu Matmazel Anjel’i pek o kadar şaşırtmadı. Çünkü bu evdeki çocuklara mürebbiye tayin edilmiş olduğu bir aydan beri gerek Şemi gerek Sadri beyler odada, sofrada, salonda, bahçede Anjel’e rastladıkça sevdalı, baygın bakışları ile “aimer” ve “adorer” fiillerinin bugün çocuklara öğretmiş oldukları gibi yalnız şimdiki zamanı değil, bütün geçmiş zaman, gelecek zaman ve şart sıygalarını ve belki de hiçbir dilin fiillerinde bulunmayan ve her türlü gramer dışı garip zamanlarını göğüs geçirerek çekmişlerdi.
Rüzgâr çıkınca denizin dalgalanacağı, tan açınca güneş doğacağı nasıl basit bir tabiat işi ise Şemi ile Sadri’nin gözlerinin karası tamamıyla kayboluncaya kadar süzgün bakışlar ile bakmalarından mürebbiye bu iki genç tarafından kendine muhabbet ilan edileceğini işte öyle anlamıştı. Hatta yalnız anlamakla da kalmayıp güzelliğinin ışığı etrafında dolaşan bu iki aşk pervanesini birbirine çarptırmadan idare edebilmek için ustaca bir de plan hazırlamıştı.
Anjel’in planı pek derindi. O kadar ki bazen en usta bir avcının bile ava çevirdiği tüfekle kendi kendini vurması gibi, kız da kendisi için yanıp tutuşanların ayakları dibine kazdığı, üzeri her biri aşkın göz aldatıcı renklerini gösteren çiçeklerle örtülü sevda çukuruna kazara kendisinin tekerlenmesinden korkuyordu. Mürebbiye gönlünde şimdilik ne Şemi ne de Sadri için bir sevgi istidadı görüyor, ikisini de sevmiyordu. Fakat sevmekten kendini alıkoyduğu kadar kendini sevdirmeye uğraşmak gibi gönül ateşbazlığının pek de tehlikesiz bir şey olmadığını çocuklara okuttuğu gramer kaidelerinden daha açık surette biliyordu. Anjel’in sevda teorisi, bu işteki maksadı bambaşka idi. Kız, mürebbiyelikten ne kazanabilecek? Ayda dört beş lira. Bu kadarcık parayı kalbinde beslediği emellerin gerçekleşmesi için hiç yeter bulmuyordu. Evlerinde mürebbiyeliğe çağrıldığı aile pek zengindi. O hizmetten alacağı parayı iki katına, üç katına, belki de dört katına çıkarmak için yalnız çocuklara gramer ve lisan okutmak değil, evdeki genç beylere aşkın en ince noktalarından dersler vermek lazım geleceğini, böylece kendine mühim bir irat yolu açabileceğini düşünmüştü.
Matmazel böyle mühim bir ameliyata başlamadan önce işin enini boyunu hesaplayan usta bir mühendis gibi “eksplüvate”3 edeceği gönüllerin sevdaya olan istidatlarını tetkik ederek her birinin nabzına göre şerbet vermeye fakat sevgisine kapılacak zavallılarda aşk denilen korkunç hastalık tam bir hızla ateşleninceye kadar birine ettiği iltifattan ötekinin haberi olmamasına son derece dikkat etmeye, avlayacağı gönüllerin bir kere idarelerini ele geçirdikten, ateş saçağa sardıktan sonra tutkunlarının arasına kıskançlık düşürüp bu hâlden hem hazlanmaya hem de paraca faydalanmaya karar vermişti.
Matmazelin kurduğu bu korkunç sevgi avı programında evin en küçük beyinden en büyük efendisine kadar ev erkekleri vardı.
“Sevmek” ve “perestiş etmek” fiillerinin gördüğümüz acayip şekilleri Dehrî Efendi’nin … köyündeki yalısında, bahçede yeşillikler içinde, denize bakan bir kameriye içinde çekiliyordu.
Mürebbiye, çocuklara ders vermek için çok zaman -Boğaziçi’nin mavi göğü altında bir yeşil kubbe meydana getiren- bu kameriyeyi seçerdi. Kameriyenin içinde fıstık dalından yapılma yuvarlak masanın bir tarafına kendi geçer, karşısına çocukları oturtur, ders kitaplarını, defterleri, hokkayı, kalemleri güzelce masanın üzerine yerleştirir, çocuklara orada her gün aynı saatlerde biraz gramer okutur, lektürden ders verir, kaligrafi meşk ettirirdi.
Çocuklar yazı ile uğraştıkları sırada kendisi güneşin göz alıcı parıltıları altında mavi ile altın renginin bütün derecelerini gösteren dalgaların su, gök, ateş gibi üç elemanın kaynaşmasından meydana getirdikleri yol yol harelere gözlerini dikerek dalıp giderdi. Memleketini, Fransa’yı, orada geçirdiği sefahat hayatını, şimdi arasında bulunduğu aile yanındaki sıfatını, işini düşünürdü.
Fransa’da “fiy püblik” denilen düşkün kadınlardan iken burada mürebbiyeliğe alındığına şaşar, “destine” yani “nasip” denilen şeyin bu yoldaki garipliklerine, tuhaflıklarına şaşakalırdı.
Fransa’da “natüralizm” yolunun en ileri yazarları, bu çeşit kadınları yaradılışın canlılar sırasınca en aşağı tabakadan bir mahluk sayarak bunların nasıl yediklerini, nasıl içtiklerini, nasıl sevdiklerini, nasıl ayrıldıklarını, sözün kısası bütün hayat hususiyetlerini kılı kırk yararak tetkikler ile insanlara ibret olsun diye meydana koymaya uğraştıkları ve insan cemiyetinin durmayıp işleyen yaralarından birinin de bu çeşit kadınlar olduklarını gösterdikleri hâlde işte onlardan biri olan Matmazel Anjel, “Has bahçenin baldıranı, mezbelenin gül fidanı olur.” denildiği gibi, kaderin sürüklemesi, daha doğrusu kendisini o sıfatla kabul edenlerin gafletleri sonu olarak Dehrî Efendi ailesinden birkaç çocuğun yetiştirilmesine tayin olunmuştu.
Anjel, doğdukları zaman nüfus kütüğüne yalnız annelerinin adıyla yazılan nikâhsız çocuklardan idi. Sefahat sonunda olan bu gibi çocukları çok defa babaları kabul etmediği gibi anaları da tehlikesinden korkarak düşüremedikleri için istemeye istemeye doğurduklarından analarının istekleri dışında dünyaya gelen bu çocuklar iyi ve kötüyü ayırabilecek yaşa gelip ortada bir “baba” bulamadıkları zaman insanlar arasındaki bu mevkisizliklerinden çıkan bütün felaketlerini analarından bilirler. Her bahtsızlıklarının tek sebebi olarak meydanda yalnız onu görürler. Anasına karşı olan bu düşmanlık duygusu Anjel’de de vardı. Fransa’da beraber bulundukları zaman bazı günler saç saça baş başa dövüşürlerdi. Anjel, annesini “Babamın adını söyle.” diye sıkıştırırdı. Anasının, o zavallı kadının ise dünyada bilmediği, düşünüp düşünüp de bir türlü kestiremediği bir şey varsa o da kızının hayatına sebep olan kimse idi. Anjel’in zorlamasından pek ziyade bıktığı günler kadıncağız birkaç düzine erkek adı saydıktan sonra, “Kimin kızı olduğunu ben ne bileyim? İşte bunların içinden babanı ara da bul!” diye haykırırdı.
Anjel, Paris’in fuhuş süprüntülüğü içinde fışkıda yetişen mantar gibi olgunlaşmaya başlayınca daha kadınlık çağına girmezden birçok zaman önce o da anasının yoluna saptı. Henüz küçüktü. Fakat fahişelikte anadan doğma istidadı yüzünden o işte anasından usta çıktı.
Paris’in rezalet alışverişi pazarında epey zaman dolaştıktan sonra sonunda bir gün o da anasının uğramış olduğu kazaya uğradı, yani gebe kaldı. Birkaç ay evvel “aman”4 tuttuğu Mösyö Andre adında bir herife giderek karnındaki çocuğun babasının kendisi olduğunu iddia etti. Fakat Andre bu iddiayı şiddetle reddetti. Bu kabul etmeyiş karşısında Anjel kameti azıştırdı.5 Kızın çok yaygara ettiğini görünce Andre son derece öfkelenerek “Ben seninle serbest bir hâlde yaşadım. Bu yaşamadan çıkacak bütün iyilik ve kötülük sana aittir matmazel! Söylediğin çocuk üzerinde babalık iddia etmek istesem bile öteki amanlarınızdan birinin hakkını almış olmayacağımdan emin değilim.” cevabım verdi. Karşılık gördüğü şirretliğe hiç ehemmiyet vermeyerek “matmazel” cenaplarını kapı dışarı kovdu. Anjel, çocuğun babasının Andre olduğunu biliyordu. Ama herif babalığı üstüne almadıktan sonra çocuk anasının bu bilgisi ne kadar gerçek olursa olsun para eder mi?
Kapı dışarı ümitsiz surette kovulduktan sonra matmazel düşünür. Çocuğu Andre’ye kabul ettirebilmek hususundaki zorlukları teker teker aklından geçirir. Artık Andre’den bir iş çıkmayacağına, işi bir başka kalıba dökmek lazım geleceğine karar verir. Anjel bu işte kendi vicdani kanaatine göre doğru bir harekette bulunmuştur. Fakat bu gibi işlerde doğrulukla iş yürür mü? Bu gibi zor hâllerde en doğru hareket maksada eriştirebilecek olan harekettir, işin içinde ne kadar yalan dolan, eğrilik büğrülük olursa olsun, siz işin sonundaki maksadın elde edilmesine bakınız. “Gerçek” işte odur. Anjel, karnındaki çocuğa bir baba aramıyor mu? Maksat işte o babayı bulmak ve çocuğu o babaya kabul ettirmektir. İş çok sade. Bir maksat, bir neticeden ibaret. Bir kere bu mesele şu iki basit temel üzerine kuruldu mu bunu halletmek için yapılacak hileler, yalanlar ikinci derecede kalır. Anjel, Andre’ye gitmeden önce bu inceliği düşünememiş olmasına hayıflanır. O kovulmanın sonu olarak kazandığı tecrübe üzerine kendi kendine, Çocuk Andre’nindir. Bunu iyice biliyorum. Ama işe yaramayan gerçeği ne yapmalı? İşe yarayacak şekilde değiştirmeli. Hiç Andre gibi kaba, maddeci bir herif benim gibi kadının karnındaki çocuğun babalığını kabul eder mi? Erkek odur ki benim gibi bir kadın tarafından babalık merhametine takdim olunan bir çocuğun kendi evladı olduğunu kestirse bile Andre gibi bu medeniyet asrının maddeci ahlakından kendini kurtaramayıp öyle bir çocuğa babalık kollarını açmayı ahmaklık, belki de büyük bir ayıp sayar. Fransa’da gene erkek odur ki başka birinden olan bir çocuğun fuzuli babalığıyla şereflenir de maddi olarak babalık hakkının kime ait olduğunu düşünmekten kendini kurtarmış bulunur, o tatlı gaflet içinde yaşar gider. İşte bana böyle bir baba lazım… yolunda düşünür. Her nefes aldıkça karnında büyüyen o rahatsızlık veren ağırlığı yükletmek için parası çok, aklı az, merhameti duyarlığına galip, çabuk müteessir olur, evlat canlısı bir baba araştırır. Zihnindeki bu araştırmada uzun zaman beyin patlatmaya hacet kalmadan Anjel aradığı babayı bulur. Anjel’in çocuğuna baba mı yok? Paris mösyölerinin dörtte üçü o işe istihkak yolunda himmet harcamışlar ama sözü kime anlatırsın. İş, bu babalar arasında bir insaflısına rastlamakta. İşte tam istenen vasıflarda o insaflı, duygulu babayı Anjel zihninden, şiirde nazik ve nadir bir kafiye gibi arar bulur.
Çocuğunun babalığına uygun bulduğu bu zat meşhur yazarlardan Mösyö Bodler6 adında biriydi. Hiç yazar olup da hassas olmamak, hassas olup da insaflı bulunmamak, insaflı olup da gereken şeyi yapmaktan çekinmek kabil midir? Hem yazarlar dalgın adamlardır. Hele romancı, tiyatrocu kısmını aldatmak kolaydır. Bunlar eserlerinde her gün bin türlü yalan yaza yaza yalanı sahiden, olanı olmayandan, gerçeği zıddından fark edemeyecek hâle gelirler. Bütün hayat manzaralarına roman diye bakarlar. Her yalan dolu işi hakikat şeklinde göstermeye, her gerçeği roman yoluna sokmaya uğraşırlar. Yalanın sözle olanı bir ahlak edepsizliği sayılırken kalemden çıkanı hüner sayılmak, kitap şeklinde para ile satılmak medeniyet terakkisinin yazarlara verdiği garip bir imtiyazdır. İşte Mösyö Bodler de yazdığı yalanlara kendisi gülüp âlemi ağlatan bu çeşit kalem sahiplerinden idi.
Matmazel Anjel’in yatak arkadaşlığı ettiği hesapsız mösyöler içinde çocuğuna baba olmak üzere Andre’den sonra Bodler’i seçmiş olması bu adamın yazar olması, yazarlığın ayrılmaz bir hassası sanılan hisliliğinden, kalp inceliğinden faydalanmaktan çok başka mühim bir sebepten ileri gelmişti. O mühim sebep de Bodler’in “Sefil Çocuklar -veya- Tabii Evlat” diye beş perdelik bir dramın yazarı olmasıydı. Bu dram, Paris’in tiyatro sahnelerinde yüzlerce defa oynanmış ve her oynanışında seyircilerin gözlerinden çeşme gibi yaş boşanmış, bu eser Bodler’in şöhret kazanmasına sebep olmuştu.
Yazar, bu piyesinde düşmüş anaları, ahlaksız babaları, Fransa’daki halkın beşte ikisini kanun hükmünce şüpheli bir hâlde, insan cemiyetine karşı bağsız hâlde bırakan o canavarları layık oldukları dille meydana koymuş, kanun dışında bu gibi münasebetlerin insanlarca sebep olduğu fenalıkları felsefe, ahlak, hukuk daha bilmem ne fenlerine göre teker teker incelemiş, böyle gizli veya açık bağlar sonunda meydana gelmiş olan zavallı çocukları bazı hayır tesisleri veya kilise kapılarında büyüterek bunların ellerine geçinme vasıtası olarak öldürme, çalma, yankesicilik aletleri verip bütün ömürlerinde türlü fesatlar içinde yüzdürdükten sonra zavallıların sonunda küreklerde, prangalarda nasıl can verdiklerini seyredenlerin dehşetten tüylerini ürpertecek derecede acıklı bir surette anlatmış. Yazar bu eserde gösterdiği edebiyat kudretine ve inceleme ustalığına âlemin ağladığını görünce kendisi de gözyaşlarını tutamamış, Bodler kendi kaleminin belagatine yine kendisi sade bir seyirci olarak ağlamış. Fakat işin asıl ağlanacak tarafı, oyun bittikten sonra birçok seyirci mösyölerin yine metreslerini kollarına takarak tiyatrodan çıkmalarıdır. Galiba Mösyö Bodler de o acıklı piyesin sahneye konduğu ilk geceden kalan bir acıma içinde Anjel ile zevk ve eğlence masasını kurmuş, o gece tiyatrodaki seyircilere gösterdiği sahneye onlarla beraber kendisi de ağlamışken besbelli âlemin bu ağlayışına gene o gece içinde Bodler metresiyle beraber pek çok gülmüş, eğlenmiş. Avrupa’nın bugünkü ahlak ve alışkanlıklarına inceden inceye bir gözle bakılıp düşünülürse buna benzer acayip hâllerde insan şaşacak veya gülecek bir taraf göremez. İşte bu gözle bakılırsa ne yazarın davranışı kusurlu bulunur ne de halkın o hâline gülünür. Bodler o piyesin öğütlerine göre davranmak için değil, para kazanmak isteğiyle yazmıştı. Onu seyretmeye gelenler de oraya ahlak dersi almak için değil, hoşça bir vakit geçirmek için gelmişlerdi. Ama o kadar kişi ağladı denecek. Ağlasınlar… Tiyatroda ağlamak, gülmenin başka bir şekli demektir. Zaten fizyolojide “gülme” ile “ağlama” arasında, bazı hâllerde fark yok gibidir. İkisi de sinir zayıflığından ileri gelir. Eğer ağlamakla ahlak düzelseydi dünyada çocuklardan uslu akıllı kimse bulunmazdı.
Anjel, “Tabii Evlat” yazarının duygu inceliğinden, sinir zayıflığından faydalanabileceğini ümit ile çocuğu Bodler’e mal etmek için ne yolda düşünüp ona kanaat verecek deliller ileri süreceğine, “Ben sana eylülün yirmi dördüncü günü saat üçte Bulvar Dezitalyen’de köşebaşında rast gelmedim miydi? Bir arabaya binip gezmek için filan ormana gitmedik miydi? Hatta o gün orada filan filan madam veya mösyölere rastladıktı. Canım hatırlamıyor musun? Ormanın bilmem kaç numaralı kestane ağacı altında filan filan maddelere dair uzun uzadıya bahisler yürüttüktü, işte o akşam filan lokantada yemek yiyip de geceyi de filan yerde geçirmedik mi?” yolunda birçok sorulu cevaplı sözlerle dolu o kadar ustaca bir konuşma tertip eder ki çocuğun babası Bodler olmak gerekeceği hususunda Anjel’in kendisinin bile şüphesi kalmaz.
Bir sabah Anjel, karnındaki çocuğu ile Bodler’in oturduğu yere dayanır. Adam yazarlardan ise karı da nazeninlerden, ikisi de ince birer sanat sahibi. Beriki kurnaz ise öteki de fettan. Biri kalemiyle halkı aldatıyorsa öbürü de diliyle âlemi kandırıyor.
Anjel, yazarı, mühim bir kitap yazmakla uğraşırken bulur. Bodler eline kalemi almış -hangi yanlışı, hangi iftirayı, hangi haksızlığı yazmaya kalkışsa yazmam demeyen o kalemi- parmakları arasına sıkıştırmış. Kendisi adamlıktan, insanlıktan çıkmış, göklere yükselmiş, oradan kuş bakışı bir hor görürlükle bütün insan rezaletleri ve kötülüklerini parlak renkler, düzgün sözlerle tasvir ediyor.
Ne duyarlıkta ne dalaverede ikisinin birbirinden bir çekirdek geri kalmadığını söylemiştik ya… Anjel, vereceği haberi müjde olarak vermek ve ona karşı alacağı cevabın da kabulden başka bir şey olmayacağına şüphesi olmadığını göstermek, hiçbir zaman ümitsizlik eseri sezdirmemek üzere tam bir saflık gösterir bir çehre ile söze başlayıp der ki:
“Bonjur Aleksandr Düma! Ne yapıyorsunuz? ‘Trua Musketer’i7 mi yazıyorsunuz? Kalkınız, istikbal ediniz. Matmazel Mari Katerin geldi. Size bir ‘La Dam o Kamelya’8 yazarı takdim edecek.”
Fransa edebiyatını bilmeyen okuyucularımıza, Anjel’in kendine Matmazel Mari Katerin adını vermesi, Bodler’e Aleksandr Düma demesi pek garip ve belki de manasız gibi görünürse de Mari Katerin denilen kadının “Üç Silahşor” hikâyesi yazarı meşhur Aleksandr Düma’nın metresi olduğu ve “La Dam o Kamelya” romanının meşhur yazarı Dümazade’nin dahi bu kanunsuz münasebetten dünyaya gelmiş tabii bir çocuk9 bulunduğu Bodler’ce bilindiğinden Anjel’in bu yersiz sözlerinden maksadının ne olduğunu ilk anda pekâlâ anlamış ve tutturduğu bu yoldan karının içinde boşaltacak daha birçok şeyler bulunduğunu hissetmişti.
Fakat iki kişi arasında görülecek anlaşma kolaylığı bazı derece fikir yakınlığına da bir işaret olacağı cihetle Bodler bu çabuk anlayışı karıya anlatmış olsa çocuğun babalığını yüklenmiş sayılacağından Anjel’in söylediği o muammadan güya hiçbir şey anlayamamış gibi şaşkınlık göstererek:
“Matmazel Mari Katerin kim? Bu odada Aleksandr Düma nerede? Onun oğlu kime takdim olunuyor? Önümdeki eserin ‘Trua Musketer’e benzetilmesine ne münasebet var? Şimdiye kadar çok bilmece işittim fakat her kelimesi başka bir bilmece olan bu söylediğiniz kadar çapraşığına hiç rastlamadım!”
Anjel safça bir kahkaha salıvererek:
“İkramiyesi büyük olan bilmeceler biraz karışık olur. İşte bu da öyle.”
“Acayip, bunun ikramiyesi de mi var?”
“Evet var… Torba içinde durduğu yerde kendi kendine büyüyen bir ikramiye!”
“Hayret matmazel! Hayret!..”
“Bunda hayret edecek bir şey yok. Dur sana bilmeceyi halledivereyim de ikramiyeyi aramızda paylaşalım: Aleksandr Düma, sen, Mari Katerin ben. Dümazade de karnımda. Bilmecenin sandığın kadar karışık olmadığını şimdi anladın mı?”
“Ma parol donör10 anlayamadım. Haydi beni hayalciliğimden dolayı Aleksandr Düma’ya benzetsinler fakat Dümazade, o koskoca edebiyatçı, evvela cenin hâline, sonra da senin karnına girip de nasıl oturabilir? Nisan başında değilim ki ‘puason davril’ yaptığını aklıma getireyim matmazel.”
“Adam sen de… Biz yalan söylemek için her sene nisanın birini bekleyecek takımdan mıyız? Bu şarta uyacak olsak ikimiz de aç kalırız.”
Anjel tavrını biraz ciddileştirerek sözüne devam etti:
“Aman Bodler, sen de ne şakacı adamsın! Senin gibi cin fikirli bir adamın böyle geç laf anlar görünmesi ne kadar tuhaf oluyor. Yazarlar zevzek olurlar ama sen de onların en zevzeğisin. Gebe bir kadını bu kadar üzmek iyi değildir.” diye çocuğun raporunu korsajının arasından çıkarıp Bodler’e göstererek davasını ispat etmek için de hazırladığı delilleri hemen sıralamaya başlar.
İş, böylece bilmecelikten gerçekliğe geçince Bodler cenaplarının da yüzü o eski latifecilikten acı bir sertliğe döner. Bodler, o yolda kadınlardan her gün biriyle münasebette bulunmakta ise de bu nazeninler tarafından “Bunun babası sensin!” diye kendine bir çocuk takdim olunacağını en olmaz bir ihtimal suretinde bile aklına getirmezdi.
Anjel, Bodler’in yüzündeki derin kırışıklardan kafası içinde ne gibi hodbince fikirler kaynaştığını hemen anlayarak açılacak çekişmede herife meydanı dar bırakmak için hemen söze gene kendi atılıp dedi ki:
“Mösyö!.. ‘Tabii Evlat’ adındaki eserinizde, geçindirme zorluğundan dolayı kanunsuz evladını boğan anaları, kadınların insan neslini aralıksız devam ettirmeye yarar birer canlı tarla olmak itibarıyla kutsiyetleri dışında bunları sırf nefis lezzeti ile seven, kazara bunlardan bir çocuk meydana geliverince bunu tabiat kanununa aykırı, zararlı bir hâl olarak sayan inkârcı evlat babalarını korkunç bir muhakemeye çekmiş idiniz. Bugün siz de öyle mevkide bulunuyorsunuz. Bakalım evladınız hakkındaki kararınız, anasına yapacağınız muamele, kendi hakkınızda gene kendinizin vereceği vicdan hükmü ne olacaktır? Bunu anlamaya geldim.”
Tereciye tere satmak gibi garip bir fikre düşen Anjel’e karşı, yazar o ekşi suratıyla der ki:
“Matmazel!.. Bu sözlerinizi işiten sizi namuslu bir kocadan dünyaya evlat yetiştirmek gibi takdir edilecek bir niyetle pansiyondan yeni çıkmış toy bir kızcağız sanır. Kadınlığı, ‘insanlık tarlası’ sayarak düşünmek fikri size karnınız şişmeye başladıktan sonra mı geldi? Çünkü daha evvelden sizde böyle bir çocuk severlik hâli yoktu. O kadar yoktu ki birbirimizle bağdaştığımız zaman ne sizde ana olmak isteği ne de bende baba olmak merakı bulunmadığına ikimiz adına da yemin edebilirim.”
“Pekâlâ mösyö! Pekâlâ! Sözünüzün arkasından sayıp dizeceğiniz filozofça fikirleri anladım. Nafile yorulmayınız. O çok yüksek fikirleri böyle benim gibi bir kadına karşı boş yere harcamayınız. Bir kitaba yazınız da âleme para ile satınız. Çünkü o sözlerin hükmüyle ne sizin ne de benim hareket etmek ihtimalimiz vardır. Biz aramızda açık görüşelim.”
“Yok… Hani ya… Evvela siz analıktan, babalıktan, tabiat kanunundan filan söz ettiniz de ben de onun için gerekli cevaplarda acele ettim.”
“Ayıp değil ya mösyö! Benim merak ettiğim bir cihet var. Kendisi ahlakın en derin çukurunda bocalayan bir adam âleme ‘moral’11 dersi vermek için nasıl kitap yazabilir? İşte ben de bunu anlamak istiyorum. Biz ‘fiy püblik’12 namını taşıyoruz. Canı isteyen, bizden çekinir, uzak durabilir. Size ise ‘moralist’13 deniyor. Bu nam altında bütün ayıplarınız gizli, örtülü kalıyor. Bu önemli noktayı bana izah eder misiniz?”
Bodler, alaylı bir gülümseme göstererek:
“Mademki açık görüşmek istiyorsunuz, mademki birbirimizi yine birbirimize riyasız, tabii, olduğumuz gibi göstermek icap ediyor… Ben yazarlık mesleğimce olan teorilerimizi size anlatayım. Fakat siz de bana kendi sanat ve mesleğinizce olan ince teorileri anlatır mısınız? Eğer buna razı olursanız sözlerinizi ben de not ederim. Bu notlar mühim bir kitaba temel olur. Böylece esaslı bir kitap vücuda gelir. Bu çekişmemizle boş vakit geçirmemiş oluruz.”
“Bu teklifinizi bir şartla kabul ederim.”
“Şartınız nedir?”
“Şartım, yazacağınız kitaptan olacak kazancın konuşmamıza sebep olan çocuğa bırakılmasıdır.”
“Yazarların sandığınız kadar fena adamlar olmadıklarını size karşı ispat etmek için kimin olduğu belli olmayan bir çocuğa bu kazancı bırakırım.”
“Bodler!”
“İşin içinde yalan, hile, desise olmayacağı sizin söylediğiniz şarttan evvel kararlaştırılmış bir şart değil miydi ya?”
“İşte ben de bu ilk şarta uyarak çocuk sizindir diyorum ya. Çünkü sizin değildir desem yalan söylemiş olurum.”
“Sizin meslekte olan bir kadından doğacak çocuk kimsenin değildir. O, ancak sizindir matmazel. Şimdi ettiğim vaadi yerine getirmekten başka çocuğunuza bir ikramda bulunamam. Çocuğun olması işinde benim kadar yardımı bulunan bütün tanıdıklarınız bu kadarcık bir lütuf göstermiş olsalar doğacak çocuk Roçilt’zadeler kadar zengin olur, işte ben payıma düşen fedakârlıktan çekinmiyorum. Çocuğunuz hakkındaki şefkatiniz sizi bundan ileri bir dereceye sürüklüyorsa başka taraflara da başvurunuz.”
Anjel, yazardan çocuk adına çekebileceğinin şu vadedilen miktardan ileri götürülmek ihtimali olmadığını iyice anlar. Onun için vadedilen menfaate kanaate mecbur olur. Yazarın, mesleğinin teorisi için vereceği izahatı bekleyerek susar.
Çekişme sonunun böyle bir uyuşmaya vardığını görünce Bodler bir sigara yakar, bir tane de Anjel’e verir. Sigaraların dumanları yılankavi şekillerle tavana doğru yükselmeye başladığı sırada yazar şu suretle işi izaha girişir:
“Matmazel!.. Kendinize ‘fiy püblik’ yani ‘harcıâlem bir kız’, bize, yani yazarlara da ‘moralist’, yani ‘ahlakiyun’ adını veriyorsunuz. Bu iki sıfatın bir arada söylenmesi iki zıt şeyi toplama gibi görülür ise de bu iki sanata şimdiki moral noktasından bakılınca aralarında görülecek şey büyük bir uzaklık değil, aksine apaçık bir yakınlıktır. Ahlakiyundan olmak için ahlaksızlığı tetkik etmek icap eder. Bir işle fazla uğraşmak, insanın o şeyle senli benli olması sonuna varacağından tehlikeli bir fen denemesinde bulunanların bazen bu deneme sırasında fen yoluna kurban gittikleri görüldüğü gibi, âleme ahlak dersi vereyim derken ahlaksızlık çirkefine düşüp dibi boylayanlar da görülmemiş değildir. Tarih, pek çok büyük yazarların küçüklüğünü ve ahlakçılardan bir haylisinin ahlaksızlığını bize bugün gösteriyor. Bundan fazla eski moralistler ile şimdikiler arasında büyük fark vardır. Hatta ‘moral’ kelimesinin manası bile bütün bütün değişti. Eski Yunanlılarda ‘moralist’ sayılan Teofrast’lar, Plutark’lar, Maksim’ler; Romalıların Çiçeron’ları, Senek’leri, Mark Orel’leri ve daha doğru söylenilmek istenirse bizim (Fransızların) dünkü Montenyi’lerimiz, Roşfuko’larımız, Paskal’larımız, Labruyer’lerimiz bugün hayata geri dönmüş olsalar, bunlardan her biri kendi zamanlarında öğretmiş oldukları ‘moral’in bugünkü peydah ettiği aksi neticeyi görerek şaşırıp kalırlar ve şimdiki morali öğrenmek için yeniden okumak zorunda kalacakları için buna da belki canları sıkılır. Eski ‘moral’ ile yenisini, hele ‘edebiyat’ ile ‘moral’i birbirinden ayırmak lazımdır. Her parlak söz, kaideye uygunluğu yüzünden ‘edebiyat’tan sayılabilirse de edebiyattan olan her şey ‘moral’ olamaz. Eski zaman ahlakçıları pisliğe el değdirmeden bunun ne olduğu hakkında hüküm vermek ve fikir söylemek gibi garip iddiada bulunurlarmış. ‘Natüralizm’ ve ‘eksperimantalizm’ usulleri edebiyatta da kullanılmaya başlayalı beri arama ve yazma yolları değişti. Klot Bernar’ın deneme usulünü fizyolojiye, hekimliğe tatbikinden sonra roman da tetkik usulleriyle tecrübe fenleri sırasına girmek istidadını gösterdi. Fenler iki kısımdır: Birincisi sadece tetkik ile ne olduğunu bulmaya uğraşılanlardır ki tetkik eden kimsenin bundaki fence araştırması yalnız tabiatı tetkikten ibaretti. İkincisinde ise tetkik eden kimse yalnız tabiatı tetkik ile kalmayıp tabiat üzerine tesirler icrasıyla tecrübe usulünü kullanabilir. Böylece astronomi, jeoloji, mineroloji, botanik, zooloji fenleri birinci kısımdan, fizik, kimya, fizyoloji ilimleri dahi ikinci kısımdan savılır. Buna göre biz de romanlarımızda yaşatacağımız kişileri tabiattan birer tip (örnek) olmak üzere seçer, bunların ana babalarından, atalarından miras olarak alacakları bünye, huy ve başka her türlü yaradılış hâlleri ile sonradan içinde yaşayacakları âdetler, ahlak ve yaşama usulünü göz önünde bulundurarak filan şartlar altında doğup ve filan sosyal şartlar içinde yaşayan bir adamın ömrü, rastlayacağı hayat vakalarına göre nasıl geçmesi ve ne gibi neticeler göstermek gerekirse bunu son derece tabiata uygun bir şekilde anlatırız. Eğer bu yoldaki tetkikler ve tabii anlatışımızda ne kadar başarı gösterirsek cemiyetçe bundan mühim neticeler, yararlı hareketler elde edilir. Filan yaradılış ve hayat şartları ile yaşamış bir adamın hayatının sonucu bizce maddi olarak görülse bile, o şartlardan bazılarını değiştirsek işin sonuna da tesir etmesi gerekli değişiklikleri bize keşfettirecek fen işte ‘roman eksperimantal’dir.14 Sanatımızın böyle çapraşık cihetleri bulunduğu için matmazel, tatbik edilebilen bazı işleri kendimizde denemek isteriz. Bu on dokuzuncu hasta asrın ahlakça olan zehirlerini kendimize aşılarız. Bazı tehlikeli hastalıklara çare bulmak için korkunç hastalıkların tohumlarını vücutlarına aşılayan fen fedakârlarından o tesir ile ömürlerinin sonuna kadar sağlıkları, kanları bozuk kalanlar olduğu gibi bizde de o çeşit tecrübe zehirlerinden kurtulamayanlar bulunabilir. Fakat halkça göz önünde bulundurulacak şey söyleyen kimsenin kendisi değil, söylediği sözdür. Kansızlığa tutulmuş bir hekimden kuvvetlenme için reçete alanlar ve o ilaçlardan bazı da fayda görenler yok mudur? Öyle bir hekimin reçetesi kendine iyi gelmez de başka bir bünyeye iyi tesir edebilir. Hekimlerin hasta olmamak, uzun ömürlü olmak gibi öteki insanlardan başka bir imtiyazları yoktur ya! Bunlardan genç, ihtiyar çeşitli yaştakilerin her türlü hastalıktan her gün öldükleri görülüyor. Bu hâlden ne hekimlere yılgınlık geliyor ne de onlara başvuranlara ümitsizlik. İşte matmazel biz, kendinin tutulmuş olduğu aynı hastalığa tutulmuş başka bir hastayı iyileştirmeye uğraşan doktora benzeriz. Bu eksiklik yalnız bizim mesleğimizde değil, öteki mesleklerde de vardır. Bir avukatın, vicdanına aykırı geldiği hâlde, bir cani ve suçsuz için bağış veya mücazat istemesi de buna benzer. Ahlakın en aşağı çukurunda bulunan bir adamın âleme ahlak dersi vermesindeki hikmeti şimdi anlayabildiniz mi?”