Czytaj książkę: «Gülümseyen Adam»
Ön Söz
Kurt Wallander; Yeniden…
2000’li yıllarda İskandinav ülkelerinde polisiye edebiyatın yükselişine tanık oluyoruz. 1960’lı yıllarda İsveç’te Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nun Martin Beck dizisi ile başlayan sürecin bugün ulaştığı noktada artık uluslararası bir başarıdan söz etmek gerekir. Hemen her ülkeye çevrilen, TV dizileri ve sinema uyarlamalarıyla milyonlara ulaşan İskandinav polisiyelerinin lokomotifliği son birkaç yıldır Stig Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız’ındaydı. Ancak polisiyeseverler için bu edebiyatın yıldızı – Sjöwall ile Wahlöö’nun gerçek mirasçısı– Henning Mankell’dir.
İsveç’te polisiye yazımı erken bir tarihte başlamıştı. İlk polisiye/gizem romanı yazarı 1893 yılında Stockholmsdetekiven’i (“Stockholm Dedektifi”ni) yayımlayan Frederik Lindholm oldu. Onu Frank Heller ve bir dizi Sherlock Holmes parodisi ile Sture Stig izledi. Ancak polisiye edebiyatın asıl yükselişi 40’lı yıllardan sonradır. En önemli isim 1944’ten 1960’ların sonlarına kadar Stockholm merkezli romanlar yazan Stig Trenter’di. Bu romanlar kentin toplumunu ve coğrafyasını o kadar güçlü bir şekilde yansıtıyordu ki bu eğilimi karakterize etmek için “Trenter Sendromu” terimi kullanılır olmuştu. İlk kadın yazar olarak Maria Lang’ı, suçu kasabalara taşıyan R. K. Ronblom’u ve polisiyeye toplumsal meseleleri sokan Vic Suneson’u da anmadan geçmeyelim.
Saydığım bu yazarlar yol açıcılardı; modern İsveç polisiyesinin yaratıcıları ise onların açtıkları yoldan ilerleyen Maj Sjowall ve Per Wahloo’dür. 60’ların sonlarında birlikte kaleme aldıkları Martin Beck dizisi, gerek polisiye kurgusuyla, gerek barındırdığı siyasi ve toplumsal eleştiriyle bir bakıma “İsveç polisiyesi”nin kurallarını ortaya koymuştu. Kerstin Erkmen bu kurallara İsveç coğrafyasının etkileyici atmosferini ekledi. O zamanlardan günümüze, İsveç’ten kendisini uluslararası alanda kanıtlayan pek çok yazar çıktı. Ancak hiçbiri Henning Mankell’in başarısını yakalayamadı.
Henning Mankell, 3 Şubat 1948’de İsveç’in kuzeyindeki Härjedalen’de doğdu. On yedi yaşında Stockholm’e giderek Riks Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 1968’de yönetmenliğe, yazarlığa ve siyasete adım attı. Sosyalist bir aktivist olarak Vietnam Savaşı’na, Güney Afrika’nın apartheid rejimine ve Portekiz’in Mozambik sömürge savaşına karşı eylemlerde yer aldı. 1970’lerde Norveç’e taşındı ve Norveç Komünist Emek Partisi’ne destek verdi. İlk romanı Bergsprängaren (“The Rock Blast”) 1973’te yayımlandı. 1985’te Maputo’da bir tiyatro topluluğu kurmak üzere aldığı davet sonucu gittiği Mozambik ikinci vatanı oldu Mankell’in. 1991-2009 yılları arasında yazdığı –Komiser Wallander– polisiyeleri sinema ve dizi uyarlamalarıyla birlikte dünya çapında ün kazandı. Bunların yanı sıra Afrika’da geçen romanlar, tiyatro oyunları, çocuk ve gençlere yönelik kitaplar da yazdı. 2001’de İsveç’te kendi yayınevi Leopard Förlag’ı kurdu. Kitapları kırk bir ülkede kırk milyon satışa ulaşan, çok sayıda ödüle değer görülen Henning Mankell 2015 yılında hayata veda etti.
Hikâye başlıyor
Mankell, ilk Wallander macerasını 1991 yılında yazmış, roman İngilizceye 1997’de, Türkçeye ise 2000’de –Ölümün Karanlık Yüzü adıyla– çevrilmiş, on romanlık dizi 2009 yılında Huzursuz Adam ile sona ermişti. İsveç polisiye edebiyatının en önemli isimlerinden Henning Mankell ve onun unutulmaz dedektifi Kurt Wallander yeni bir edisyonla bir kez daha okuyucularla buluşuyor.
Ayrıksı Kitap’ın Karanlık Yüz adı ile yayımladığı ilk macerada tanışıyoruz Kurt Wallander ile. Tarih 8 Ocak 1990. İlk izlenim olarak şunları kaydedebiliriz; kırk iki yaşında, karısı tarafından terk edilmiş, alkol bağımlılığın eşiğinde, öfkeli ve yalnız bir adam. Yalnızlığının müsebbibi biraz da kendisi. İşinden ne ailesine ne yakınlarına ayıracak zaman bulan Wallander, Skåne bölgesindeki Ystad kasabasının en deneyimli cinayet polisi.
Sonraki iki romanda yani Riga’nın Köpekleri v e Beyaz Aslan’da Kurt Wallander bir yandan ulusal ve uluslararası suçlarla, diğer yandan kafasındaki canavarlarla mücadelesini sürdürürken yıllar da ilerledi. Gülümseyen Adam’a geldiğimizde tarihler 1993’ü gösteriyor. Son macerada hayli yıpranan ve geçen bir yılı hastalık izninde geçiren kahramanımız göreve dönmeye hazır hissetmiyor kendisini; “bu süre boyunca güçsüzlük hissi eylemlerini etkilemiş ve yaşamında baskın hâle gelmiş”. Aslında, “meslekten ayrılmanın da zamanı geldi” diye düşünüyor inzivaya çekildiği Danimarka’daki sahil kasabasında. Ancak onu görmek isteyen ve babasının ölümü ile ilgili kuşkularını dile getiren bir arkadaşının cinayete kurban gitmesi kararını değiştirmiştir. Kimseye bu ziyaretten söz etmez ama soruşturmayı üstlenir. Olayı biraz deştiğinde Wallander, sadece suçla değil özünde suçlu olan kapitalist sistemle karşı karşıyadır…
Wallander Polisiyeleri
Kahramanımız her ne kadar ekip çalışmasına pek yatkın olmayan “yalnız kurt”lardan olsa da Kurt Wallander dizisi – tıpkı Martin Beck dizisi gibi– “polis işlemlerine ağırlık veren” türdedir. Wallander, örgütlü suça karşı örgütlü polis gücünün bir parçasıdır ve bu efsanevi karakter küreselleşmiş dünyanın, 1990’lı yılların azgınlaşmış bireyciliğinin ve bunun türevi olan toplumsal yozlaşmanın hâlâ ahlak sahibi olan bir insanda yaptığı yıkımın izlerini taşır. Babası parasız bir ressam, annesi evlerde temizliğe giden bir işçidir. Öyle ki zenginliğe karşı içgüdüsel bir refleksi/tiksintisi vardır Wallander’in. Onun bu refleksi solcu, muhalif, aktivist Henning Mankell’in romanlarındaki sınıfsal tavrı sürekli kılar.
Kurt Wallander, polisiye tarihinin en etkileyici dedektif tiplemelerinden biri olarak gösteriliyor. Dedektif denildiğinde bulmacamsı cinayetleri büyük bir maharetle çözen “Altın Çağ” dedektifleri ya da “Private Eyes” geleneğinin sokaklarda belalılarla boğuşan sert erkekleri gelebilir aklımıza. Oysa Wallander ne Sherlock Holmes’a, ne Hercule Poiriot’ya, ne Maigret’ye ne de Philip Marlow’a benziyor. O kendi çağının bir ürünü, 20. yüzyılın ikinci yarısının dinamiklerinin, yeni mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu bir kahraman tipi. Bu tipin doğuşunu ve polisiye romanlardaki değişimi kavramak için Ernest Mandel’in Hoş Cinayet’teki tespitlerine kulak vererek değişimi kısaca özetleyelim:
“Suçun nicel artışıyla birlikte nitel bir dönüşümü de gündeme geldi. Örgütlü suç egemen olmaya başladı. Örgütlü suçun rüşdünü ispat etmesi, salon dedektif romanının ölüm çanını çaldı. Lord Peter Wimsey ya da Peder Brown bir yana, Hercule Poirot’nun Mafya’ya karşı mücadele etmesini hayal etmek olanaksızdır. Sam Spade, Philip Marlowe, Nestor Burma ve Lew Archer mevcut toplumsal düzenle ilgili herhangi bir yanılsamadan alaycı biçimde uzak, sert karakterler olarak görülebilir. Ancak örgütlü suçun ulaştığı devasa boyutlar karşısında tek başlarına ayakta kalmaları imkânsızdır. Örgütlü suçun geniş çapta ortaya çıkmasıyla birlikte, gerçek yaşamda suç takibi ve suçla mücadelede de orantılı bir değişiklik oluşmak zorundaydı. Suçu ele alan edebiyatta da benzer bir gelişme kaçınılmazdı. Otuzların sonunda ve kırkların başında özel dedektif, yerini geniş çaplı bir örgüt tarafından desteklenen polis memuruna bırakmaya başladı. Yeni bir polisiye roman türü, ‘polis işlemlerine ağırlık veren’ bir tür doğdu.”
Martin Beck ve Kurt Wallander işte bu türün temsilcileriydiler. Elbette türlerinin yegâne örnekleri değiller. Siyasi/toplumsal içeriği ağır basan gerçekçi polisiyelerde, özellikle de İskandinav polisiyelerinde bu türden dedektif tiplemeleri sıklıkla canlandırılıyor. Ama bu türden dedektiflerin esin kaynağının Beck ve Wallander polisiyeleri olduğunu eklemek gerekir.
Wallander, bir anlamda eski moda bir insan. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanıyor. Ancak Kurt Wallander’in bu denli sevilmesinin nedeni –Mankell’in deyişiyle– değişme özelliği; “dördüncü kitaptaki Wallander, birinci kitaptakinin aynısı değildir. Bir romanın 30. sayfasındaki Wallander ile 400. sayfasındaki Wallander de farklıdır. Wallander, sizin gibi, benim gibi sürekli değişir. Bu onu canlı yapar. Bu yönüyle Sherlock Holmes ya da Hercule Poirot’dan ayrılır. Onlar hep aynı kalır. Bunlar stereotip karakterlerdir. Ancak bir roman karakterinin canlı görünmesi için değişmek zorundadır.”
42 yaşındayken tanımıştık Wallander’le. Her macerasında biraz daha yaşlandı. Dizinin sonuna gelindiğinde altmışına merdiven dayamış bir Wallander çıkacak karşımıza; Ystad kırsalındaki evinde, köpeğiyle birlikte emeklilik günlerinin geldiğinin, aslında ölümün yaklaştığının farkındalığıyla, melankolik bir ruh hâli içinde yaşayan uyumsuz bir adam…
Wallander’le birlikte çevresindeki insanlar, hatta toplumuyla, siyaseti, ekonomisi, hayat koşullarıyla İsveç de değişiyor. İsveç giderek daha çekilmez bir hâl almıştır. Bütün bunlara – tıpkı her bir macerası gibi– ağır ağır ilerler. Okuyucu, Wallander ve ekibiyle birlikte hem hikâyeyi hem değişimi sindirecek fırsatı bulmuştur.
Hennig Mankell, Kurt Wallander’in değişen tutum ve bakış açıları aracılığıyla ülkedeki toplumsal değişimlerin izini sürer. Söz konusu değişim romanların akışına paralel biçimde ağır ağır gerçekleşir. Okuyucu Wallander ve ekibiyle birlikte hem hikâyeyi hem değişimi sindirecek fırsatı bulacaktır.
Mevsime ve coğrafyaya da yavaş yavaş uyum sağlarız. Mankell’in Skåne’si; “İsveç topraklarının sona erdiği, sanki Doğu Baltık kıyılarında bir tür Rip Grande gibi bir yer”dir; “Dünyanın geri kalan kısmı diğer tarafta…” Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet mükemmel bir polisiye atmosfer yaratır. Bu atmosferin önünde görüp geçirdikleriyle filozoflaşmış Wallander “Katil kim?” sorusundan ziyade katili suça sevk eden nedenleri araştıracaktır. Asıl araştırdığı hayattır.
Zulmün Tarihi…
Wallander, hayatı araştırırken yaratıcısı Henning Mankell’in niyeti hayatı cehenneme çeviren nedenleri ortaya koymaktır. Nedenler derken teker teker insanlarda somutlanan kötülükten, kötülüğün psikolojik dinamiklerinden söz etmiyorum. Bunlar da var elbette ama Henning Mankell –daha çok– bu dinamikleri harekete geçiren asıl nedenleri, suçun iktisadi altyapısını, siyasi ve toplumsal saikleri, insanın insana zulmünü sergilemek niyetindeydi.
Henning Mankel’in niyetinin en iyi özeti –Wallander dizisi dışındaki romanlarından–Kennedy’nin Beyni’nde bir roman kahramanının ağzından şöyle dile getirilecektir;
“Dr. Raul hırsa karşı bir direniş oluşturmaya, giderek artan sayıda kişinin kanını kirleten bu virüse saldırmaya çalışıyor. Güvendiği insanları buraya, bana gönderiyor. ‘Bir Zulüm Tarihi’ olduğunu öğrensinler istiyor.”
Henning Mankell’in bütün edebî hayatına yansıyan arzusu tam da budur; “Zulmün Tarihi”ni anlatmak…
İsveç polisiyelerinin ortak paydası İsveç toplumuna dair gerçekçi bir sorgulayıcı bir bakışla yazılmalarıdır. Bu durum kuşkusuz yazarların siyasi ve toplumsal bilinciyle ilişkili. Nitekim Henning Mankell yazarlığı kadar siyasi duruşuyla da tanınan bir entelektüeldir ve bütün romanlarında eleştirel bir ton vardır. Wallander dizisi küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçmesine rağmen suç yerelle sınırlı kalmaz, önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Bu, Ernest Mandel’in Hoş Cinayet adlı polisiye edebiyat incelemesine çok uygun bir yaklaşım. Ne demişti Mandel? Özetle şunları; “polisiye romanın evrimi bizzat suçun tarihini yansıtır (…) Polisiye romanın tarihi de bir toplumsal tarihtir, zira burjuva toplumunun –hatta meta üretiminin– tarihine ayrılmaz şekilde bağlıdır ve onun tarafından üst belirlenmiştir (…) Burjuvazinin tarihinin kendini niçin bu çok özel edebî tür içinde yansıttığı sorusunun cevabı şudur: burjuva toplumunun tarihi mülkiyetin tarihidir; mülkiyetin tarihi de kendi zıddının, yani suçun tarihini içerir.”
Bugüne dek yayımlanan romanların hepsinde suç siyasi ve toplumsal meselelerle sıkı sıkıya ilişkilidir. Karanlık Yüz’de mülteciler sorunu ve İsveç’te giderek yükselen yabancı düşmanlığı, Riga’nın Köpekleri’nde ise Baltık ülkelerinin hazin tablosu, Beyaz Aslan’da Güney Afrika özelinden ırkçılık ve yarı-resmî ırkçı örgütlenmeler, Gülümseyen Adam’da insanların ve vücut parçalarının, hiçbir ahlaki değer gözetmeden, alınıp satılan bir pazar ürününe indirgenmesi, bütün bunlar en az cinayetler kadar öne çıkıyor. Mankell’in olaylara bakışındaki keskinliğe özellikle dikkat çekmek gerekir. Zira 1990’ların başında işaret ettiği meseleler hâlâ yakıcı biçimde geçerliliklerini koruyorlar.
Serinin bundan sonraki romanlarında Henning Mankell’in siyasi ve toplumsal sorunları –zaman zaman uluslararası boyutlara varacak şekilde– çeşitlendireceğini söyleyebilirim. Üstelik küçük bir İsveç kasabasından, Ystad’dan yol çıkarak yapıyor bunu. Mankell, çok başarılı manevralarla suçu yerelin sınırlarının dışına taşımayı biliyor. Tam da Mandel’in “polisiye romanlarla kapitalizmin tarihinin birlikteliği” tezine uygun bir yaklaşım; küreselleşen dünyada suç da küreselleşiyor.
Bir bütün olarak Wallander serisinin ne anlattığını Henning Mankell’in –serinin son romanında okuduğumuz– bir cümlesiyle özetlemek en iyisi olacak:
“Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularında yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.”
Ömer Türkeş
Korkulması gereken şey, azametlilerin ahlaksız olması değil, azametli olmaya götüren ahlaksızlıktır.
Alexis de TocquevilleAmerika’da Demokrasi
1
Sis.
Sanki sessiz, sinsi bir av hayvanı… Sis, Skåne’yi kapladığında dünya görünmez olur, bütün ömrüm Skåne’de geçmiş olsa bile buna asla alışamayacağım.
11 Ekim 1993, Saat 21.00.
Her tarafa denizden gelen bir sis çökmüştü. Arabasıyla Ystad’daki evine gidiyordu ve kendisini kesif, beyaz bir kütlenin içinde bulduğunda Brösarp Tepeleri’ni henüz geçmişti.
Birden içinde bir korku belirdi.
Sisten korkuyorum, diye düşündü. Oysa Farnholm Şatosu’nda görüştüğüm adamdan korkmalıyım. Arkasında daima pusuya yatmış, yüzleri seçilemeyen tehditkâr korumaları olan dost canlısı adamdan. O adamı ve o dostça gülümsemesinin arkasında gizli olduğunu öğrendiğim şeyi düşünmeliyim. Toplum içindeki itibarı hiç kuşku uyandırmayacak kadar lekesiz olsa da asıl korkmam gereken, Hanö Körfezi’nden sürüklenen sis değil, o adam. Yoluna çıkan herkesi öldürmekte bir an bile tereddüt etmediğini öğrendiğimden beri.
Ön camı temizlemek için silecekleri çalıştırdı. Karanlıkta araba kullanmayı sevmezdi. Bilhassa far ışığında bir oraya bir buraya koşuşturan tavşanlarla karşılaşmayı hiç sevmezdi.
Bir defasında, otuz yıl kadar önce, yabani bir tavşanı ezmişti. Tomelilla yolunda gidiyordu, ilkbahar başlarında bir akşam vaktiydi. Frene bastığı ânı dün gibi hatırlıyordu ama yine de kaportadan gelen tok bir ses duymuştu. Hemen arabayı durdurup dışarı çıkmıştı. Tavşan yerde yatıyordu ve arka ayakları çırpınıyordu. Vücudunun üst kısmı felç olmuştu ama gözleri ona doğru bakıyordu. Kendini yol kenarından büyükçe bir taş bulmaya zorlamış, taşı tavşanın kafasına vururken gözlerini kapamıştı. Ölü hayvana tekrar bakmadan aceleyle arabasına binmişti.
Tavşanın gözlerini ve vahşice çırpınan ayaklarını asla unutamamıştı. Bu olay tekrar tekrar aklına geliyordu, genelde de hiç beklemediği zamanlarda.
Bu tatsız düşünceleri geride bırakmaya çalıştı. Otuz yıl önce ölen bir tavşan bir adamın yakasını bırakmıyor olabilir ama ona zarar veremez, diye düşündü. Yaşayanlar arasında endişelenmem gereken yeterince insan var.
Dikiz aynasını her zamankinden daha fazla kontrol ettiğini fark etti.
Korkuyorum, diye düşündü tekrar. Bildiğim bir şey varsa o da kaçıyor olduğum. Farnholm Şatosu’nun duvarlarının arkasında saklı olduğunu bildiğim şeyden kaçıyorum. Ve onlar da bunu öğrendiğimden haberdarlar. Fakat acaba ne kadarından? Bir zamanlar yeni yetme bir avukat olarak ettiğim sessizlik yeminini bozacağımdan endişe etmelerine yetecek kadarından mı? Uzun zaman önce mesleki sırlara kutsal bir sadakat göstereceğime dair yemin etmiştim. Yaşlı avukatlarının vicdanından endişeliler midir acaba?
Dikiz aynasında hiçbir şey yoktu. Sisin içinde tek başınaydı ama bir saatten az bir süre içinde Ystad’a dönmüş olacaktı.
Bu düşünce sadece bir an için bile olsa keyfini yerine getirdi. Demek her şeye rağmen onu takip etmiyorlardı. Yarın ne yapacağına karar vermişti. Avukat olan ve aynı zamanda birlikte çalıştığı oğluyla konuşacaktı. Hayatın ona öğrettiği bir şey varsa o da her zaman bir çözüm yolu olduğuydu. Şimdi de olması gerekiyordu.
Arabanın ışıksız ön panelinde el yordamıyla radyo açma düğmesini aradı. İçerisi genetik alanındaki son gelişmelerden bahseden bir adamın sesiyle doldu. Kelimeler bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Saatine baktı, neredeyse dokuz buçuk olmuştu. Arkasında hâlâ kimse yoktu fakat sis daha da yoğunlaşıyor gibiydi. Buna rağmen biraz daha gaza bastı. Farnholm Şatosu’ndan uzaklaştıkça kendisini daha iyi hissediyordu. Belki de her şeye karşın korkmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu.
Salim kafayla düşünmeye çalıştı.
Her şey tam anlamıyla sıradan bir telefon görüşmesiyle başlamıştı, masasında düzenlenmesi gereken acil bir sözleşmeyle ilgili kendisiyle irtibata geçilmesini isteyen bir adamın mesajı vardı. Adamı tanımıyordu ancak inisiyatif alarak telefon etmişti; önemsiz bir İsveç kasabasındaki küçük bir avukatlık bürosu, bir müvekkil adayını kolay kolay reddedemezdi. Telefondaki sesi şimdi bile hatırlayabiliyordu: Kuzeyli, kibar bir aksanı olan fakat aynı zamanda hayatının her dakikasının çok değerli olduğuna dair izlenim veren bir ses. İşi, Skanska1 bayisi olarak çalışan şirketlerinden birinin Suudi Arabistan’a Korsika’da kayıtlı nakliye şirketiyle bir miktar çimento nakliyesini kapsayan karmaşık bir ticari işlem olarak açıklamıştı. Laf arasında bu yükün Hamis Muşayt’ta2 yapılacak devasa bir cami ya da Cidde’de3 inşa edilen bir üniversite binası için kullanılacağını ima etmişti.
Birkaç gün sonra Ystad’daki Continental Oteli’nde buluşmuşlardı. Oraya erkenden gitmişti, restoran öğle yemeği için henüz açılmamıştı, köşedeki bir masaya oturmuş ve adamın gelişini beklemişti. Restorandaki tek kişi pencereden dışarı kasvetle bakan Yugoslavyalı bir garsondu. Ocak ayının ortasıydı, Baltık Denizi’nden şiddetli bir rüzgâr esiyordu ve yakında kar yağacak gibiydi. Fakat kendisine yaklaşan adam güneşte daha yeni yanmış gibi görünüyordu. Koyu mavi bir takım elbise giymişti ve ellisinden fazla göstermiyordu. Her nasılsa, Ystad’lılara benzemediği gibi ocak ayında da değilmiş gibiydi. O bronzlaşmış yüzüne ait durmayan gülümseyişiyle bir yabancıydı sanki.
Farnholm Şatosu’ndaki adamı ilk defa o zaman görmüştü. Çantasız, kendine ait ayrı bir dünyada yaşayan, terzi elinden çıkmış mavi takım elbise giyen, her şeyden önce gülümsemesi göze çarpan bir adam ve arkasında onu gölge gibi takip edip dikkatle hareket eden, ürkütücü görünümlü iki koruması.
Evet, o zaman bile gölgeleri oradaydı. İkisiyle de tanıştırılıp tanıştırılmadığını hatırlayamadı. Restoranın diğer tarafındaki bir masaya oturmuşlar, efendilerinin görüşmesi bittiğinde tek kelime etmeden ayağa kalkmışlardı.
Altın çağ, diye geçirdi içinden kederle ve ben buna inanacak kadar saftım. Oysa bir avukatın hayal dünyası, en azından dünyanın bu yerindeki, bir cennet hayaliyle gölgelenmemeliydi.
Altı ay içinde bronz tenli adam, hukuk bürosunun gelirlerinin yarısını sağlar hâle gelmişti, bir yıl içinde de kazançları ikiye katlanmıştı. Faturalar en kısa sürede ödenir, hatırlatmak için mektup göndermeye asla gerek kalmazdı. Ofislerini yeniden dekore edebilmişlerdi. Farnholm Şatosu’ndaki adam, işini dünyanın her köşesinden ve az çok rastgele seçilmiş gibi görünen yerlerden yönetebiliyordu. Alışılmadık isimleri olan, bazılarını danışmadaki deri koltuğun yanında duran yerkürede bile zorlukla bulabildiği şehirlerden gelen fakslar, telefonlar ve hatta bazen radyo sinyalleriyle. Yine de her şey ne kadar karmaşık olursa olsun kanunlara uygundu.
Yeni bir çağın şafağı söktü, diye düşündüğünü hatırladı. Sonuçta olup biten bu… Bir avukat olarak Farnholm’deki adamın telefon defterinden beni seçmiş olmasına minnettar olmalıyım.
Gözünün önüne gelen hatıra şeridi birden kesildi. Bir an hayal gördüğünü sandı ama sonra dikiz aynasındaki far ışıklarını açık seçik gördü.
Demek sessizce yaklaşmışlardı.
Korku aniden tüm benliğini sardı. Sonunda onu takip etmişlerdi. Sessizlik yeminini bozarak ihanet etmesinden korkmuşlardı.
İlk yaptığı şey sisin içinde hızlanmak oldu. Alnından ter boşaldı. Arkasındaki farları görebiliyordu. Öldürmek için gelen takipçiler, diye düşündü. Başka kurtulan olmadığı gibi ben de kaçamayacağım.
Ancak araba yanından geçip gitti. Sürücünün yüzü gözüne ilişti, yaşlı bir adamdı. Sonra da arabanın arkasındaki kırmızı lambalar sisin içinde gözden kayboldu.
Cebinden çıkardığı bir mendille yüzünü ve boynunu sildi.
Yakında evimde olacağım, diye düşündü. Hiçbir şey olmayacak. Bayan Dunér bugün Farnholm’e gideceğimi randevu defterine kaydetmişti. Kimse –hatta o adam bile– yaşlı avukatını toplantıdan evine dönerken öldürmek için adamlarını göndermez. Bu çok riskli olur.
Bir şeylerin yanlış gittiğini fark edeli yaklaşık iki sene olmuştu. Hatırı sayılır bir miktardaki para için kefil olan İsveç Ticaret Odası’na ait sözleşmelerin kontrol edilmesiyle ilgili sıradan bir işle meşguldü; Polonya’daki türbinler için yedek parçalar, Çekoslovakya için biçerdöverler. Küçük bir detay söz konusuydu, bazı sayılar uyuşmuyordu. Muhtemelen baskı hatası olduğunu, belki bir yerlerdeki iki rakamın karıştığını düşünmüştü. Hepsini tekrar incelediğinde bunun bir yanlışlık değil kasıtlı yapılan bir şey olduğunu anlamıştı. Hiçbir şey eksik değildi, aksine her şey doğruydu, ancak sonuç korkunçtu. İlk düşüncesi buna inanmama yönündeydi. Ancak sonra bir suçu ortaya çıkardığından kuşkusu olmadığını kabul ederek –gecenin geç bir saati olduğunu anımsıyordu– sandalyesinde geriye doğru yaslanmıştı. Ystad sokaklarında yürümek için dışarı çıktığında şafak yeni sökmüştü, Stortorget’e vardığı zaman gördüklerinin başka bir açıklaması olmadığını istemeden de olsa kabul etmek zorunda kalmıştı: Farnholm Şatosu’ndaki adam, ticaret odasıyla ilgili büyük bir güven suistimalinin, vergi kaçakçılığının ve evrakta sahtecilik olayının sorumlusuydu.
Bundan sonra sürekli Farnholm’den gelen bütün evraklardaki kara delikler için gözünü dört açmıştı. Her seferinde olmasa da çoğu zaman açıkları yakalamıştı. Suçun boyutu kafasına yavaş yavaş dank etmişti. Kayda geçirmekten kaçınamadığı kanıtları kabullenmemeye çalışmış fakat sonunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Öte yandan bu konuda doğru dürüst bir şey yapmış sayılmazdı. Bildiklerini oğluna bile anlatmamıştı. Bunun nedeni, bilincinin derinliklerinde bütün bunların doğru olmadığına inanmayı tercih etmesi miydi? Kimsenin, görünüşe göre vergi dairesinin bile hiçbir şeyden haberi yoktu. Belki de tamamen farazi bir sırrı ortaya çıkarmıştı? Ya da artık Farnholm Şatosu’ndaki adam hukuk bürosunun ana gelir kaynağı olmuşken her şey için çok geç miydi?
Sis şimdi biraz daha yoğunlaşmıştı. Ystad’a yaklaştığında sisin kaybolacağını umdu.
Bu şekilde devam edemezdi, bu çok açıktı. Farnholm Şatosu’ndaki adamın ellerine kan bulaştığını fark edeli uzun zaman olmuştu.
Oğluyla konuşacaktı. Her geçen gün baltalanıp sulandırılsa da, Tanrı’ya şükür, İsveç’te hâlâ hukuk kuralları geçerliydi. Kendi yaptığı göz yummalar da hukukun zayıflatılma sürecinin bir parçasıydı. Bu kadar uzun süre gözlerini kapatmış olması bundan sonra da sessiz kalmasını gerektirmezdi.
Kendisini asla intihara sürüklemeyecekti.
Birden far ışığında bir şey gördü ve frenleyerek durdu. Önce tavşan olduğunu zannetti. Fakat sonra yolda bir şeyin durduğunu fark etti.
Uzun farları açtı.
Yolun ortasında bir sandalye vardı. Basit bir mutfak sandalyesi… Üzerinde insan büyüklüğünde bir kukla duruyordu. Kuklanın yüzü beyazdı.
Yoksa terzi mankenine benzetilmiş gerçek bir insan mıydı?
Kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Sis, far ışıklarında kıvrım kıvrım dönüyordu. Ne sandalyeyle üzerindeki kuklayı yok etmenin, ne de içinde yükselen korkuyu görmezden gelmenin bir yolu vardı. Dikiz aynasını kontrol etti. Hiçbir şey göremedi. Sandalye ve kuklaya on metre kalıncaya dek arabayı yavaşça sürdü. Sonra tekrar durdu.
Kukla, yalnızca üstünkörü giydirilmiş bir korkuluk değildi, şaşırtıcı derecede insana benziyordu. Benim için hazırlanmış, diye düşündü. Radyoyu kapattı, elleri titriyordu, dikkatle etrafı dinledi. Yalnızca sis ve sessizlik vardı. Şimdi ne yapacağını bilmiyordu.
Onu duraksatan şey ne sisin içinde ortaya çıkan sandalye ne de hayalete benzeyen kuklaydı. Bunların arkasında ne olduğunu bilmediği başka bir şey vardı. Belki de yalnızca kendi içinde var olan bir şey.
Çok korkuyorum, dedi kendi kendine ve bu korku salim kafayla düşünmeme engel oluyor.
Sonunda emniyet kemerini çözüp kapıyı açtı. Dışarıda havanın ne kadar soğuk olduğuna şaşırdı. Arabadan çıktı ve gözlerini farların aydınlattığı sandalyeyle kuklaya dikti. Son düşüncesi kuklanın bir aktörün rolüne başlayacağı bir sahne düzenini anımsatmasıydı.
Arkasında bir ses duydu ancak geriye dönemedi. Darbe kafasının arka tarafına gelmişti.
Bedeni nemli asfalta çarpmadan önce ölmüştü.
Saat 21.53’tü. Sis şimdi daha da yoğundu.