Beşinci Kadın

Tekst
Z serii: Kurt Wallander #6
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Afrika – İsveç
Mayıs – Ağustos 1993

ÖN SÖZ

Kutsal görevlerini yerine getirmek için geldikleri gece oldukça sakindi.

Dört adamın en küçüğü olan Ferid daha sonraları köpeklerden bile çıt çıkmadığını hatırlayacaktı. Adamlar kendilerini saran ılık havada ara sıra çölden esen hafif esintileri zar zor hissediyorlardı. Karanlık çöktüğünden beri bekliyorlardı. Onları Cezayir’den Dar Aziza’daki buluşma yerlerine getiren araba eskiydi ve yolda onlar için kötü sürprizler hazırlamıştı. Yolculukları iki kez kesintiye uğramıştı. İlkinde sol arka lastikteki patlağı onarmak için durduklarında daha yolu yarılamamışlardı bile. Daha önce başkentin ötesine geçmeyi hiç göze almamış olan Ferid, bir kayanın gölgesine oturmuş, manzaradaki dramatik değişimleri hayretle izlemişti. Lastiğin kauçuk yüzeyi çatlamış ve aşınmıştı, Bou Saâda’nın biraz kuzeyinde patlamıştı. Eski somunları sökmek ve yedek lastiği takmak uzun zaman almıştı. Ferid diğerlerinin mırıldanmalarından, bu gecikmenin yemek için duracak zamanları olmayacağı anlamına geldiğini anlamıştı. Yolculuk nihayet yeniden başladı. Ardından El Qued’in hemen dışında motor arızalandı. Ancak bir saat sonra sorunu tespit edip geçici bir çözüm bulabildiler. Otuzlu yaşlarında, koyu renk saçlı, alev alev yanan gözlere sahip solgun bir adam olan liderleri, kızgın motordan terleyen şoförü öfkeyle azarladı. Ferid, liderin adını, kim olduğunu veya nereli olduğunu bilmiyordu. Bu bir güvenlik önlemiydi.

Diğer iki adamın isimlerini de bilmiyordu.

Sadece kendininkini biliyordu.

Sonunda yola devam ettiklerinde karanlık çökmüştü ve sadece içecek suları vardı. Yiyecek hiçbir şey yoktu.

El Qued’e vardıklarında, bahsedildiği gibi sakin bir gece buldular. Şehrin labirent gibi dar sokaklarından geçerek pazara yakın bir yerde durmuşlardı. Arabadan indiler, iner inmez de araba hızla gözden kayboldu. Karanlığın içinde bir yerlerden beşinci bir adam çıkarak onlara rehberlik etti. Ferid ancak o zaman, bilmedikleri karanlık sokaklarda aceleyle koşarlarken az sonra olacakları ciddi bir şekilde düşünmeye başladı. Kaftanının cebinin derinliklerinde kınında duran bıçağın hafif kavisli sapını eliyle hissedebiliyordu.

Yabancılardan ona ilk bahseden, abisi Raşid Ben Mehdi olmuştu. Sıcak bir gece, babalarının evinin çatısında oturup Cezayir’in parıldayan ışıklarına bakmışlardı. Daha o zamanlar bile Ferid, Raşid’in, ülkelerini bir İslam devletine dönüştürmek için verilen mücadeleye gönülden katıldığını biliyordu. Her akşam yabancıları topraklarından kovmanın önemi hakkında Ferid’le konuşuyordu. İlk başta Ferid, Raşid’in söylediği her şeyi anlamasa da abisinin siyaset konuşmak için kendisine zaman ayırmasından gurur duymuştu. Raşid’in bu kadar çok zaman ayırmasının başka bir nedeni olduğunu ancak daha sonra anladı. Yabancıları ülkelerinden çıkarmak için Ferid'den kendilerine katılmalarını istemişti.

Bütün bunlar bir yıldan fazla bir süre önce gerçekleşmişti. Şimdi Ferid, tamamen durgun, karanlık bir gecede ve dar sokaklarda kara giysili adamları takip ederken, Raşid’in isteğini yerine getirmek üzereydi. Yabancıların defedilmesi gerekiyordu. Ancak onlara limanlara veya havaalanlarına kadar eşlik edilmeyecekti. Öldürüleceklerdi. O zaman henüz bu topraklara gelmemiş olanlar, oldukları yerde kalmaya karar vereceklerdi.

Kutsal bir görevin var, demişti Raşid ona defalarca. Peygamberimiz için yapacaksın bunu. Bu ülkeyi onun isteklerine göre dönüştürdüğümüzde geleceğimiz çok parlak olacak.

Ferid cebindeki bıçağa dokundu. Raşid önceki gece çatıda vedalaştıklarında vermişti. Fildişi güzel bir sapı vardı.

Şehrin gettolarına vardıklarında durdular. Sokaklar bir meydana çıkıyordu. Üstlerindeki gökyüzü çok açıktı. Altında kepenkleri kapalı sıra sıra dükkân olan alçı duvarlı uzun bir binanın karanlık gölgesinde beklediler. Sokağın karşı tarafında demir parmaklıklarla çevrili taş bir villa vardı. Onları buraya getiren adam ses çıkarmadan ortadan kayboldu. Yine dört kişi kalmışlardı. Her şey çok sessizdi. Ferid daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Cezayir hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Bu âna kadar yaşadığı on dokuz yılda, kendisini asla şimdi yaşadığı gibi bir dinginlik içinde bulmamıştı.

Köpekler bile ortalıkta yok, diye düşündü. Bu karanlıkta dışarıdaki köpeklerden bile çıt çıkmıyor.

Sokağın karşısındaki villanın birkaç penceresinde ışıklar yanıyordu. Kırık, titreyen farları olan bir otobüs sokaktan takırtıyla geçti. Sonra sessizlik yeniden çöktü. Penceredeki ışıklardan biri söndü. Ferid saati tahmin etmeye çalıştı. Belki yarım saattir bekliyorlardı. Sabahtan beri hiçbir şey yemediği için acıkmıştı. Yanlarında getirdikleri iki şişe su da bitmişti. Daha fazla su var mı diye sormak istemiyordu. Bu, liderlerini kızdırabilirdi. Kutsal bir görevi yerine getirmek için oradalardı, fazladan su mu isteyecekti?

Bir ışık daha söndü, çok kısa süre sonra da sonuncusu. Sokağın diğer tarafındaki villa artık karanlıktı. Beklemeye devam ettiler. Sonra liderleri bir işaret yaptı ve sokağın karşısına hızla geçtiler. Kapıya yaslanmış yaşlı bir bekçi girişte uyukluyordu. Elinde tahta bir sopa vardı. Liderleri adama bir tekme attı. Bekçi uyandığında, Ferid liderlerini elindeki bıçağı adamın yüzüne dayamış, kulağına bir şeyler fısıldarken gördü. Ferid sokak lambasının zayıf ışığında bile yaşlı adamın gözlerindeki korkuyu görebiliyordu. Bekçi ayağa kalkıp topallayarak uzaklaştı. Hafifçe gıcırdayan kapıdan bahçeye girdi. Güçlü bir yasemin kokusu ve Ferid’in tanıdığı ama adını hatırlayamadığı bir bitki vardı. Her şey hâlâ çok sessizdi. Evin yüksek kapılarının yanında “Order of the Sisters of Christ” yazan bir tabela vardı. Ferid bunun ne anlama gelebileceğini düşünmeye çalıştı. Aynı anda da omzunda bir el hissetti. İçeri girdi. Ona dokunan liderleriydi. İlk kez konuşuyordu ama konuşması o kadar yumuşaktı ki gecenin kendisi bile duyamamıştı ne dediğini.

“Dört kişiyiz,” dedi. “İçeride de dört kişi var. Bir koridorun iki yanındaki ayrı odalarda uyuyorlar. İyice yaşlı olduklarından herhangi bir direniş gösteremeyeceklerdir.”

Ferid yanındaki diğer iki adama baktı. Kendisinden birkaç yaş büyüklerdi. Birdenbire Ferid, böyle bir şeyi ilk kez yapmadıklarını düşündü. Yeni olan tek kişi kendisiydi ama herhangi bir kaygı hissetmiyordu. Raşid, yaptığının Peygamber için olduğunu söylemişti.

Lider sanki düşüncelerini okuyormuş gibi ona baktı.

“Evde dört kadın yaşıyor,” dedi. “Toprağımızı isteyerek terk etmeyi reddeden kadınlar bunlar. Bu yüzden ölmeyi seçtiler. Üstelik Hristiyanlar.”

Bir kadını öldüreceğim, diye düşündü Ferid. Raşid bu konuda hiçbir şey söylememişti.

Bunun tek bir nedeni olabilir.

Hiçbir önemi yoktu. Fark etmezdi.

Sonra eve girdiler. Ön kapının kilidi keskin bıçağın ucuyla fazla uğraşmadan açıldı. İçerisi karanlık ve hiç esinti olmadığı için bunaltıcıydı, el fenerlerini yakıp evdeki geniş merdivenden dikkatlice çıktılar. Üst katın koridoru tavandaki tek ampulle aydınlanıyordu. Hepsi sessizleşti. Önlerinde kapalı dört kapı vardı. Adamlar bıçaklarını kınından çıkardılar. Liderleri kapıları işaret etti ve başını salladı. Ferid tereddüde yer olmadığını biliyordu. Raşid her şeyin çok çabuk yapılması gerektiğini söylemişti. Gözlerine bakmamaya çalışacaktı. Sadece boğazına bakacak, kesin ve kararlı bir şekilde kesecekti.

Sonrasında, yaşananların çoğunu hatırlayamadı. Yatakta, üzerine beyaz çarşafı çekmiş yatan kadının saçları muhtemelen ağarmıştı. Sokaktan çok az ışık geldiği için sadece ana hatlarını görebilmişti. Çarşafı çektiği anda uyanmıştı. Boğazını kesip kana bulanmamak için hemen geri çekildiğinde kadının ne çığlık atacak ne de ne olduğunu anlayacak zamanı olmuştu. Sonra arkasını döndü ve koridora çıktı. Her şey yarım dakikadan az sürmüştü. Sanki ona dakikalar geçmiş gibi gelmişti. İçlerinden biri alçak sesle bağırdığında koridordan tam çıkmak üzereydiler. Lider ne yapacağını bilmiyormuş gibi bir an için kaskatı kesildi.

Odalardan birinde başka bir kadın daha vardı. Beşinci bir kadın.

Orada olmamalıydı. O da bir yabancıydı. Belki de ziyaretçiydi.

Aynı zamanda bir yabancıydı. Onu bulan adam yabancı olduğunu hemen anlamıştı.

Lider odaya girdi. Arkasında duran Ferid, kadının yatakta kıvrılmış olduğunu görebiliyordu. Onun korkusu Ferid’in içini bulandırmıştı. Karşısındaki yatakta bir ceset vardı. Beyaz çarşaf kanla sırılsıklam olmuştu.

Lider bıçağını çıkardı ve beşinci kadının boğazını kesti.

Sonra da geldikleri gibi sessizce evden ayrıldılar. Karanlığın içinde bir yerlerde araba onları bekliyordu. Şafak vakti geldiğinde El Qued’i ve beş kadının cesedini çoktan geride bırakmışlardı.

Tarih 1993 Mayıs’ıydı.

19 Ağustos 1993 günü Ystad’a bir mektup geldi.

Zarfın üstündeki Afrika pulunu görünce mektubun annesinden geldiğini düşünerek hemen açmadı. Sakin bir kafayla okumak istiyordu. Zarfın kalınlığından mektubun bir hayli uzun olduğu anlaşılıyordu. Üç aydan fazla bir zamandır annesinden haber almamıştı. Haberler birikmiş olmalıydı. Annesinin yazdıklarını akşam okumaya karar vererek sehpanın üstüne koydu. Ne var ki içinde garip bir tedirginlik peyda olmuştu. Annesi bu kez neden adını ve adresini zarfa elle yazmamıştı? Bu sorunun yanıtının zarfın içinde olduğu kuşkusuzdu. Saksılarla dolu balkona çıktığında saat gece yarısına yaklaşıyordu. Ilık ve güzel bir ağustos gecesiydi. Sonbahar yaklaşıyordu. Yakında havaların bozacağından kuşku yoktu. Zarfı açtı, okumaya başladı.

Mektubun sonuna geldiğinde hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Artık mektubun bir kadın tarafından yazıldığını anlamıştı. Bunu salt el yazısından değil, mektubu yazan kişinin ılımlı anlatımından çıkarmıştı. Ne var ki mektupta anlatılanların ılımlılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Acımasız ve yalın bir gerçek söz konusuydu.

Mektup polis memuru Françoise Bertrand adıyla imzalanmıştı. Konumunun tam olarak ne olduğu belli olmuyordu ama polis memurunun cinayet masasından bir memur olduğu açıkça ortadaydı. Kuzey Afrika’daki küçük kasabalardan birinde bir gece mayıs ayında gerçekleşen olayları işte bu şekilde öğrenmişti.

 

Olay anlaşılması kolay ve tüyler ürperticiydi. Fransız vatandaşı dört rahibe kimliği bilinmeyen kişilerce boğazları kesilerek öldürülmüştü. Katiller arkalarında kan gölü dışında herhangi bir ipucu bırakmamışlardı.

Katillerin bıçaklarla rahibelere saldırdığı akşam, orada beşinci bir kadın daha vardı. Bu, rahibeleri ziyarete giden İsveçli bir turistti. Kadının pasaportunda adının Anna Ander olduğu yazılıydı. 66 yaşındaydı ve Kuzey Afrika’ya turist olarak gitmişti. Dört rahibenin boğazlarının kesilerek öldürülmesi zaten yeterince kötü bir olaydı ve Anna Ander’in bu yolculuğa tek başına çıktığı anlaşıldığından, siyasi baskı altındaki polis, beşinci kadından söz etmemeye karar vermişti. Cinayetin işlendiği o korkunç kader gecesi Anna Ander orada değilmiş gibi trafik kazasında öldüğünü rapor etmişler ve kadını kimsesizler mezarlığına gömmüşlerdi. Anna Ander’le ilgili tüm ipuçları yok edilmişti. İşte tam bu noktada devreye Françoise Bertrand girmişti. Gönderdiği uzun mektupta, Bir sabah patronum beni erkenden aradı ve hiç zaman kaybetmeden arabama atlayıp rahibelerin yaşadığı manastıra gitmemi söyledi, diye yazmıştı. Bu arada Anna Ander çoktan gömülmüştü. Françoise Bertrand’ın görevi Anna Ander’in pasaportuyla eşyalarını kadıncağız hiç yaşamamışçasına ortadan kaldırmaktı.

Anna Ander ülkeye hiç adımını atmamış gibi hareket ediliyordu. Tüm yasal belgelerden adı silinmişti. Ne var ki Françoise Bertrand, dolabın arka tarafında polislerin gözünden kaçan çantayı bulmuştu. Çantanın içinden Anna Ander’in İsveç’in ücra kasabalarından biri olan Ystad’da oturan kızına yazmaya başladığı mektuplar çıkmıştı. Anna Ander zarfların üstünü yazmış, hatta pullarını bile yapıştırmıştı. Françoise Bertrand bu özel mektupları okuduğu için şimdi özür diliyordu. Başkentte yaşayan alkolik bir İsveçli sanatçıdan mektupları çevirmesini rica etmişti. Sanatçının söylediklerini teker teker yazarken kafasında bir resim oluşmaya başlamıştı. Bu beşinci kadının başına ne gelmiş olabileceğini o sırada tahmin etmişti. Françoise’nın çok sevdiği bu kasabada acımasız bir şekilde öldürüldüğü gerçeğinin dışındakileri de. Mektubunda ülkesinde olup bitenleri açıklamaya çalışmış, ayrıca biraz da kendisinden söz etmişti. Babası Fransa’da doğmuştu ama ebeveyniyle birlikte çocukken Kuzey Afrika’ya gelip yerleşmişlerdi. Daha sonra da Kuzey Afrikalı bir kadınla evlenmişti. Çocukların en büyüğü olan Françoise her zaman bir ayağının Fransa’da, diğerinin de Kuzey Afrika’da olduğunu hissetmişti. Artık köklerine ilişkin herhangi bir kuşkusu kalmamıştı. Françoise kendini gerçek bir Afrikalı gibi görüyordu. Zaten ülkesindeki karışıklıklar onu çok üzüyordu. Bu nedenle de o kadının kayıtlarını silerek kendisine ve ülkesine ters düşmek istemiyordu. Françoise Bertrand uykusuz ve huzursuz geceler geçirmeye başlamıştı. Sonunda öldürülen kadının kızına bir mektup yazıp gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatmaya karar vermişti. Polis teşkilatına bağlılığına rağmen bu mektubu yazmıştı ama adının gizli tutulmasını rica etmişti. Uzun mektubunun sonundaysa şunları eklemişti: Size yalın gerçeği anlattım. Belki de bunları anlatmakla hata ettim. Ancak aksini nasıl yapabilirdim? Bir kadının kızına yazdığı mektuplarla dolu bir çanta bulmuştum. Bu çantayı nasıl bulduğumu artık öğrendiniz.

Françoise Bertrand tamamlanmamış mektuplarla birlikte Anna Ander’in pasaportunu da göndermişti.

Anna Ander’in kızı annesinin mektuplarını okumadı. Mektupları balkonda yere koyarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Şafak sökünceye değin de yerinden kalkmadı. Daha sonra da içeri girip mutfağa gitti. Mutfak masasına geçip oturdu. Kıpırdamıyordu. Kafasının içi boşalmış gibiydi. Bir süre sonra her şey birden ona son derece basit geldi. Yıllarca oturup beklemek dışında hiçbir şey yapmadığını fark etti. Daha önce neyi ve neden beklediğinin farkında değildi. Oysa artık biliyordu. Artık bir misyonu vardı ve bunu gerçekleştirmesi için daha fazla beklemesi gerekmiyordu. Zamanı gelmişti. Annesi ölmüştü. Kapı artık ardına dek açılmıştı.

Ayağa kalktı, yatak odasına gitti, yatağın altından içinde gazete kupürleri ve kayıt defterinin olduğu kutuyu aldı. Sonra mutfağa döndü. Kâğıtları mutfak masasının üstüne serdi. Kırk üç tane olduklarını biliyordu. Kâğıtları teker teker açmaya başladı.

Çarpı işareti yirmi yedinci kâğıttaydı. Kayıt defterini açtı ve yirmi yedinci sıraya ulaşana değin isimleri taradı. İsme bakarken sahibinin yüzü de gözlerinin önünde canlanmaya başladı. Daha sonra kâğıtları toplayarak kutuya yerleştirdi.

Annesi ölmüştü.

Artık kafasında hiçbir şüphe kalmamıştı. Geriye dönüş de söz konusu değildi. Acısını unutmak ve hazırlıklarını tamamlamak için kendine bir yıllık süre tanıyacaktı.

Yeniden balkona çıkıp bir sigara yakarak uyanan kente baktı. Denizden gelen yağmur bulutlarını gördü.

Yatağına yattığında saat sabahın yedisi olmuştu. 20 Ağustos 1993 gününün sabahıydı.

Skåne
21 Eylül – 11 Ekim 1994

1

Akşam saat on civarında şiiri bitirmişti. Son birkaç mısrayı yazması uzun sürmüştü ama sonunda olmuştu işte. Şiirin duygulu ve aynı zamanda da çok güzel olmasını istiyordu. İlk birkaç denemeyi çöpe atmıştı. İki kez, yazmaktan vazgeçer gibi olmuştu ama şimdi şiiri bitmiş, masanın üstünde duruyordu. Masadaki ahşap ağaçkakana hüzünle baktı. 1980’li yıllardan beri İsveç’te ağaçkakanlara rastlanılmıyordu. Bir kuş türü daha insanlık tarafından yok edilmişti.

Yerinden kalkıp gerindi. Her geçen yıl masa başında çalışmak daha da zorlaşıyordu.

Yaşlı adamlar şiir yazmamalı, diye geçirdi içinden. İnsan 78 yaşına geldiğinde düşüncelerinin zaten kime ne yararı dokunabilir ki? Bunları aklından geçirmesine rağmen yine de yanlış düşündüğünün farkındaydı. Yalnızca Batı dünyasında yaşlılara hoşgörü ya da acıma duygusuyla yaklaşırdı insanlar. Oysa diğer kültürlerde yaşlılık bilgelik dönemi gibi saygı duyulması gereken bir dönemdi. Eli kalem tutabildiği ve zihni açık olduğu sürece şiir yazmayı sürdürebilirdi. Bundan başka bir yeteneği de yoktu zaten. Uzun süre önce araba alım satım işleriyle uğraşmıştı. O dönemde bölgenin en başarılı galericisiydi. Çok iyi pazarlık yapmasıyla ün salmıştı. Birçok araba satmıştı. İşlerin iyi gittiği dönemlerde Tomelilla ve Sjöbo’da şubeleri de vardı. Yaşam standartlarını düşürmeden hayatının sonuna dek idare edecek kadar para kazanmıştı ama onun için önemli olan tek şey yazdığı şiirlerdi. Masanın üstünde duran mısralar onu çok mutlu ediyordu.

Bulunduğu yerden görünmeyen denize doğru uzanan tarlalara bakan pencerelerin perdelerini çekti. Kitaplarla dolu raflara yaklaştı. Dokuz şiir kitabı yayımlanmıştı. Kitapları rafta, karşısında duruyordu. Kitaplarının satışı beklediği gibi olmamıştı. 300 adetten fazla satılmamıştı. Satılmayanlar bodrumdaki karton kutularda duruyordu. Bu kitapları bir gün yakmaya yıllarca önce karar vermesine karşın yine de bunlar onun için gurur ve neşe kaynağıydı. Karton kutuları arka bahçeye taşıyıp bir kibrit yakması yeterli olacaktı. Doktorunun öleceğini söylediği ya da içgüdüsel olarak bunu hissettiği an kimsenin satın almak istemediği ince şiir kitaplarını kendi elleriyle yakacaktı. Ölümünden sonra birinin gelip de kitaplarını çöpe atmasını istemiyordu.

Raftaki kitaplara baktı. Kendini bildi bileli şiir okurdu ve şiirlerinin çoğunu da ezbere bilirdi. Yazdıklarının dünyanın en güzel şiirleri olmadığını biliyordu ama en kötüleri de değildi. 1940’dan beri her beş yılda bir yayımladığı kitaplarının her birinde birkaç tane gerçekten çok iyi mısra vardı. Ne var ki onun asıl mesleği araba alım satımıydı. Şair değildi. Bu yüzden de şiirleri gazetelerin ya da dergilerin kültür sayfalarında eleştirilmiyordu. Hiç edebiyat ödülü de almamıştı. Ayrıca kitaplarını kendi bastırmıştı. İlk şiir kitabını bastırmadan önce Stockholm’deki büyük yayınevlerine göndermişti. Yayınevlerinin tümü de bir iki kibar cümleyle şiirlerini basamayacaklarını bildirmişlerdi. Yalnızca bir editör kişisel görüşlerini açıklama zahmetine girmişti. Salt kuşlardan söz eden şiirleri okumaktan hiç kimse hoşlanmazdı. Editör, ak kuyruksallayan kuşlarının ruhsal yaşamı ne kadar ilginç olabilir ki, diye yazmıştı.

Bu olaydan sonra da artık bir daha yayınevleriyle zaman harcamamıştı. Kitabını kendi olanaklarıyla bastırtmıştı. Kapağının son derece sade olmasına özen göstermişti. Önemli olan kitabın içindeki mısraların arasına gizlenmiş sözcüklerdi. Her şeye karşın yıllar içinde, şiirlerini birçok kişi okumuş ve içlerinden bazıları da beğendiklerini belirtmişlerdi. Az önce bitirdiği şiir ise artık İsveç’te görülmeyen ağaçkakanlarla ilgiliydi.

Kuş şairi, diye geçirdi içinden. Yazdıklarımın neredeyse tümü kuşlarla; kuşların kanat çırpışlarıyla, gecenin karanlığına doğru yolculuğa çıkışlarıyla, uzaklardan gelen bir cıvıltıyla ilgili. Kuşların dünyasında, yaşamın en önemli gizemlerinin yansımasını buldum ben.

Masadaki kâğıtları topladı. Son mısra çok güzel olmuştu. Kâğıtları yeniden masaya koydu. Odadan çıkarken birden sırtında ani bir sancı hissetti. Hastalanıyor muydu? Her gün bedeninin artık kendisine ihanet edeceğine ilişkin ipuçlarını yakalamak istercesine pürdikkat bedenini incelerdi. Tüm yaşamı boyunca hemen hemen hiç hastalanmamıştı. Hiç sigara içmemişti. Yemeklerde ve içkide kesinlikle aşırıya kaçmamıştı. Bu da sağlığının her zaman iyi olmasını sağlamıştı. Neredeyse 80 yaşına dayanmıştı. Kendisine ayrılan zamanın sonuna yaklaşıyordu. Mutfağa gidip her zaman açık olan kahve makinesinden fincanına kahve doldurdu.

Az önce bitirdiği şiir hem hüzünlenmesine hem de neşelenmesine neden olmuştu. Yaşamımın sonbaharı, diye geçirdi içinden. Uygun bir ad. Belki bundan başka bir şey yazamam. Eylüldeyiz. Hem takvime hem de yaşamıma sonbahar geldi.

Fincanını alıp oturma odasına gitti. Kırk yıldan beri kendisine dostluk eden kahverengi deri koltuklardan birine yavaşça oturdu. Bu deri koltukları Güney İsveç’te Volkswagen bayiliğini aldığında satın almıştı. Koltuğun hemen yanındaki küçük sehpanın üstünde en çok sevdiği köpeği Werner’in bir resmi duruyordu. Yaşlandıkça yalnızlaşıyor insan, diye geçirdi içinden. İnsanın yaşamını dolduran dostları zaman içinde çekip gidiyor. Köpekler bile ölüyor. Aslında bir yere kadar herkes yalnız, diye düşündü. Geçenlerde bu konuyla ilgili bir şiir yazmak istemiş ama bir türlü tamamlayamamıştı. Bir kez daha denemeliyim, dedi kendi kendine. Oysa kuşlar söz konusu olduğunda ne yazacağını çok iyi bilirdi. Kuşları kolayca anlayabiliyordu. İnsanlar anlaşılmaz yaratıklardı. Bırak başkalarını, acaba kendini tam olarak anlayabiliyor muydu ki? İnsanın bilmediği bir konuda oturup şiir yazması çok saçma olurdu.

Gözlerini kapayınca birden aklına 1950’li ya da 1960’lı yılların sonuna doğru televizyonda çok popüler olan bir yarışma programı geldi. O günlerde televizyonlar siyah beyazdı. Şaşı gözlü, siyah saçlı genç bir yarışmacı “Kuşlar” konusunu seçmişti. Kendisine sorulan tüm soruları yanıtlamış ve o günlerde inanılmaz bir miktar olan 10.000 kronluk çeki almıştı.

O sırada kendisi de şu anda oturduğu gibi deri bir koltuktaydı. Kendisi de tüm soruları doğru bilmiş ve hiç düşünmesine gerek kalmadan soruları ânında yanıtlamıştı. Ne var ki 10.000 kron kazanamamıştı. Kimse onun kuşlar konusunda ne denli çok bilgiye sahip olduğunu bilmiyordu. O yalnızca kuşlarla ilgili şiirler yazmayı sürdürmekle yetiniyordu.

Bir gürültüyle anılarından sıyrıldı. Çevresine kulak verdi. Bahçede biri mi vardı? Bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Hayal gücünün bir oyunu olmalıydı. Yaşlanmak, demek sürekli kaygılanmak demekti. Ön ve arka kapılardaki kilitler sağlamdı. Üst kattaki yatak odasında av tüfeği, mutfaktaysa bir tabancası vardı. Ystad’ın kuzeyindeki bu çiftliğe eğer bir hırsız gelecek olursa kendisini koruyabilecek durumdaydı. Bunu yapmak için de bir an bile duraksamayacaktı.

Koltuğundan kalktı. Birden yine sırtında aynı sancıyı hissetti. Sancı belli aralıklarla gelip gidiyordu. Kahve fincanını mutfaktaki tezgâhın üstüne koydu, saatine baktı. On bir olmuştu. Vakit geldi, diye geçirdi içinden. Mutfak penceresinin kenarındaki termometreye baktı. Dışarıda hava 7 dereceydi. Hava ısınıyordu. Güneybatıdan gelen rüzgâr Skåne’yi yalayıp geçiyordu. Koşullar kusursuz, dedi kendi kendine. Bu gece güneye doğru uçacaklardı. Binlerce göçmen kuş gözle görünmeyen kanatlarını çırparak gökyüzünde uzaklaşacaklardı. Onları göremeyecekti ama karanlığın içinden varlıklarını hissedebilecekti. 50 yıldan fazla bir zamandan beri sayısız sonbahar gecesini tarlanın ortasında durup kuşların geçişini hissetmeye çalışarak geçirmişti. Başını kaldırıp baktığındaysa genellikle gökyüzünün kuşlarla birlikte hareket ettiği duygusuna kapılırdı.

 

Kuşlar daha sıcak iklimlere doğru yol almaya başlamıştı. İsveç’e kış geliyordu. Sıcak iklimlere doğru gitmek içgüdüseldi. Yıldızların ışıklarıyla yollarını bulurlardı. Uygun rüzgârları yakaladıklarında saatlerce kanat çırpmadan durabilirlerdi. Kanatlarla titreşen karanlık gökyüzünde kuşların Mekke’ye doğru yol alan yıllık hacları başlıyordu.

Gece uçan kuşlarla kıyaslandığında yalnız ve dünyevi bir adamın ne önemi vardı? Bu uçuşun her zaman kutsal bir eylem olduğunu düşünürdü. Onun sonbaharlardaki vazgeçilmez göreviyse bu göçebe kuşların gidişini iliklerine kadar hissetmekti. Daha sonra ilkbahar geldiğinde yine tarlanın ortasında duracak ve kuşları karşılayacaktı. Kuşların göçü onun için dünyanın en kutsal olayıydı.

Bir eli askıdaki ceketinde holde duruyordu. Birden silkinerek oturma odasına gitti ve masanın hemen yanındaki sandalyenin üstünde duran kazağını üstüne geçirdi. Tüm diğer sinir bozucu şeylerin yanı sıra yaşlanınca insan daha da çok üşüyordu.

Masada duran, az önce tamamladığı şiirine baktı bir kez daha. Belki onuncu ve sonuncu kitabını yayımlayacak denli uzun yaşardı. Kitabın adına şimdiden karar vermişti: Gece Ayini.

Hole gidip ceketini giydi. Şapkasını taktı. Ön kapıyı açtı. Hava serindi ve toprak kokuyordu. Kapıyı arkasından kapadı, gözlerinin gecenin karanlığına alışmasını bekledi. Bahçede kimse yoktu. Uzaklardan Ystad’ın ışıkları görülüyordu. Çevresinde oturan hiç kimse olmadığından Ystad’ın ışıklarından başka ışık yoktu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ufukta yalnızca birkaç bulut vardı. Göçmen kuşlar o gece onun topraklarının üstünden geçecekti.

Yürümeye başladı. Çiftlik evi üç bloklu eski bir yapıydı. Dördüncü blok yüzyılın başında yanmıştı. Binanın onarımı için çok para harcamış ama onarım işi hâlâ bitmemişti. Binayı Lund’daki Kültür Derneği’ne bağışlayacaktı. Hiç evlenmediğinden çocuğu yoktu. Araba alım satımıyla uğraşmış ve büyük paralar kazanmıştı. Köpekleri olmuştu. Sonra da kuşları.

Kendi zevki için inşa ettirdiği kuleye doğru giderken hiç de pişman değilim, dedi kendi kendine. İnsanın yaptıklarından ötürü pişman olması son derece saçma olduğundan hiçbir şeyden ötürü pişman değilim.

Harika bir eylül havası vardı. Buna karşın yine de garip bir tedirginlik hissediyordu. Bir an için durup çevresini dinledi ama rüzgârın yumuşak sesinden başka bir şey duyamadı. Yürümeye devam etti. İçindeki bu tedirginlik sırtındaki ağrıdan kaynaklanıyor olabilir miydi? İçinde yüreğini daraltan bir sıkıntı vardı.

Bir kez daha durup arkasını döndü. Hiç kimse yoktu. Yalnızdı. Yol önce aşağı gidiyor sonra da hafifçe yukarıya tırmanıyordu. Yokuşun başına gelmeden büyükçe bir hendek vardı. Hendeğin üstüne tahta bir köprü yaptırtmıştı. Yokuş kuleye uzanıyordu. Bu yolda kim bilir kaç kez yürüdüm, diye geçirdi içinden. Attığı her adımı artık ezbere biliyordu. Yine de dikkatle yürüyordu. Düşüp bir yerini kırmak istemiyordu. Yaşlıların kemiklerinin ne denli kolay kırıldığını biliyordu. Kalçası kırılır da hastaneye kaldırılırsa mutlaka orada ölürdü. Yaşamı için endişelenmeye başladığını hissetti.

Bir baykuş sesi duydu. Yakınlarda bir yerde bir dal hafifçe kıpırdadı. Ses kulenin bulunduğu taraftan gelmişti. Kaskatı kesilerek durdu. Baykuş bir kez daha öttü. Sonra ortalığı derin bir sessizlik kapladı. İçinden küfrederek yola devam etti.

Hem yaşlı hem de korkaksın, diye mırıldandı. Hayaletlerden, karanlıktan korkuyorsun. Artık kuleyi görebiliyordu. Karanlık gökyüzüne doğru uzanan siyah bir gölge gibiydi. Yirmi metre sonra orada olacaktı. Yürümeyi sürdürdü. Baykuş gitmişti. Alaca baykuş, diye geçirdi içinden. Kesinlikle alaca olmalı.

Birden durdu. Köprünün başına gelmişti.

Tepedeki kulede garip bir şey vardı. Farklı bir şey. Karanlıkta ayrıntıları görebilmek için gözlerini kıstı. Ne olduğunu çıkaramamıştı ama farklı bir şey olduğu kesindi.

Düş görüyorum, dedi kendi kendine. Her şey eskisi gibi. Değişen bir şey yok. On yıl önce yaptırttığım kule değişmedi. Değişen gözlerim. Artık eskisi kadar iyi göremiyorum. Bir adım daha attı. Bir adım daha. Gözlerini kuleden ayırmıyordu.

Yanlış giden bir şey var, diye geçirdi içinden. Dün geceye oranla bir metre daha yüksek olduğuna yemin edebilirim ya da hepsi bir rüya ve ben kulede dikilmiş kendime bakıyorum.

Bu düşünce aklına geldiği an, bunun doğru olduğundan şüphesi yoktu. Kulede biri vardı. Kıpırdamadan duran biri. Bir rüzgâr esintisi gibi korku tüm bedenini sarmıştı. Ardından hemen öfkelendi. Biri izin almadan arazisine girip kulesine çıkmıştı. Büyük olasılıkla yamacın diğer tarafında yaşayan geyik avcılarından biri olmalıydı bu. Kuşları izleyen biri olması olası değildi.

Kuledeki gölgeye seslendi ama gölgeden ne bir yanıt geldi ne de herhangi bir kıpırtı oldu. Bir kez daha kendinden kuşku duydu. Gözleri onu yanıltmış olabilirdi. Artık eskisi kadar iyi görmüyordu.

Bir daha seslendi. Karşılık gelmedi. Yoluna devam etti.

Tahta köprüde yürürken birden adımını boşa attı ve kafa üstü hendeğe düştüğü. Hendek iki metreden daha derindi.

Tüm bedeni ağrıyordu. Sanki biri bedenini bıçaklıyormuşçasına ağrı içindeydi. Ağrı o denli yoğundu ki bağıramıyordu. Ölmeden hemen önce hendeğin dibinde olmadığını fark etti.

Son düşüncesi, çok yükseklerde bir yerde, az sonra geçecek olan göçmen kuşlardı. Gökyüzü güneye doğru hareket ediyordu.

Bir kez daha kendini toparlamaya çalıştı. Sonra her şey sona erdi.

21 Eylül 1994 gecesi saat 23.20’ydi. O gece kırmızı kanatlı karatavuklarla ardıç kuşları güneye doğru uçmuştu.

Kuzeyden gelmiş, Falsterbo’dan yola koyularak daha sıcak iklimlere doğru kanat çırpmaya başlamıştı.

Ortalık yeniden eski sessizliğine kavuşunca dikkatle kulenin basamaklarını indi. El feneriyle hendeğe baktı. Holger Eriksson ölmüştü. Feneri kapattı, karanlığın içinde kıpırdamadan bir süre durdu. Sonra da sessizce oradan uzaklaştı.