Czytaj książkę: «Yaban Gülü»

Czcionka:

Sunuş

Güzide Sabri, 1883 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Çocukluğunu Çamlıca civarında bir köşkte, annesiyle birlikte geçirir. Babası, dönemin padişahı tarafından Sivas’a sürüldüğü için ailesinden uzaktadır.

Tüm çocukluğu boyunca babasından ayrı kalmanın acısını yaşayan Güzide Sabri, Münevver isimli bir kızla arkadaşlık etmeye başlar. Münevver’in genç yaşta ölmesi onu çok etkiler. Arkadaşının anısına ilk romanı Münevver’i yazar.

Genç yaşında, Ahmet Sabri Aygün’le evlenir. Ahmet Sabri Bey’in eşinin roman yazmasına karşı çıktığı, bu nedenle de Güzide Sabri’nin geceleri gizli gizli yazmak zorunda kaldığı söylenir.

Güzide Sabri, arkadaşı Münevver’den sonra eşi Ahmet Sabri Bey’i de kısa sürede kaybeder. Sonrasında kendini tamamen yazmaya verir. Özellikle karasevda konulu romanlarıyla tanınan yazarın kitapları Sırpça ve Ermenice gibi dillere çevrilir, pek çok kez beyazperdeye uyarlanır. 1940’lı yıllara kadar olan dönemin en çok okunan kadın yazarlarından biri haline gelir. 1946 yılında hayatını kaybeder.

Yazarın Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret adlı iki kitabını, Fikret ve Nedret adıyla tek bir kitapta birleştirip birkaç yıl önce yayımlamıştık. Diğer kitaplarını da yayımlama düşüncesi daima aklımızın bir köşesinde duruyordu. Ama kitaplara ulaşmanın zorluğu, ulaşabildiğimiz versiyonlarda gördüğümüz eksiklikler, bu sırada yayımlamaya devam ettiğimiz diğer kitaplarla uğraşma zorunluluğu ve hayatın her an karşımıza çıkarabildiği türlü türlü engellerle mücadele ederken bu kitapları istemeden de olsa ertelemek zorunda kaldık.

En sonunda hazırlıklarımızı tamamladık. İlk olarak Yabangülü ve Necla’yı okurlarımıza sunuyoruz. Hemen ardından da Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret yine tek kitap olarak yayımlanacak.

Güzide Sabri’nin dilini günümüz Türkçesine çevirmeyi tercih etmedik. Tüm kitabı imla açısından günümüzde kullandığımız kılavuza uygun hale getirdik ama bunu yaparken yazarın sözcük seçimlerine mümkün olduğunca dokunmamaya çalıştık. Günümüzde kullanılmayan, az kullanılan ya da zamanla anlamı değişmiş sözcüklerin şu anki karşılıklarını dipnot olarak ekledik. Bu sözcükleri liste halinde bir arada görmeyi isteyenler için de kitabın en sonuna bir sözlük koyduk.

Uzun, biraz da meşakkatli ama aynı zamanda heyecanlı bir hazırlık sürecinin ardından Güzide Sabri kitaplarımız okurlarıyla buluşmaya hazır. Umarız siz de Güzide Sabri’yle tanışmaktan en az bizim kadar memnun olursunuz. İyi okumalar!

Leyla, Bursa’nın ufak, şairane manzaralı bir köyünde çamur sıvalı, toprak damlı bir kulübenin basık çatısı altında dünyaya gelmişti. Zavallı yavru, hayatın ilk sıcak nefesinin ciğerlerini yaktığı ve ilk ağlayışla ağzını açtığı o anda talih kendisini ısınacağı, barınacağı, sokulacağı bir anakucağından ebediyen mahrum etmiş, babasının himayesine sığınmaya mecbur olmuştu.1

Köyün harap mezarlığından meyus2 ve yorgun dönen zavallı babası, acı gözyaşları ile kızaran gözlerini bu karanlık kulübenin içine çevirdiği zaman, bezlere sarılı minimini öksüzün komşulardan bir kadının kucağında, okşanmadan perişan bir halde mışıl mışıl uyuduğunu gördü. O anda duyduğu acı, bu saf köylünün yüreğini sızlatmıştı.

Çaresizliğin yeisle3 fikrini kaplayan siyah bulutları arasında şaşırmış halde, başını elleri arasına alarak çocuğun önünde oturdu.

Gözlerinden süzülen sıcak yaşlar, çocuğun masum yüzünün üzerine damla damla akıyor; onu açlıktan, sefaletten öldürmek, bir babanın yüreğini parçalayan ikinci bir matem oluyordu.

Sakin ve solgun bir karanlık içinde, bir köy hayatının fukaralığı ortasında ve bu is kokan kulübenin oyuk ve nemli duvarları arasında iki eli koynunda, aciz4 ve perişanlıkla ağlayan bu meyus köylü birdenbire çocuğu kucağına aldı.

Taze, pembe yanaklarını hafifçe kokladıktan sonra gözlerini kaldırdı.

Kendisine acıyan bir nazarla5 bakan komşu kadına hitaben “Nefise Nine,” dedi. “Çimenli Fatma’nın öksüz bıraktığı bu kızı sana emanet ediyorum. Buna sen bak!”

Kadın fena halde bozuldu, bu söz hiç hoşuna gitmemişti. Lakin senelerden beri komşusu olan Ahmet Çavuş’u, şu acıklı halinde bütün bütün meyus etmemek için başını önüne eğerek yavaşça “Peki,” demişti.

Ahmet Çavuş, Nefise Nine’nin bu tekliften memnun olmadığını anlamış, cebine soktuğu elini kadına doğru uzatmıştı. Bir babanın yalvaran sözlerinden ziyade mecidiyelerin kulağı okşayan sesi kadının kalbini yumuşatınca “Sen hiç merak etme Ahmet Çavuş, elimden geldiği kadar kızına bakarım,” diye söz vermiş ve aynı zamanda bu minimini yavruyu babasının kucağından almak için kollarını uzatmıştı.

O günden sonra her gün zavallı adam dağa çıkar, kestiği odunları şehre indirir ve bedelini Nefise Nine’ye verirdi.

Nefise Nine, kıza Leyla ismini vermişti.

Zira şimdiye kadar hayalinde hiçbir kadının Kays’ın sevgilisi Leyla kadar güzel olması ihtimalini yaşatmamış olan bu saf kadın, bu ismi ancak bu küçük kıza layık görmüştü.

Çocuk günden güne büyüyordu. Babası akşamları gelir, onu kucağına alır, altın gibi sarı saçlarını ve pembe yanaklarını kokladıktan sonra Nefise Nine’nin kolları arasına bırakarak kulübesinin karanlık damı altına çekilir, orada akıttığı gözyaşlarıyla kederini gidermeye çalışırdı.

Bir gün Ahmet Çavuş yine odun kesmeye gitmiş fakat akşam dönmemişti. Ertesi gün ve gece de görünmemişti. Nihayet birkaç gün sonra ormanın kıyısında akan coşkun bir derenin kenarında, bir ağaç kütüğüne takılmış cesedi bulundu.

Biçare adamın odun keserken kazaen düştüğü, hırçın ve coşkun suların cereyanı ile sürüklenip öldüğü anlaşıldı.

Artık Leyla hem öksüz hem de yetim olarak Nefise Nine’nin kolları arasında kalmış, istikbalin korkunç karanlığı o günden itibaren onun küçücük varlığını sarmaya başlamıştı.

Zira Ahmet Çavuş’un ölümüyle küçük Leyla’nın bir angarya olarak başına kalması Nefise Nine için büyük bir felaket olmuş, bu zavallı kızın vücudu ağır bir yük gibi omuzlarına çökmüş, canından usanacak kadar derin bir yeise kapılmıştı.

Vakıa6 çocuk pek sakin, pek uslu ise de, her günkü meşguliyetleri onunla uğraşmaya müsaade etmiyordu.

Leyla’nın ekseri7 günleri komşu evlerinde, sokak ortalarında, kapı önlerinde geçiyordu.

Nefise Nine, ara sıra köyden vilayete inip tarhana, yoğurt gibi kendi yaptığı şeyleri tanıdığı konaklara satar ve akşam köye döndüğü zaman Leyla’yı kapının önünde, bir taş üstünde kendisini bekler bulurdu.

Çocuk, beş altı saatlik bir ayrılığın verdiği sokulganlıkla ona kollarını uzatarak kucağına sokulma arzusunu gösterirken onun soğuk ve aksi bakışıyla karşılaşır, mahzun bir tavırla boynunu bükerek sanki ondan ufak bir iltifat, hafif bir tebessüm bekler gibi karşısında durur, bilmeyerek, anlamayarak pek derin bir muhabbetle sevilmeye muhtaç olduğunu anlatmaya çalışırdı.

Analık şefkatinden mahrum olan bu kadın, iki yaşındaki çocuğun bütün ruhi ihtiyaçlarıyla dilendiği tatlı bir bakışı esirgeyerek ve önüne çamur gibi bir parça ekmeği atarak bir tarafa çekilirdi.

Biçare yavru! O bir lokma ekmeği yedikten sonra anne bile demeye cesaret edemediği bu kadının gösterdiği yere gider, başını sert bir yastığa koyarak uyuyakalırdı.

Bir sabah erkenden Nefise Nine merkebini hazırlamış, Leyla’yı da bir heybenin içine koymuş, bir de ufak bohça alıp şehrin yolunu tutmuştu.

O akşam ve ertesi akşam geri dönmeyen Nefise Nine’yi merak eden köylüler, birbirlerine sormaya başlamışlardı. Nihayet dört gün sonra kadın, merkebin heybesi boş halde köye gelmiş ve ağır bir yükten kurtulmuş gibi derin bir nefes almıştı.

Komşular, köye niçin yalnız geldiğini ve Leyla’yı nereye bıraktığını merak ederek etrafını sarmıştı.

Kadın gülerek anlatıyordu.

“Leyla’yı,” diyordu, “vilayetin en büyüklerinden birinin konağına evlatlık verdim, çocuk şimdi rahata düştü. Zengin bir efendinin bir tek kızı oldu. Fena mı yaptım?” Nefise Nine sözünü ikmal ettikten8 sonra güzel Leyla’dan ayrıldığına hiçbir teessür9 göstermeden evinin kapısını açarak rahat rahat içeri girmişti.

* * *

Akdeniz’e hareket etmek üzere olan büyük bir posta vapurunun birinci mevki yolcularına mahsus salonunda bulunanların arasında, kıyafeti gayet düzgün, kırk beş-elli yaşlarında tahmin edilen bir zat ile sarı saçlı, pembe yanaklı, tombul ve iki yaşlarında kadar görünen minimini bir kız bulunuyordu.

İkisi de salonun tenhaca bir tarafına çekilmişlerdi. Çocuk, elinde süslü bir bebekle oynarken Rahmi Bey ruhundan taşan derin sevgiyle onu seyrediyordu; bakışlarıyla onun altın saçlarını, yanaklarını okşuyordu.

Zavallı adam, ömründe ilk defa hissettiği baba sevgisiyle o kadar mesuttu ki sanki dünyanın bütün sonsuz zevkleri bu küçük yavrunun vücudundan teşekkül etmiş10 sanıyordu.

Bir aralık eğildi. “Leyla, kızım, uykun geldi mi?” dedi.

Çocuk neşeli bir yüzle ona baktı ve sokulmak arzusunu göstererek başını koluna dayadı.

Rahmi Bey, onu hemen dizleri üzerine aldı ve kıvırcık parlak saçlarını öperek başını göğsü üzerine bastırdı.

Bu iki kimsesiz hayatın birbirine sarılması pek hoş bir görünüş vücuda getirmişti.

Leyla hakikaten hiç umulmayan bir saadet içinde yaşıyordu. Köyün ıssız, unutulmuş muhitinden, Nefise Nine’nin zalim ve lakayt bakışlarından uzaklaştıran talihi, onu şimdi şefkatli ellere bırakmıştı.

Beyrut’a çıkan yolcular arasında Rahmi Bey ailesi de vardı. Leyla süslü elbisesi, tüylü ve dantelalı başlığıyla eşsiz bir çiçek gibi, Rahmi Bey’in en eski cariyesi ve evinin en kıymetli müdiresi olan Mahinur Kalfa’nın kucağında gidiyordu. Kader bu kızı bir köylüden dünyaya getirmiş, fakat karanlık ve fakir bir hayata layık görmemişti.

Rahmi Bey ve ailesi evvelce kendileri için hazırlanan konağa yerleştiler.

Leyla’nın ilk terbiyesi, Rahmi Bey’in sevgili cariyesi Mahinur Kalfa’ya bırakıldı. Bu kadın, hakikaten çok insan11 ve yüksek ruhluydu.

Rahmi Bey ise cidden kibar, asil, kalbi temiz olup çok sevdiği zevcesinin birdenbire ölmesi nedeniyle sonsuz bir keder içinde yaşıyordu. Fakat Leyla, bu karanlık hayatın yeni ışığı olmuştu.

Çocuk büyük kalfaya nine, Rahmi Bey’e de baba diyordu. Minimini ruhunda onu bu kelimeyi söylemeye zorlayan gizli bir kuvvet vardı. O mutlak anne veya anneciğim demek istiyordu; ama Mahinur Kalfa kendisine nine denmesinden hoşlanarak Leyla’nın öksüzlüğüyle kendi yalnızlığında eski zamanlara ait bir benzeyiş buluyor, günden güne artan bir sevgiyle kalbinin dolduğunu anlıyordu.

Rahmi Bey, bu güzel kıza daha güzel bir isim bulmak istemişse de hiçbirini münasip görmeyerek kulağında pek hoş bir tesir bırakan Leyla’yı tercih etmiş, onu bu isimle çağırmaya karar vermişti.

Güzel Leyla’nın evdeki halinden şikâyeti yok gibiydi. Bütün gün süslü bebekleriyle meşgul olur, onları öper, sever, koynuna alır ve uyuturdu.

Rahmi Bey’in bu sevgili evlatlığı günden güne büyüyor, fıtri12 zekâsı ve bilgisi gittikçe genişliyordu.

Beyrut’ta dört sene oturmuşlardı. Artık bu zamanlar ciddi bir tahsil ve terbiyenin başlangıcı olmuş, ilk terbiyesi bittiği için kalfa onu hocalarına bırakmaya mecbur kalmıştı.

Leyla’da okuyup yazmak ve her şeyi öğrenmek hevesi o kadar çoktu ki… Hocaları, Rahmi Bey’e nihayetsiz takdirlerde bulunurlardı. Musikide de aynı heves ve terakkiyle çalışma istidadı13 görülüyordu. Rahmi Bey onunla son derece iftihar ederek Beyrut’un en muktedir muallimlerini konağına toplamış, manevi evladını onların eline bırakmıştı.

Zaman geçtikçe bu kızda harikulade bir güzelliğin ilk izleri görünmeye başlamıştı. Koyu yeşil ile siyahın karışmasından hâsıl olan gölgeli ve şahane gözleri, bakışlarına baygın ve süzgün bir güzellik veren uzun, kıvrık kirpikleri vardı. Dişleri o kadar beyaz ve düzgündü ki dudaklarının arasında parlak bir sıra inci gibi görünürlerdi.

Güneşin altın ziyalarını andıran saçları ise güzelliğine bir büyüklük ilave ederdi. Rahmi Bey bu saçları okşadıkça, ileride bu kızı itinayla saklamaya mecbur olacağını düşünüyordu.

Bir akşam Beyrut’un en meşhur musikişinasları selamlıkta toplanmışlardı. Şarkılar birbirini takip ediyor, sanatkârların ellerindeki musiki aletleri kederli bir kalbin takatsiz iniltileri gibi titriyor, dinleyicileri müteessir ediyordu.

Bu sırada Rahmi Bey’in dikkatli bakışları Leyla’ya dönmüştü. Musikinin bu masum ruhta hâsıl edeceği tesiri anlamak istiyordu. Çocuk o kadar derin bir zevk içinde dinliyordu ki babasının kendi üzerine çevrilen bakışlarından bile haberi olmuyordu. Selamlıktaki misafirler bu kadar küçük bir kalpte mevcut olan duyguyu hayretle karşılamaktaydılar.

Rahmi Bey bir aralık eğilip eliyle Leyla’nın saçlarını okşamıştı. Bu temas ile tatlı bir uykudan uyanır gibi başını kaldırmış olan Leyla, en masum bakışlarıyla Rahmi Bey’e bakmış sonra başını onun göğsüne dayayarak derin derin içini çekmişti. Gece herkes odalarına çekildikten sonra Leyla yatağına girmiş lakin uyumamıştı. Dinlediği utun yanık sesleri, o mavalların, o içli ahların inleyen akisleri ruhunda derin bir iz bırakmıştı.

Sabahleyin büyük kalfa gelip beyefendinin kendisini istemekte olduğunu söylediği zaman Leyla derhal babasının odasına koştu. Rahmi Bey ayakta duruyor ve elinde sedefli minimini bir ut tutuyordu.

“Kızım,” diyordu, “bunu sana aldım; memnun oldun mu?” O zaman çocuk coştu. Kollarını babasının boynuna doladı ve “Ah!” dedi. “Rüyamda sabaha kadar hep bunu gördüm. Kucağımda böyle süslü minimini bir ut vardı, ne güzel çalıyordum.”

Rahmi Bey gülerek “Piyano derslerinin hariç bir zamanında biraz da Arapça ut öğrenirsin diye düşündüm, herhalde pek fena bir saz değildir,” diye cevap veriyordu.

Leyla sevincinden ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Mütemadiyen Rahmi Bey’in ellerini öpüyordu. O da onun pembe yanaklarını okşuyordu. Kalfa ise karşıdan, öksüz bir kızla evlat muhabbetinden mahrum bir kalbin ruhi ve tabii ihtiyaçlarını seyrederken pek müteessir oluyordu.

Seneler geçtikçe, Leyla parlak güzelliğiyle görenleri hayran eder olmuştu. Gözlerindeki sihirli bakışlar, tavırlarındaki sadelik daha ziyade artmış; genişlemeye başlayan omuzları üzerinden yükselen başı daha vakur ve daha muhteşem bir eda, endamına ayrı bir ahenk veriyordu.

Artık Leyla eskisi gibi selamlığa çıkamıyordu. Zira erkekten kaçma zamanı gelmiş, halkın gözünden muhafazası lazım gelecek bir çağa vasıl olmuştu.14

İstanbul’dan gelen mektupları, babasına ekseriya Leyla okur, icabında ise cevabını kendi yazardı. En sık gelen mektuplar Rahmi Bey’in biraderindendi. Bir gün, gelen mektubun içinden genç, güzel birinin fotoğrafı çıkmıştı. Leyla, bunu bir nevi merak ve hayretle tetkike başlamış, düşünceli bakışların, vakur, sevimli bir simanın sahibi olan bu resim, onun ruhunda derin bir iz bırakmıştı. Bu genç, güzel amcazadenin hayali, günlerce fikrini meşgul etmişti. Akşamüzeri Rahmi Bey resme sevgiyle baktıktan sonra dudaklarında tatlı ve manidar bir tebessümle, “Ne güzel bir çift…” diye söylenmişti.

Bugünlerde konağın içinde garip bir hazırlık görülüyordu. Suriye’nin, Hama’nın en zarif ve en nefis kumaşları ile salonların döşemeleri yenileniyor, Rahmi Bey’in şahsi işlerinde bir faaliyet görünüyordu. Leyla ise bu hallerin sebebini tahkike cesaret edemeyen sıkıntılı bir hisle muazzep15 oluyordu. Şimdiye kadar sakin geçen hayatlarına arız olmak16 üzere olan değişikliğin ne olabileceğini düşünüyordu. Bir gün büyük kalfanın yanına gitti. Hiç mukaddemeye17 filan hacet görmeden “Ne oluyor nineciğim? Konaktaki bu hazırlık nedir?” diye sordu.

Mahinur Kalfa kaşlarını çatarak başını sallaya sallaya “Ne olacak, ne olacak? Beyefendi bu yaştan sonra evleniyor, genç hanım alıyor, bütün hazırlık onun için,” cevabını verdi.

Leyla, gayri ihtiyari hayretle haykırmıştı. Evleniyor mu, bu da ne demekti! Düşüncesi birdenbire bu kelimeyi kavrayamamıştı. Çünkü şimdiye kadar bunu bir kere olsun aklına getirememiş, kendisinden gayri kimsenin ona yakın olması ihtimalini düşünmemiş, hayatta onu sırf kendisinin olarak tanımıştı. Ve sevilmek hissinin bütün tabii ihtiyaçlarıyla hakiki bir baba kucağı sandığı bu kolların arasına sığınmış, burası ebediyen kendisinin olacak zannetmişti. Leyla, bugünlere kadar Rahmi Bey’i kendi öz babası olarak tanıyordu.

Genç kız bir şey söylemeden kalfanın yanından uzaklaşarak odasına çekildi. Kalbini garip bir keder kaplamıştı. Sakin ve mesut geçen günleri artık tarihe karışıyordu. İlk defa, kalbinde sızlayan bir acı duydu. Fakat henüz kederin, acının ne olduğunu tatmamış olan Leyla, bu hissin hakiki manasını anlayamamıştı. Gözleri denizin ufuksuz boşluğuna daldı. Uzun kirpikleri üzerinde hayatının ilk keder yaşı parlıyordu.

Bir sabah uyandığı zaman konakta her günden farklı bir telaş, bir hazırlık olduğunu gördü. Büyük kalfa, bilhassa kendisini çağırıp gelin hanımın geleceğini bildirdiği zaman Leyla hiçbir hayret göstermeden odasına döndü. Zaten bunu beklemiyor muydu?

Saçlarını taradı, sonra çehresine pek yaraşan yeşil elbisesini giydi. Gençliğinin gözleri kamaştıran güzelliği içinde aşağı inerken merdiven başında pederine tesadüf etmişti. O telaşlı telaşlı bir şeyler söylüyor, ötekine berikine emirler veriyordu. Leyla’yı görünce güldü. “Bugün ne güzel bir hanım olmuşsun!” dedi. Genç kız, dudaklarında mahzun bir gülüşle, bir tebessümle önüne bakıyordu. Rahmi Bey, “Ne o? Küçük hanım, bugün dargın gibi duruyorsun. Hani sen her vakit babanı öperdin, değil mi? Seni yaramaz seni!” diyerek saçlarını okşadı.

Bu esnada herkes aşağıya doğru koştu. “Gelin geliyor!” sesi konağın içinde birdenbire bir telaş hâsıl etmişti.

On dakika sonra bütün gözler merdivene dönmüştü. Beyaz elbiseler içinde uzun boyu, mütenasip18 endamıyla narin bir vücut, beyaz bir tülle örtülmüştü. Güzel bir sima göründü. Leyla olanca dikkatiyle bakıyordu; bu kadın, düşündüğü gibi değil, bilakis pek güzel ve pek sevimli görünüyordu. Zavallı çocuğun müessir19 bir hülya ile sıkılan kalbi şimdi biraz müsterih olmuştu. Herkes çekildikten sonra gelinin bulunduğu odaya girdi. Bir yer bularak karşısına oturdu. Salonun bir köşesinde bir vakar ve kibirle oturan bu gelin hanım, iri siyah gözleriyle kendisini derin derin süzüyordu. Genç kız bu bakışların altında o kadar utandı, o kadar sıkıldı ki bir dakikada bütün vücudu sıcak bir ter içinde kaldı. Bir aralık orada bulunan kadınlardan biri kendisini göstererek yanındakine gizlice “Bu kız Rahmi Bey’in kendi kızı mı?” diye sordu.

“Hayır, evlatlığı,” diye cevap aldı.

Leyla bu sözleri tamamıyla işitiyordu. Lakin “Evlatlığı!” demek de neyin nesiydi? Bunu anlayamıyordu. Oturduğu yerden birdenbire kalktı. İçin için ağlıyordu. Zavallı kızcağız bugün hiç görmediği, hiç bilmediği, hiç bahsedilmeyen annesi için o kadar şiddetli hasret, öyle önüne geçilmez bir arzu duyuyordu ki… Annelerinin yanına sokulup oturan çocuklara baktıkça gözleri yaşla doluyordu. Ah! Ah ne olurdu onun da bir annesi olsaydı! Kendisini her felakete, her tehlikeye karşı şefkatli kucağında saklasaydı!

O gün akşama kadar mahzun ve müteessir dolaştı. Fikrini daima bir kelime tırmalıyordu. Evlatlık! Bu ne demekti? Dünyada onun babasından gayri kimi vardı, bunu ninesine sormaya karar vermişti. Her şeyi ondan öğrenecekti.

Gece konağın içi tenhalaştıktan sonra Leyla odasına çıkarak soyundu. Mevcudiyetinde bir metrukiyet20 hissi vardı. Bir müddet sonra Rahmi Bey kendisini çağırmıştı. Odaya girerken gayri ihtiyari titriyordu. Birkaç adım atarak oturdu. Rahmi Bey, “Leyla, yanıma gel, buraya otur,” dedi.

Genç kız başını kaldırdığı zaman kanepesine yaslanmış olan gelinin istihfafa21 benzer bir nazarla kendisine baktığını görmüştü. Rahmi Bey genç kadına hitaben “Gördünüz mü?” diyordu. “Leyla pek sevimli, pek nazlı bir kız, değil mi? Tabiatındaki uysallıktan memnun olup kendisini seveceksiniz zannederim.”

Kadın lakayt ve biraz müstehzi bir edayla “Şüphesiz…” diye cevap verdi.

Leyla yarım saat sonra kendisini dışarı attı. Bunalmış gibiydi. Kalfanın yanına gitmeye ve bu gece onunla yalnız kalmaya pek ihtiyacı olduğundan, onu odasında yalnız bulduğu zaman pek sevindi. Koştu, kollarının arasına kendini attı. Başını göğsüne dayadı. Ah… Bu gece bir anakucağı, bir anne kokusu isteyen ruhu, pek ezalı22 hisler altında eziliyordu.

Mahinur Kalfa onu seviyor, okşuyordu. Fakat bu, Leyla’nın ruhunun ihtiyacını doyurmaya kâfi gelmiyordu.

“Nine…” dedi. “Bu gece o kadar ağlamak istiyorum ki.”

“Niçin yavrum, buna sebep ne?”

Leyla, kalbi yırtılıyormuş gibi içini çekti. “Bilseniz, bilseniz!” dedi. “Bana bugün evlatlık dediler. Söyleyiniz nine, ben hakikaten evlatlık mıyım?”

Kalfa bu sual karşısında birdenbire şaşırdı. “O nasıl lakırdı?” diye söylendi.

“Bilmem, ben de işte size soruyorum.”

“Yanlış…”

“Hayır, yanlış değil, yalnız müphem.”

“Bunlar ne münasebetsiz sözler canım! Bu akşam nereden uydurup söylüyorsun?”

“Nine, vallahi ben uydurmuyorum, öyle söylediler.”

“Kim söyledi canım?”

“Misafirlerden iki hanım.”

“Halt etmişler.”

“Yok, yok nine, artık ben çocuk değilim. Bunları söylerken hakikati gizlemeye uğraştığınızı görüyorum. Gözlerinizde öyle derin manalar var ki… Bana hayatımın acı taraflarını anlatıyor. Lakin ben mukadderatına teslim olmuş bir kızım. Söyleyeceğiniz hakikat ne kadar acı olursa olsun korkmayınız, ben tahammül edeceğim.”

İşin ciddi bir renk aldığını gören kalfa tesirli bir sesle “Leyla… Böyle sözler söyleme. Haydi odana git de rahatına bak. Ben de yorgunluktan bayılıyorum, şimdi yatacağım,” dedi.

Leyla, kalfanın meseleyi kapatmak üzere kendisini başından savmak istediğini anladığı için “Bir yere gitmem,” dedi.

“Canım ne söyleyeyim, bir şey bilmiyorum ki!”

“Her şeyi, her şeyi biliyorsunuz da söylemek istemiyorsunuz.”

“Allah Allah… Bu gece seninle derde çattım. Çok nefes tüketecek halim yok. Yorgunum diyorum, anlıyor musun?”

“Ben her şeyi anlıyorum, anladığım için soruyorum.”

Kadın önüne bakıyor, aynı zamanda titriyordu. Bu kız er geç bu acı hakikati öğrenmeye mahkûmdu. Başını kaldırarak ona baktı, pek müthiş bir sır söyleyecekmiş gibi korkuyordu.

“Peki,” dedi “böyle olduğunu bilsen ne yapacaksın?”

“Hiçbir şey, yalnız mevkiimi bileceğim.”

“Bilirsen ne olacakmış?”

“Ona göre hattıhareketimi23 tayin edeceğim.”

“Nasıl?”

“Şimdiye kadar gösterdiği şefkat, muhabbet, yaptığı fedakârlık için kendisine karşı olan şiddetli muhabbetime bir de şükran hissi ilave edeceğim.”

“Demek yine kendisini evvelki kadar seveceksin?”

“Hiç şüphesiz. Çünkü dünyada ondan ve senden başka kimseyi bilmiyorum ki…”

Kalfanın gözleri yaşla doldu. “Biz de senden başka evlat muhabbetinin ne olduğunu bilmiyoruz ki yavrum. On beş senedir sen bizim yegâne sevgimiz, yegâne eğlencemiz, yegâne evladımızdın…” dedi.

Leyla elleriyle yüzünü kapamış, muhitinin derin boşluğu içinde sakin sakin ağlıyordu. Neden sonra başını kaldırıp yaşlı gözleriyle kalfaya baktı.

“Nine,” dedi, “annemle babamı tanıyor musunuz? Hiç olmazsa onlar hakkında biraz izahat verin. Annem güzel miydi? Babam vicdanlı ve namuslu bir adam mıydı?”

Kalfa başını sallayarak “Artık çok oluyorsun,” dedi. “Her şeyi derin derin sorma.”

“Nineciğim, hayatımın en mühim sırrını öğrenmek hakkım değil mi? Niçin beni bundan mahrum ediyorsunuz? Bu iki zavallı ölünün toprakla örtülen vücutlarından hiçbir hatıram olmasın mı?”

Kalfa müteessif24 bir tavırla “Yemin ederim ki ben hiçbir şey bilmiyorum. Seni bize yabancı bir kadın getirdi. Onlar çoktan ölmüşlerdi. Sen bu kadının eline kalmıştın,” dedi.

Leyla bir kere “Ah!” diye haykırdı ve sonra Mahinur Kalfa’nın kolları arasına düştü.

* * *

Artık konaktaki yaşayış tarzında ve idarede mühim değişiklikler yüz göstermeye başlamıştı. Pakize Hanım elinde anahtarlar ötekine berikine emirler veriyor, büyük kalfayı çağırarak Leyla için ona bir şeyler söylüyor, sonra zavallı kızı görür görmez içinde bir öfkeyle “Baksana kızım! Kitaplarını ve yazıhaneni, ufak tefek neyin varsa en aşağı kata indir. Bundan sonra hocaların oraya gelsinler. Sen de artık büyük kalfanın yanında yat. Odalar yetişmiyor, orasını kendime misafir odası yapacağım. Anlıyor musun?” diyordu.

Birdenbire büyük bir konağın, yüksek bir mevkiin sahibesi olduğu için ne oldum delisi olan bu şımarık kadının sözlerinde, itiraz kabul etmez bir katiyet vardı. Emre itaat mecburi olduğu için biçare Leyla kaç senedir severek yattığı bu küçük sevimli odadaki karyolasını bozdu, yatağını kalfanın odasına indirdi. Kitaplarını, yazıhanesini, bütün sevdiği bu kıymetli eşyalarını en aşağı katta karanlıkça bir odaya yerleştirdi. Bu işleri hiç kimseye şikâyet etmeden gördü. Sofada kalfaya tesadüf eder etmez kalfa kendisine “Gördün mü Leyla başımıza gelenleri?” diye şikâyete başlamıştı. “Bütün kabahat bizim efendide,” diyordu. “Ne olacak… Dayısının yanında adi bir besleme gibi büyümüş, terbiyeden ve görgüden mahrum olan bir kızı hanım diye başımıza getirirse işte böyle evin içi altüst olur. Dünyada sonradan görmelik kadar fena bir şey yoktur, ah… Rahmetli hanımefendiciğim, gözlerini aç da bak, kırk yıllık evin barkın ne hallere girdi! Kocan bu yaştan sonra gönül budalası oldu.”

Kalfa pek buhranlıydı. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla: “Nemize lazım nineciğim?” dedi. “Onun ne mazisi ne de şimdiki haline bir söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmadan vazgeçse… Emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirdim değil mi? Benim gibi zavallı, öksüz bir kız…”

Günler, aylar geçtikçe, Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki… O sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkarmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusuyla yanıyordu. Ah, bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı. Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki, esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu halde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.

Rahmi Bey, Leyla’nın çektiği üzüntüyü, duçar25 olduğu hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyordu. Gizli gizli “Leyla kızım,” diyordu, “bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek, sabret, kusuruna bakma…”

Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.

Bir gün kalfa “Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen, hissen ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle duruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”

Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu halde müddeti hayatında haset denen fenalığı hissetmemiş olan Leyla temiz bir vicdanla bu sözlerin gerçekliğine ihtimal vermeyerek dinliyordu.

* * *

Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Pederi ansızın sekteyikalpten26 ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir olmuştu. Leyla, hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce, anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.

Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.

Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “İrade-i seniyye27 ile İstanbul’a gidiyoruz,” dedi. Bu müjde konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnundu, Leyla ise İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içindeydi. Zira Rahmi Bey, Sultan Hamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler meyanında28 bulunan ekâbirdendi.29 Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuruyla hareket olundu.

Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un validesi Süreyya Hanımefendi’den başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayattayken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten servetin mecmuu30 tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayatta bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek, çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.

Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu halde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metin tahsille yetiştirmişti.

Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam, bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder, aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.

Kendisi, aşkı ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir nebatla31 bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.

Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşamasından ve muhabbete bu derece hürmetkâr olmasından son derece memnun olmakla beraber, bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşka nail olamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.

Bu kadının en büyük kusuru ve en çirkin ahlakı kibirli olmasıydı; hemen hemen, kendinden aşağı olanlarla lakırdıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkiini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun validesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun mütehakkim32 ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.

Bu akşam Feridun, elinde bir telgrafla geldi.

“Anne,” dedi, “müjde; amcam geliyor.”

Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirmişti.

1.Artık az kullanılan, hiç kullanılmayan ya da zamanla anlamı değişen kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarını dipnot olarak ekledik. Bu kelimeleri, kitabın en sonunda alfabetik olarak listelenmiş şekilde bulabilirsiniz. (e.n.)
2.Üzgün, umutsuz, karamsar.
3.Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü.
4.Güçsüzlük.
5.Bakış.
6.Gerçi.
7.En çoğu, çoğu kez.
8.Tamamlamak, bitirmek.
9.Üzüntü.
10.Belirmek, oluşmak.
11.Huy ve ahlak bakımından yüksek niteliklere sahip.
12.Doğuştan.
13.Eğilim, uygunluk.
14.Ulaşmak.
15.Acı, sıkıntı, azap çeken.
16.Sonradan ortaya çıkmak.
17.Önsöz, başlangıç.
18.Orantılı.
19.Etkili.
20.Terk edilme.
21.Küçümseme, hor görme.
22.Sıkıntı ya da acı veren.
23.Tutulan yol, davranış, tutum.
24.Üzgün, esef eden.
25.Yakalanmış, uğramış.
26.Kalbin durması.
27.Padişah emri.
28.Arasında.
29.Büyükler, devlet büyükleri.
30.Bir araya getirilmiş, bütün, hep.
31.Bitki.
32.Hâkim olan, hükmeden.

Darmowy fragment się skończył.

6,03 zł