Czytaj książkę: «Gece Yolcusu»
TAKDİM
Şu anda AYB Edebiyat Akademisi mezunu Hatice Üzgül’ün yazılarından oluşan “Gece Yolcusu” kitabını takdim etmenin heyecanı içindeyim. Yurdumuzda çeşitli isimler altında, benzer faaliyet gösteren kursların sayısı her gün biraz daha çoğalıyor. Bu da kültür ve sanat hayatımız adına çok sevindirici bir gelişme. Zîra okullarda sanata ve estetiğe yönelik faaliyetler iyice azaldı. Kompozisyon derslerinin önemi anlaşılmıyor.
Onu gereği gibi verebilecek hocaların sayısı da çok olmasa gerek. İşte bu boşluğu bu tür akademik çalışmalar dolduruyor.
Bu kursların sayısı çok ama öyle sanıyorum ki mezunlarının eserlerini kitaba dönüştüren sadece AYB’dir. Bununla da yetinmeyerek, ikinci yılda da şevkini kaybetmeden yazmaya devam eden kursiyerlerimiz için müstakil kitaplar çıkarıyoruz.
“Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur…” derler; fakat bu tür rehberlik çalışmaları olmazsa kimin sanatçı doğduğunu nasıl anlayacağız? Zira sokak, meçhul şairler, mûcitler, ressamlar, müzisyenlerle dolu. Eğer iklimini bulamamışlarsa bu mizaçtaki gönül ehli insanlara, pratik hayata yabancılılıklarından dolayı “boşboğaz, avare, kaçık” gözüyle bakılıyor. Onlar kendilerini geliştirecek fırsatı ve iklimi bulamadıkları için sıradan heveskârlar olarak kalıyorlar.
İşte bu kurslarda biz, onların zaten var olan yeteneklerini açığa çıkarmak için çalışıyoruz. Bu değerlerin harcanıp gitmemesi için, onlara bir iklim, bir atmosfer hazırlıyoruz.
“Yeşermek için
Toprağına düşmeli tohum
Hava gerek, su gerek,
Seninse altı çakıl, üstün kum
Neylersin bîçare çekirdek…” demişim bir şiirimde.
Evet, biz sadece onları teşhis ediyor; eğer çileli bir çalışmayı göze alırlarsa sanatçı olabileceklerini haber veriyoruz. Gerisi kendi gayretlerine kalıyor. Ha, bir de her el altı kitabında bulunan pratik bilgileri öğretiyoruz o kadar. Sanatçı doğmamış olanlarsa bu kurslar sayesinde iyi bir okuyucu oluyorlar. Şu okuyucu kıtlığında bu da az şey olmasa gerek.
Biz sadece teşhis ediyoruz dedim. Fakat bu da sorumluluk gerektiren, ehliyet gerektiren bir şey tabi. Eğer zevki seliminiz yoksa delikanlının güzel yazdığına çirkin, çirkin yazdığına güzel dersiniz. Onu yanlış yönlendirirsiniz. Yahut da sadece kendi bildiğiniz tarza hapsederek çok renkli bir kalemin önünü tıkamış olursunuz. Zira Çehov’un bir hikâyesini kendisi yazmış gibi getiren öğrencisine zayıf veren hocalar vardır. Yanlış anlaşılmasın; kopya çektiği için değil, hikâyeyi beğenmediği için zayıf vermiş.
Onlarla gönül birliği yaparak ruh zenginliklerini paylaşıyor, öğretirken öğreniyoruz da. Zira her insan Rabbimizin yazdığı tek nüsha bir kitaptır, bir koca dünyadır. Zamanla öğrencilerimizin içinde gıpta ettiğim değerler çıkıyor. Bu, çok yorucu, bir o kadar da heyecanlı bir çalışmadır. Sevgi, şefkât, sabır ve dürüstlük ister. Tarikatlardaki çileli yola benziyor.
Rahmet hocamız Mehmet kaplan Bey, “Her sanatkâr az çok zanaatkârdır” derlerdi. Eğer sadece kabiliyetinize güveniyorsanız yarı yolda kalırsınız. İşin bir de işçilik kısmı var. Çok okuyup çok yazacaksınız. “Kağıt yırtılabilen bir şeydir” diyor Tarık Buğra.
Kıvamını buluncaya kadar tekrar tekrar yazacak ve tenkide tahammül edeceksiniz. Bir kâfiyenin mahremiyetinde uykusuz geceler geçirmek kolay değil.
Yeni kursiyerler içinden pırlantalar bulmak ümidiyle.
Yazı hayatında Sevgili Hatice Üzgül’e başarılar diliyorum.
Ali AKBAŞ
HATİCE ÜZGÜL
haticeuzgul@gmail.com
1980 yılında İstanbul’da doğdu. Yazarlığa ilgisi, Nilüfer Hatun İlköğretim Okulu’nda öğrenciyken, küçük yaşta başladı. Nişantaşı Kız Lisesi’nde liseler arası öykü yarışmasında ikincilik kazandı. İstanbul Üniversitesi’nde eğitim gördüğü branş olan reklamcılık, kendisinin idealist yanını ortaya çıkardı. Sırasıyla Lowe, Alametifarika, Alice BBDO ve Markom Leo Burnett reklam ajanslarında çalıştı. Yaklaşık altı yıl reklam yazarlığı yaptı. Şu an Ankara’da yaşamaktadır.
Süleyman ÜZGÜL ve Esma ÜZGÜL’ e…
AVRASYA YAZARLAR BİRLİĞİ’ ne…
KUŞLUKTA YAZARLAR ÜYELERİ’ ne…
TEŞEKKÜRLERİMLE
GÜNEŞ VE GÖLGE
Kimsenin kimseyi anlamadığı, hatta herkesin birbirini bilinçli olarak yanlış anlamaya çalıştığı bir gündü. Offf çok yorucuydu. Kalabalığın çoğu, karşısındakini dinlerken ‘Ne anlatmaya çalışıyor acaba?’ diye değil, ‘Nerede açık verecek ve ben o açığın üzerine nasıl gideceğim acaba?’ diye düşünüyordu. Hatta ‘Sadece aklımdan geçenleri sıralayayım, bana ne diğerlerinin ne söylediğinden!’ diyen bile vardı. Ne gündü ama…
Her şey benim Güneş’in doğumunu izlemek için kozmik vadiye gitmemle başladı. Güneş’e olan sevgim, kimi zaman beni buralara kadar getiriyordu işte. Bazı bazı sohbet ediyorduk onunla. Dertleşiyorduk. Bir gün ona “Seni yeterince tanıyor muyum acaba?” diye sordum. “Beni kendine yetecek kadar bile tanımıyorsun.” diye cevap verdi.
“Seni daha çok sevmek için, daha çok tanımayı isterdim.” dedim.
“Olur. Sana şahitlerimi göndereyim o zaman. Beni bir de onlardan dinle bakalım!” dedi.
Kıskanmadım. Güneş’i gören, bilen, tanıyan tek şahidin ben olmadığımı biliyordum. Ona başka pencerelerden bakan, benim dışımda onu gözlemleyenler de vardı şüphesiz. Ve artık onlarla da tanışma vakti gelmişti.
Çok geçmeden şahitler yanıma ışınlandılar. Nereye geldiklerini, neden geldiklerini bilmiyorlardı ama karşımdaydılar işte! Bir Bedevi, bir Eskimo, bir Yarasa, bir Günebakan, bir Köstebek, bir Kardan adam, bir de ben işte!
İlk Bedevi sordu: “Sen de kimsin?”
Etrafımdaki gruba bakıp kendimi sınıflandıramadım birden. Böyle bir topluluğa ismimi söylemek olmazdı. Kendimi ‘kadın’, ‘insan’ ya da ‘ruhani’ gibi sıfatlarımdan biriyle, beni en çok ifade edecek şeyle, tanıtmalıydım. Biraz düşünüp, “Ben Gölge!” dedim.
Günebakan: “Biz buraya neden toplandık Gölge? Biliyor musun?”
Ben: “Güneş’i anlamaya çalışıyorum da… Onu bir de size sormak istedim.”
Toplulukta bir kahkaha koptu! Hep bir ağızdan bana güldüler.
“Şu bizim Güneş’i mi anlayamadın?”
“Bunda anlamayacak ne var canım?”
“Kah kah kah!”
“Hahahahaha, Güneş dedi ya!”
Tutumları biraz aşağılayıcıydı ama pek umursamadım. Gülmelerindeki kibrin altında, aslında onların da sınırlı bilgisi olduğunun farkındaydım.
Söze önce Bedevi başladı:
“Güneş’i en iyi ben bilirim! Her gün doğuşundan batışına kadar, ona en yakın olan benimdir! Bana istediğini sor.”
Eskimo lafını kesti:
“Hayatımda böyle bir saçmalık duymadım! Güneş kim, her gün doğup batmak kim? Bir doğar, aylarca batmaz; bir batar, aylarca görünmez o.”
Bedevi sinirlendi:
“Seni yalancı adam! Gölge’yi kandırmaya mı çalışıyorsun? Buldun bir cahili, o saçma fikirlerini aşılayacaksın değil mi? Güneş bu, tabii ki her gün doğup batacak!”
Yarasa alaycı ve küstah, yanındaki Köstebek’e fısıldadı:
“Bu devirde hâlâ güneşin varlığına inananlar mı var? Bu ne cahillik! Güneş tabii ki yoktur! Ben şimdiye kadar hiç görmedim, sen gördün mü? Kanıtlanmış mı varlığı?”
Bu sözlerin üzerine Köstebek, Yarasa’ya hak verircesine kıs kıs gülmeye başladı.
Günebakan ise resmen irkildi, tiksintiyle karışık:
“Güneş hakkında doğru konuşun! O benim aşkımdır!” dedi.
Bir anda gürültü koptu! Hep bir ağızdan konuşuluyordu, her konuşulanı yakalayamıyordum. Herkesi susturdum ve önce kendinden emin görünen Bedevi’ye sordum:
“Lütfen siz anlatın bana Güneş’i. Onun hakkında ne biliyorsunuz?”
Bedevi ona sormamdan hoşnut, beni kendi tarafına çekmeye çalışırcasına konuşmaya başladı: “O öyle yakıcıdır ki… Kavurur, buharlaştırır, kuraklaştırır. Önlemini almazsan kimi zaman ölümcüldür. Ben, onun hakkındaki rivayetlerin aksine, hayat verdiğini değil, hayatı emdiğini düşünüyorum!”
Kardan adam korku filmi izliyormuşçasına Bedevi’yi dinliyordu. Eskimo ona yalancı gözüyle bakıyordu. Yarasa ve Köstebek hiç oralı değildi, ancak Günebakan daha fazla kendini tutamadı:
“Yanlış! Yalan! İftira! Güneş asla öyle şeyler yapmaz! O hayat ışığıdır. Can kaynağıdır. Kavurur diyorsunuz ama ben ona saatlerce bakarım da kavrulmam, buharlaşmam! Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
Kardan adam:
“Ben Bedevi’ye katılıyorum! Çok çok acımasız o! Ona hiç güvenmeyin! Birçok arkadaşımın ölümüne sebep oldu!”
Eskimo:
“Bırakın Allah aşkına! Güneş o kadar da sıcak değil! Sıcak olsa ben bu kadar kıyafetle dolaşmak zorunda kalır mıyım? Demek ki Bedevi de Kardan adam kadar naif olacak ki o kadarcık sıcağa dayanamıyor. Belki Güneş havayı biraz ısıtıyordur evet, doğru. Ama bu sıcaklık, asla yakıp kavuracak kadar olamaz!”
Sonra yine herkes bir ağızdan konuşmaya başladı. Kimisi sinirden yumruk yumruğa gelecek haldeydi. Anladım ki, bu grubu sırayla konuşturmanın imkânı yoktu. Birbirlerini asla anlamayacak, birbirlerine asla hak vermeyeceklerdi. Bunun üzerine onlarla teker teker konuşmaya karar verdim. Güneş hakkında ne düşünüyorlardı, onunla ne yaşıyorlardı, ne hissediyorlardı, merak ediyordum. Vadinin bir köşesindeki ağacın altında hepsiyle ayrı ayrı görüştüm. Günebakan’ın aşkı ve saygısı beni derinden etkiledi. Yarasa ve Köstebek’in kör olduklarını fark etmeyişleri ve bu yüzden güneşe inanmamaları çok komikti. Sonra, Eskimo’nun aslında Bedevi’ye ne kadar benzediğini gördüm. Kardan adamın uzun uzadıya anlattığı korkusunu, bir an içimde hissettim. Şunu belirtmeliyim ki, onları anlıyordum, onlarla iyi vakit geçiriyordum, onları sevmiştim. Hepsinin kendine ait bir doğrusu vardı. Bu doğrular yan yana gelmedikleri sürece, ‘yanlış’ değildi. Kardan adamın Bedevi ile dostluğu, Eskimo’nun Günebakan ile ortak nokta bulması neredeyse imkânsızdı. Birbirlerini anlamıyorlardı ve birbirleri hakkında tek bildikleri buydu. Oysa bana gelince durum değişikti, ben onlardan herhangi birini anlayabilirdim. Bunu biliyorlardı. Hepsi kendi fikrini sunduktan sonra, gözlerini bana diktiler. Onların merakı, benim merakım gibi Güneş ile ilgili değildi. Zaten hepsi Güneş hakkında en doğruyu bildiklerini düşündükleri için akıllarında şu sorular vardı: Hangisine hak vermiştim? Kimden yana duracaktım? Bundan sonra hayatımda hangi yolu seçecektim?
Konuşmaya başladım. Bir tercih konuşması değildi tabii ki… Naçizane kendi fikrimi bildirmek istemiştim:
“Sevgili dostlarım! Hepinizi çok seviyorum. Beni çok iyi bilgilendirdiniz ve merakımı biraz olsun giderdiniz. Hayatıma girdiğiniz için hepinize teşekkürler! Sanırım hepiniz Güneş’e farklı bir pencereden baktınız ve onun farklı özelliklerini gördünüz. Ama bir de beni dinleyin. O Samanyolu Galaksisi’nin parçası olan bir yıldız. Büyüklüğü ve sıcaklığı bakımından küçük sayılır ancak yaşadığımız dünyadan kat be kat büyük! Hepinizin onu farklı görmesinin nedeni ise…”
Birden grupta büyük bir uğultu koptu. (Ya da kıyamet koptu mu demeliydim?) Sözümün devamını getirmemi beklemeden öfkeli söylemlere başladılar. Kendilerini bana tam anlatamadıklarını ya da benim kıt zekâlı olduğumu düşünüyorlardı. Sanki onlara ihanet etmişim gibi davrandılar. Oysa ben altı üstü Gölge’ydim. Güneş’in gördüğü herkesin dibinde bitiverirdim. Onlardan biri gibi görünürdüm ancak, kolayca başka biri gibi de olabilirdim. Bu beni karaktersiz yapmıyordu ama onların aklından geçen sanırım tam olarak buydu. Tabii ki gölgelerin de kendine has bir duruşları vardır ve hayatları kendilerini anlatmaya çalışmakla geçer. Ancak, bu durumu onlara anlatamadım.
Beni kendilerinden görmeye neden bu kadar çok ihtiyaçları vardı anlamıyordum? Bana olan kinleri, birbirlerine olan öfkelerini bastırdı. Birbirlerini anlamamaları problem değildi, kendilerini anladığını sandıkları birinin “anlamadıkları şeyler söylemesi” büyük bir sorundu, kaostu, affedilemezdi! Ben onların gölgeleriydim ya hani, nasıl olur da onların peşinden gitmezdim?
Eskimo, Kardan adam ile uzlaştı; Yarasa, Köstebek ile Bedevi Günebakan’ın kırık kalbini onarmaya çalıştı… Bir tek ben yapayalnız kaldım o vadide! Batmakta olan Güneş bile bana gülümseyerek “İyi akşamlar.” deyip uzaklaştı.
Bense Allah’a, Güneş’i ve şahitlerini bana gönderdiği için şükredip bundan iki önemli sonuç çıkardım:
Bir; Güneş’in bütün şahitlerini dinlesem bile, onu tam olarak tanımamın imkânı yoktur.
İki; eğer farklılıkların bulunduğu bir ortamda herkesi anlıyorsanız, mutlaka herkes tarafından yanlış anlaşılıyorsunuzdur!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 01.03.2012)
PEMBE BALIK
“Anne, akvaryum nedir?”
“Camdan büyükçe bir kap. İçi su dolu. Birkaç minik ve renkli balık konulur içine. Evlerde süs eşyası gibidir akvaryum.”
“Anne bana akvaryum alır mısın? İçinde pembe balık olsun.”
Annesi sinirlendi. Onun aklına akvaryumu kim sokmuştu acaba? Nerden öğreniyordu böyle şeyleri? Kendisiyle dalga mı geçiyordu? Akvaryumun ona ne faydası olurdu? Hem de içinde pembe bir balıkla… Çatallaşan ses tonuna hâkim olarak:
“Pembe mi? Pembe de nereden çıktı?”
“Pembe, kızların en sevdiği renkmiş. Yani benim de en sevdiğim renk o olmalı. Bu yüzden her şeyim pembe olsun olur mu anne? Akvaryumdaki balığım da pembe olsun, ne olur!”
Bir an “Nereden öğrendin bunları!” diye haykırmak istedi. Sonra onun o parlayan yüzüne baktı. Pembe balıklı akvaryum düşleyen gözleri ışıldıyor muydu?
“Pembe balık olmaz!” diye kestirip attı. Onu odasına gönderdi.
Aklını yaptığı işe vermeliydi. Bir an önce sabah akşam kendilerini konuşan o mahalleden uzaklaşmalılardı. Yavrusunu itip kakan yaşıtlarından kurtarmalıydı. ‘İnsanlar eskiden bu kadar acımasız değillerdi’ diye düşündü. Koliler üst üste istiflenmişti. Minik Filiz takılıp düşmesin diye hepsi duvarın önünde ikinci bir duvar gibi duruyordu. Hem kocası onları terk ettiyse ne olmuştu? Günümüzde kaç koca eşine sadık kalıyordu ki? Acıyan bakışlar… Meraklı bakışlar… Onlar önce kendilerine bakmalıydılar. Kolilerden birini kapatmak üzereyken bant istemsizce sağa sola yapıştı. Derin nefes aldı. Gereksiz yere yapışan bandı söküp attı. İkinci denemesinde başarılıydı. Geriye koliyi diğerlerinin üzerine yerleştirmek kalmıştı. İyice yukarıya kaldırdı. Koli ağırdı. Tam yerine oturtacakken, düşüverdi. Şangırtı sesleri zaten harap olmuş sinirlerini iyice hoplattı. Bir tekme savurdu düşen koliye. İçinde kırılmadık bir şey kalmadı. Hıçkırıklar, iç çekişler… Filiz olabildiğince hızlı adımlarla odasından çıkıp yanına geldiğinde, annesi ağlıyordu.
“Benim yüzümden ağlıyorsun, değil mi anne?” dedi.
Bir hafta sonra, yeni evlerine taşınıyorlardı. Yeni mahalleleri değişik bir semtteydi. Müstakil evlerin, iki üç kattan yüksek olmayan aile apartmanlarının ve biraz ileride de gecekonduların bulunduğu bir yerdi. En güzel yanı düzayak olmasıydı. Yokuş, merdiven, indi çıktı yoktu. Rahatça yürüyüş yapabilecekleri açık alanlar mevcuttu. Fakat “Mahalle sakinleri daha cahil. Bunlar, iyice ayarsız olur.” diye düşündü kadın. Ucuz, derme çatma müstakil evlerinin bahçesine Filiz için bir koltuk koymuştu. Eşyalar taşınırken arada kalmasın diye, ona oradan kalkmamasını tembihledi. Taşınmak gün boyu sürebilirdi. Öğlene doğru iyice yorulmuşken bahçeye çıktı. Filiz’in yanında onunla konuşan bir kız çocuğu gördü.
“Bizimle körebe oynar mısın?” diye soruyordu Filiz’e.
“Hayır! Oynayamaz!” diye haykırdı kadın.
Kız çocuğunu kolundan tuttuğu gibi bahçenin dışına iteledi. Ellerini biraz fazla sıkmış olmalıydı. Kızın canının acıdığı yüzünden belliydi. Yine de insafa gelmedi. Bir de arkasından bağırdı:
“Bir daha seni bu bahçenin kapısında bile görmeyeyim!”
Neredeyse bütün mahalleli, camdan olan biteni izliyordu. Kadın, hızla bahçe kapısını kapatıp içeri girdi. Nakliyeciler kadının peşinden kapıyı tekrar açmak zorunda kaldılar. Annesi hızlı adımlarla yanına geldiğinde, Filiz ağlıyordu.
“Onun adı Fatma’ydı! Benim arkadaşım olacaktı!” diye bu sefer Filiz haykırdı annesine.
Annesi uzun süre onu sakinleştiremedi. Ne yaptıysa kızı onunla konuşmuyordu. Ertesi gün aklına bir fikir geldi. Soluğu hemen evcil hayvan satıcılarında aldı. Akşam gülümseyerek kızının yanına geldi.
“Bak!” dedi “Ne aldım sana? Bil bakalım bu ne?”
Filiz, hemen elini uzatıp boş akvaryumu kucağına aldı. Heyecanla:
“Bu bir akvaryummm!” dedi.
“Evet,” dedi annesi. “Haydi, içine dinlenmiş su koyup pembe balığımızı yeni evine kavuşturalım!”
Filiz, tam sevincinden çıldıracaktı ki annesine olan kızgınlığı geldi aklına.
“Evet, ama yarın ilk iş Fatma’yı buraya çağıracaksın! O da görecek pembe balığımı!”
Kızı kararlıydı, annesinin yapabileceği bir şey yoktu. Filiz ilk kez bir insan uğruna annesini karşısına alıyordu. Fatma’yı o da merak etmeye başladı. Ertesi gün sokakta ip atlayan Fatma’yı buldu. Durumu anlattı. Onu pembe balığı görmeye çağırdı. Fatma sevinmişti. Söylenen saatte elinde su dolu bir poşete konulmuş simsiyah bir balıkla çıkageldi. Kendi eviymiş gibi içeri girdi. Filiz’i öptü.
Ve:
“Bak ben de sana mor balık aldım.” dedi.
Kadın, saatlerce boşu boşuna pembe balık aradığına hayıflanıp gülümsedi. Uzaktan uzağa akvaryum hakkında konuşan çocukları izledi. Filiz’in mutluluğu gerçekten görülmeye değerdi.
“Haydi!” dedi Fatma, “Körebe oynamaya gidelim!”
“Ebe benim!” diye bağırdı Filiz.
Annesi üzgünce iç geçirdi. Boynunu büküp kendi kendine:
“Hiç zorlanmayacaksın o oyunu oynarken. Hem de hiç… Gözlerini bağlamaya da gerek yok. Benim küçük kör ebem.” diye mırıldandı.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.03.20013)
GECE YOLCUSU!
“Cinleri de hâlis ateşten yarattı.” Rahman Suresi 15. Ayet
Yıl 1986…
“Yattım sağıma, döndüm soluma. Melekler şahit olsun, dinime imanıma. Yattım Allah kaldır beni. Nurlarına daldır beni. İmanla Kuran’la gönder beni. Âmin.”
“Aferin kızıma. Bütün dualarını ezberlemiş benim bebeğim.”
“Anne, duvarda asılı olan halının desenleri, gece gözlere dönüşüyor. Beni izliyor.”
“Hatice, ateşin geceleri sen uyurken yükseliyor bazen. Biliyorsun hastalığın yüzünden. Ateşi yükselen insanların hayal görmesi normaldir. İyileşince geçecek yavrum, merak etme.”
“Bazen kâbus görüyorum. Bu da mı ateş yüzünden?”
“Evet. Tabii ki. Merak etme, hem sen çocuksun, günahsızsın. Melekler hep yanında olur. Her zaman korurlar seni.”
“Biliyorum. Bütün gece benim için onlarla savaşıyorlar zaten. İyi geceler anne.”
“İyi geceler yavrum.”
Annem bir konuda yanılıyordu, gördüğüm şeylerin astım hastalığıyla ya da ateşle alakası yoktu. Başka bir konuda ise yerden göğe kadar haklıydı, melekler günahsız olanı koruyorlardı. Keşke hep çocuk kalsaydım…
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat Suresi 56. Ayet
Yıl 1993…
Nefes almak çok zordu. Astım hastalığından yeni kurtulmuş, tedaviye cevap vermiştim ancak bu sefer başka bir şey nefesimi kesiyordu. Tir tir titreyerek o simsiyah siluetin altında hareket edemeden yatıyordum. Çabalarımın hepsi boşunaydı. Boncuk boncuk terler yüzümden süzülürken, gözyaşlarım onlara karışıyordu. İnlemek için bile dudaklarımı aralayamıyordum. Zihnimin içinde çığlıklar atsam bile beni kimse duyamazdı. İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım. Biliyordum ki birazdan ezan okunacaktı ve “o” çekip gidecekti. Çalar saat gibi hiç şaşmadan her sabah üstüme çullanan bu gölge benden ne istiyordu, tam olarak bilmiyordum. Korkuyordum.
Ve en sonunda ezan okundu. Siyah siluetin uzaklaşmasıyla, yavaş yavaş hareket edebilmeye başladım. Annemle babamın sabah namazına kalktıklarını duyuyordum, ancak yatağımdan çıkmak için gereken cesaretim yoktu. Ben oda kapısına ulaşana kadar ya tekrar karşıma çıkacak olursa? Yorganı kafama çekip bir müddet bekledim. Gün ışımaya başladığında hemen annemin yanına gittim. Her sabah olduğu gibi, namazdan sonra salonun bir köşesinde oturmuş mırıl mırıl Kuran okuyordu. Yanına oturup başımı omzuna koydum.
“Ne oldu kızıma?”
“Karabasan!”
“Nasıl yani?”
“Anne hani seninle teravih namazına gitmiştik ya bir akşam.”
“Evet?”
“O gece namaz kıldıktan sonra çok güzel bir rüya gördüm. Ramazan ayı bitene kadar aynı rüyayı gecenin aynı saatinde görmeye devam ettim. Rüya bitiminde ezan okunuyordu ve ben aniden uyanıyordum. İçimden bir ses namaz kılmam gerektiğini söylüyordu ama ben hep üşendim, erteledim, uyudum. Ramazan ayı bittikten sonra, gördüğüm rüya kâbusa dönmeye ve “o” gelmeye başladı. Uzun boylu, simsiyah giyinmiş, yüzünü göremediğim biri! Her gece aynı saatte… Ezandan önce…”
“Seni namaza davet ediyorlar kızım. Namaz kılmaya başla!”
“Korkuyorum anne. Namaz kıldıkça onları daha çok görüyorum. Ben görmek istemiyorum!”
Sanmıştım ki, bu görüntülerin bir düğmesi vardı da ben bütün bunlara tepki vermeyerek o düğmeyi kapatabilecektim. Ve yine sanmıştım ki, korkunç olan tek şey o siyah siluetti…
“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” Tekvîr Suresi, 29. Ayet.
Yıl 1996…
Bazı şeyler yasaksa yasaktır! Gidip elmayı yemenin lüzumu yoktu. İçimdeki falcılık tutkusunu da susturamamak benim suçumdu. İnsanların yüzüne bakarak, onlarla ilgili şaşırtıcı şeyler söylemek de nereden çıkmıştı? Ama kendimi tutamıyordum. Bazı şeyler dudaklarımdan dökülüveriyordu. Küçüklüğümden itibaren, çevremdeki insanlar benim hislerime ve sözlerime çok dikkat eder oldular. Kimi zaman kendim bile nereden geldiğini bilmediğim bilgilerin doğru çıkmasına şaşırıyordum. Ne bana ne de konuştuğum kişilere faydası dokunan bir sürü şey söyledim. Söylediklerim çıktıkça korkunun yerini gurur almaya başladı. Ve siyah siluet tekrar göründü!
O kadar öfkeliydi ki, suratıma esaslı bir tokat patlattı. Tokadın acısıyla aniden irkilip sıçrayarak uyandım. Işığı açıp aynaya baktığımda, yanağımda gördüğüm kızarıklığın nedeni yastığın izi değildi! Uykular rüya ile başlıyor, rüyalar kâbusa karışıyordu. Birkaç gece üst üste o siluet rüyamda benim için yılanlarla savaştı. Bense hangi tarafı tutacağımı bilemiyordum. Yılanlara mı yardım etmeliydim, yoksa ona mı? Haftalar sonra başka bir rüyada, yılanların hepsi bedenimi sarmıştı ve ben ilk kez karabasansız uyandım.
“İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.” Ahkaf Suresi 18. Ayet
Yıl 2000…
Artık falcılığı para karşılığı yapıyordum ve çevremde ünüm oldukça artmıştı. Bir yandan üniversite için cep harçlığım çıkıyordu, bir yandan da çevre kazanıyordum. Ama bir şeyler ters gitti ve çember kırıldı. Kâbuslarımda artık siyah siluet yoktu ancak başka şeyler vardı. Uykudan gözlerimi açınca yatağın yanında dikilen küçük insansı varlıklar! Simsiyah gözlerinin etrafında sürmeler çekili, yüzleri dövmeli, kulakları değişik, sesleri iğneli, bakışları rahatsızlık verici, başka bir âlemden gelmiş varlıklar! Uykuda değil, rüyada değil, kâbusta değil, tam karşımda!
“Haticeeeee!”
Sesleri kulaklarımda bütün gün çınlıyordu. Bir yandan hayatım tepetaklak oluyorken, diğer taraftan korku dolu geceler geçirmeye başladım. İlk önceleri hayatımda ters giden şeylerden dolayı strese girdiğimi ve böyle halisünasyonlar gördüğümü düşünüyordum. Ailem üniversiteyi bitirmemle İstanbul’dan ayrılma kararı almışlardı. İki yıl Ankara’da kalıp bu süre içinde Sivas’ta bir köye ev yaptıracak ve tamamen kendi hayatlarına yöneleceklerdi. Peki, ben ne olacaktım? Büyük tartışmalar ve hırpalanmalar yaşandı. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, gördüklerim strese bağlı olabilirdi! Işığı kapatınca uyumamı bile beklemeyen, sesler ve görüntüler…
“Lütfen anne, beni yalnız bırakmayın!”
“İblis: Ey Rabbim, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki kesinlikle ben yeryüzünde onlar için süsler yapacağım ve hepsini azdıracağım!” Hicr Suresi 39. Ayet
Yıl 2008…
İstanbul’da tek başıma ayakta durmaya kısa sürede alıştım. İletişim sektörünün cıvıltılı atmosferi (Güzel). Vur patlasın çal oynasın zamanlar (Eğlenceli). İçi başka dışı başka afilli yalnızlıklar dünyası (Uyum sağlanabilir). Arkadaşlarını ve sevgililerini düşmanları arasından seçen zavallılarla yaptığım iş anlaşmaları (Sinir bozucu). Kâbuslar (Aynen devam).
Zamanla bambaşka bir kız olmaya başladım. Önceleri içine kapanık, mutsuz, öfkeliyken, sonraları kendini beğenmiş, kibirli ve sosyal biri olup çıktım! Ne de olsa hayatta tek başına ayakta kalmanın kendine has kuralları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi rekabet eden, en yakın arkadaşının kuyusunu kazan ve güç savaşını kıran kırana oynayan reklamcılar dünyası kuralların dışına çıkanları asla affetmez. Böylece meslektaşlarım sayesinde gece gördüklerimden korkmamayı öğrendim! Çünkü kesinlikle birlikte çalıştığım reklamcılar, bedensiz varlıklardan daha tehlikeliydiler!
Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi… Bunlarla birlikte tanıdık bir ses daha!
Reklamcı:
“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini bildirebilirsin!”
Kız çocuğu:
“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan korkuyorsun. Her zaman korktun!”
Siyah Siluet:
“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”
“(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah’ı aciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi 12. Ayet
Yıl 2010…
“Hatice dün gece seni rüyamda gördüm.”
“Ben de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”
“Evet, yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve girdik.”
“Büyük bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”
“Sonra o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi ışıldadı!”
“Ve bana sarıldı!”
“İnanmıyorum aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”
“Allah hayırlara çıkarsın ablacığım.”
“Hâlâ kâbus görüyor musun?”
“Hayır. Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”
Darmowy fragment się skończył.