Czytaj książkę: «Madam Bovary»
1. Bölüm
1
Biz dersteyken müdür içeri girdi. Arkasında şehir kıyafetli bir öğrenci ile sırtında koca bir sıra taşıyan sınıf hademesi vardı. Uyuklayanlar hemen uyandılar. Hepimiz güya dersimizi bırakarak ayağa kalktık.
Müdür, yerimize oturmamızı işaret ettikten sonra gözetmene dönerek yavaşça:
“Mösyö Roger…” dedi. “İşte size tavsiye ettiğim yeni öğrenci. Şimdilik beşinci sınıfa1 gidecek. Fakat çalışır ve uslu durursa yaşına uygun daha büyük sınıflara da geçer.”
Kapı arkasında göze çarpmayacak bir köşede kalan bu yeni öğrenci aşağı yukarı on beş yaşlarında ve hepimizden de uzun boylu bir taşra çocuğuydu. Bir köy papazı gibi saçları alnının üstünde dikine kesilmişti. Ağırbaşlı ve çok sıkılgan görünüyordu.
Omuzları geniş olmamakla beraber koltuklarını sıkacak gibi görünen siyah düğmeli yeşil ceketinin kollarından, her zaman çıplak durmaya alışık olduğu anlaşılan kızarmış bilekleri görünüyordu. As kısı pek gergindi ve sarımtırak kısa pantolonundan, mavi çoraplı bacakları meydana çıkıyordu. Ayaklarında kötü boyanmış, çivili ve sağlam ayakkabılar vardı.
Dersler ezbere okunmaya başlandı. O, kilisede vaaz dinler gibi, cankulağı ile ayak ayak üstüne oturmaya cesaret edemeyerek hatta dirseklerini sıraya dayamadan bunları dinledi. Öyle dalmıştı ki saat ikide zil çaldığı vakit öğretmen, bizim gibi onun da kalkıp sıraya dizilmesini söylemeye mecbur kaldı.
Biz dersliğe girdiğimizde ellerimiz serbest kalsın diye kapıdan içeri ayağımızı atar atmaz kasketlerimizi sıranın altına doğru fırlatırdık. Bu, bir âdet olmuştu. Kasketler ortalığı toza boğarak duvarın dibine kadar giderdi. Usulü böyleydi.
Fakat bu manevraya dikkat mi etmemişti, yoksa herkesin yaptığını yapmaya cesaret mi edemedi, sabah duası bittiği hâlde “yeni gelen”in kasketi hâlâ dizlerinin üstünde duruyordu. Bu kasket hiçbir şeye benzemeyen yahut her şeye benzeyen, acayip bir şeydi: İkinci imparatorluk devrinde mızraklı süvarilerin giydiği Leh başlığı, tüylü, külah şeklinde, yuvarlak şapka, su samurundan yapılmış kasket ve pamuk takke… Yani bunların hepsinden oluşmuş zavallı bir şey, sessiz çirkinliği, bir aptal yüzü gibi, derin bir ifade taşır. Yumurta biçiminde ve balenlerle şişirilmiş olan bu kasket önce üç sarmal tel ile çepeçevre sarıldıktan sonra sıra başka şeylere geliyordu: Kırmızı şeritlerle ayrılmış baklava biçimi kadifeden ve tavşan tüyünden parçalar, sonra tepesinde mukavva bir poligon taşıyan torba gibi bir şey ki üzerinde karışık işlemeler ve ucunda püskül gibi sarkan ince sırma tellere bağlı ufak bir istavroz… Bu kasket yeniydi; önündeki siperi parlıyordu.
Öğretmen, çocuğa:
“Ayağa kalkın!” dedi.
Çocuk kalkınca kasketi yere düştü. Bütün sınıf gülmeye başladı. Eğilip kasketini aldı. Fakat yanındaki çocuk dirsekle onu gene düşürdü. Çocuk tekrar eğilerek kasketini eline aldı.
Sınıfta bir gülüşmedir gidiyordu. Zavallı çocuk fena hâlde bozuldu. Ne yapmalıydı? Kasketini elinde mi tutmalı, yere mi bırakmalı yoksa başına mı geçirmeliydi? Yerine oturduğunda kasketini gene dizlerinin üstüne koydu.
Öğretmen tekrar etti:
“Ayağa kalkın ve bana adınızı söyleyin!”
Yeni gelen, çabuk ve anlaşılmaz bir surette bir isim söyledi.
“Anlamadım, bir daha söyleyin!”
Sınıfın yuhalamaya benzeyen gürültüleri arasında aynı çabuk ve anlaşılmaz heceler bir daha söylendi.
Öğretmen bağırdı:
“Ne diyorsunuz, anlamıyorum. Daha yüksek, daha açık!”
O zaman yeni gelen büyük kararını verdi. Ağzını alabildiğine açarak birini çağırır gibi, bol bir nefesle şu kelimeyi haykırdı!
“Charles Bovary!”
Sınıfta büyük bir gürültü koptu. Islık gibi keskin seslerle gürültü gittikçe büyüyordu. Ulumalar, havlamalar, tepinmeler arasında “Charles Bovary, Charles Bovary” ismi tekrarlandı. Sonra gürültü değişik tonlara ayrılarak yuvarlandı ve gitgide zoraki durulmakla beraber arada bir sıralardan birinde gene patlak vererek hızını alamamış kestane fişeği gibi şurada burada, kısılmak istenen kahkahalar hâlinde boşalmaktan geri kalmadı.
Bununla beraber dolu gibi yağan cezalar, ezber ve yazı cezaları yavaş yavaş gürültünün önünü aldı. Öğretmen, çocuğun ismini Charles Bovary diye kendisine yazdırarak ve hecelettirerek tekrarlattı. Sonra zavallı çocuğa kürsünün dibindeki tembeller sırasına gidip oturması için emir verdi. Çocuk gitmek için kımıldandı fakat birden durdu. Bir şey arıyordu.
Öğretmen sordu:
“Ne arıyorsunuz?”
Yeni gelen etrafına kaygıyla bakınarak ürkek bir sesle kekeledi:
“Kasketimi…”
“Bütün sınıfa beş yüz satır yazı cezası!”
Öğretmen bunu öfkeli bir sesle yeni bir gürültü kasırgasını önlemek için, tehdit makamında söylemişti. Üzüldüğü ve canı sıkıldığı belliydi. Takkesinin içine bıraktığı mendilini alıp alnını silerek:
“Gürültü etmeyiniz!” dedi. “Size gelince; yeni gelen, siz de gülünç olmak fiilinin Latincesini bana yirmi kere çekimleyip vereceksiniz.”
Sonra, daha yumuşak bir sesle ilave etti:
“Oo! Merak etmeyiniz! Kasketinizi bulursunuz… Çalındı sanmayın… Kimse almaz!”
Artık sınıf durgunlaşmıştı. Başlar kartonlar üzerine eğildi. Yeni gelen, iki saat hiç kıpırdamadan başkalarına örnek olacak bir uslulukla durdu. Gerçi ara sıra çiğnenmiş bir kâğıt gelip suratına yapışmıyor değildi. Fakat o, eliyle yüzünü silerek gene gözleri yerde kımıldamadan duruyordu.
Akşam derslikte, sırasından kolluklarını çıkardı. Küçük eşyasını düzeltti. Kâğıdını önemle çizdi. Her kelimeyi sözlükte arayarak ve çok emek harcayarak candan çalıştığını görüyorduk. Şüphesiz, gösterdiği bu irade kuvveti sayesinde daha aşağı sınıfa alınmaktan kurtuldu. Yoksa giderdi. Çünkü dilbilgisi kurallarını şöyle böyle biliyordu ama ifadesinde pek o kadar kıvraklık yoktu. Ailesi ekonomik sebeplerle koleje mümkün olduğu kadar geç gönderdiği için, onu Latinceye, köyünün papazı başlatmıştı.
Babası, Mösyö Charles Denis Bartholomé Bovary, eskiden başcerrah asistanıyken 1812’ye doğru askere alma işlerinde lekelenerek o tarihte hizmetinden çekilmeye mecbur olmuştu. Gösterişli olduğu için o sırada bir tesadüfle karşısına çıkan ve çalımına âşık olan bir kızın, bir tüccar kızının altmış bin franklık çeyizini ele geçirdi. Bu yakışıklı ve palavracı delikanlı, iki taraftan bıyıklarına karışan favorileri, parlak renkli elbiseleri, yüzük dolu parmakları ve inadına şakırdattığı mahmuzlarıyla bir babayiğit tavrı gösteriyor ve üstelik buna bir tüccar komisyoncusu gevezeliğini ilave ediyordu. Evlendikten sonra iki üç yıl karısının parasıyla adamakıllı yaşadı. İyi yiyor, geç kalkıyor; büyük porselen pipolar kullanıyor, geceleri kahvelere devam ediyor ve ancak tiyatrodan sonra eve geliyordu. Kaynatası öldü ve ardında pek az şey bıraktı. Bundan üzüntü duyan Charles, fabrika işine girdi. Orada biraz para kaybetti. Sonra bir kenara çekildi. İşi çiftçiliğe döktü. Fakat bezden, basmadan anlamadığı kadar toprak işinden de çakmadığı için çok geçmedi, dama dedi. Hayvanları çifte süreceğine kendi biniyor, şişelerle elma şarabını satacağına kendi içiyor, kümesin en besili tavuklarını kendi yiyor, av çizmelerini domuzlarının yağıyla yumuşatıyordu. Baktı ki olmayacak, bu işi de yüzüstü bıraktı.
O zaman yıllığı iki yüz franga yarı çiftlik, yarı çiftçi evi olmak üzere Pikardi ve Ko sınırında bir köy evinde küskün, umutsuz, Tanrı’ya atıp tutarak, herkesi kıskanarak dediğine göre, insanlardan kaçarak başını dinlemek için kırk beşinden sonra dünyadan elini eteğini çekti ve orada kapandı kaldı.
Karısı önce, onun için, deli divane olmuştu. Kocasını çok seven ve onun için saçını süpürge eden bu kadıncağız, ne çare ki o nispette kocasını kendinden uzaklaştırıyordu. Kendi de vaktiyle şen, şuh ve kocasına tam gönüllüyken yaşlandıkça “sirkeye dönen bozulmuş bir şarap gibi” titiz, yaygaracı ve sinirli olmuştu. Önce şikâyetsiz neler çekti! Kocası köyün bütün şıllıklarının arkasından koştuktan sonra gece gittiği kötü evlerden içki kokarak bitkin bir hâlde gelir, yatağa düşerdi. Nihayet kadınlık gururu isyan etti. Fakat kuduran bütün öfkelerini yutarak son nefesine kadar sessiz bir stoisism içinde saklanmaya muvaffak oldu. O, durup dinlenmeden bütün işlerin arkasına düşer, vekillerini görür, reisin yanına çıkar, senetlerin vadesini aklında tutar, uğraşır mühlet alır; sonra evde dikiş diker, çamaşır yıkar, ütü yapar, işçilere gözcülük eder, onların haftalıklarını verir. Kadın böyle meşgulken erkek ne yapar mı diyeceksiniz? O, somurtkan bir uyuşukluk içindedir. Bu uyuşukluktan ancak tatsız bir sözle karısının kalbini kırmak için ayrılır. Karısının kalbini kırmak ve ocak başında öksürüp yere tükürmek için…
Kadın bir oğlan çocuk doğurdu. Çocuğu dışarıda bir sütnineye verdiler. Çocuk eve geldiği vakit bir prens gibi şımartıldı. Anası onu reçelle besliyor, baba yalın ayak başı kabak onu salıverdikten sonra, işi filozofluğa vurmak için, hayvan yavruları gibi çırılçıplak da koşup oynayabileceğini söylüyordu. Ana sevgisinin yumuşaklığına zıt olarak onun kafasında bir erkek çocuk ideali yaşıyordu. Bu ideale göre oğlunun gürbüz yetişmesi için ona sert bir Isparta terbiyesi vermeye çalışıyordu. Onu soğuk odada yatırır, ona bardakla rom içmeyi ve papaz ayinlerini hiçe saymayı öğretirdi. Fakat yaradılışından sessiz olan küçük, babasının bu gayretlerini boşa çıkarıyordu. Anası onu kendi arkasından sürükler, ona kartonları kesip oyuncaklar yapar, masal okur, hep kendi konuşur, ona dinletir ve bu hâl melankolik bir neşe ve geveze bir şaklabanlık, sonsuz bir monolog şeklini alırdı. Kendisi dünyadan el etek çektiği için bütün dağınık ve kırık emellerini bu küçük başa aşıladı. Oğluna yüksek mevkiler hayal eder, onu kâh yollar, köprüler mühendisi; kâh da yüksek bir adliyeci, bir hâkim olarak düşünürdü. Ona okumayı öğretmenin dışında eski piyanosunda bir iki şarkı bile belletmişti. Bütün bu işlere karşı, edebiyata pek metelik vermeyen Mösyö Bovary, “Boşuna uğraşma, değmez!” derdi. Onu hükûmet mekteplerinde okutacak parayı nereden bulacaklardı? Sonra bir memurluk almak yahut ticaret için icap eden sermayeyi bulmak mümkün müydü? Zaten atılgan bir adam, hayatta her zaman muvaffak olmuyor mu? Madam Bovary o zaman dudaklarını ısırır, çocuk da köyde başıboş dolaşırken çiftçilerin arkasından gider, yerden aldığı toprak topaklarıyla kargaları kaçırırdı. Hendek boyunca sıralanmış dutlardan yer, elindeki yemiş sırığı ile hindi çobanlığı eder, mahsul zamanı çayır otunu çevirip kurutur, ormana dalar, yağmurlu günlerde kilisenin avlusunda kaydırak oynardı. Büyük yortularda kilisenin çanını çalmak ve bütün vücuduyla çanın ipine asılarak sanki oradan iple beraber uçacakmış gibi bir şeyler duymak için zangoca, kilise hizmetçisine yalvarırdı.
Onun için, meşe gibi büyüdü, pazıları şişti ve rengi güzelleşti.
***
On iki yaşına geldiğinde annesi onu okutma müsaadesini aldı. Bu işi köy papazına yüklediler. Fakat dersler o kadar kısa ve öyle devamsızdı ki bir işe yaramıyordu. Papaz onu baştan savma, öyle şıpın işi ayakta bir cenaze ayini ile bir vaftiz merasimi arasında boş kalan zamanda okutuverirdi. Yahut kendi çıkamayacaksa, Anjelüs duasından sonra öğrencisine haber gönderirdi. Odasına çıkar, yerlerine otururlardı. Hava sıcaktır. Küçük sinekler ve pervaneler mumun etrafında dolaşırken çocuk kendinden geçer, uyuklamaya başlar, zavallı papazcık da elleri karnının üstünde, ağzı açık horlamakta gecikmezdi. Bazen de civarda bir hastaya şaraplı ekmek vermekten döndüğünde, bakardı ki Charles kırlarda haytalık ediyor; o zaman onu çağırır, bir çeyrek saat nasihatle kafasını şişirdikten sonra, bir ağaç altında ona bir fiil tasrif ettirmek için fırsat bulurdu. Derken yağmur yağar ya da oradan geçen bir tanıdık bu işe engel olurdu. Bununla beraber köy papazı öğrencisinden her zaman memnundu. Hatta delikanlının hafızasının kuvvetli olduğunu söylediği de olurdu.
Ne olursa olsun Charles’ın tahsili bu derecede kalamazdı. Madam üsteledi, sözünden dönmedi. İşlerin gidişinden mahcup görünen, daha doğrusu usanç getiren Mösyö, bir direnç göstermedi. Öyleyken, yine de çocuğun liseye başlaması için bir yıl daha beklediler.
Altı ay geçti ve ertesi yıl Charles, Ruan Kolejine yazdırıldı. Babası onu mektebe ekimin sonlarına doğru, Saint Romain fuarının açılışı zamanında, kendi eliyle götürüp yerleştirdi.
Şimdi hiçbirimiz mümkün değil, onun eski hâlini hatırlayamayız. O zamanlar o, uysal, paydos vakitleri oynayan, ders zamanları çalışan, sınıfta ders dinleyen, yatakhanede iyi uyuyan, yemekhanede adamakıllı karnını doyuran bir oğlandı. Velisi, Gantri Sokağı’nda hurda bakır ve demir toptancılarından biriydi. Dükkânını kapadıktan sonra onu ayda bir pazar günü sokağa çıkartır, gemileri seyretsin diye limana kadar gezmeye gönderir, sonra yemekten evvel akşam yediye doğru gene koleje getirirdi. Çocuk her perşembe akşamı annesine uzun bir mektup yazardı. Kırmızı mürekkeple yazılmış ve üç yerinden mühür mumu ile mühürlenmiş bir mektup. Sonra tarih defterlerini gözden geçirir ya da milattan altı asır evvel yaşamış olan Filozof Anakarsis’i okur ve bir türlü bitmeyen bu kitap, dersliğin sıralarından eksik olmazdı. Gezintilerde, kendi gibi bir köylü olan hademe ile konuşurdu. Çalışkanlığı sayesinde sınıfının hep ortalarında idi. Hatta az daha doğabilimden birincilik alıyordu. Fakat henüz üçüncü sınıfı bitirmişti ki ailesi onu kolejden alarak tıp öğrenimine gönderdi. Bakaloryasını kendi kendine yapacağına inanmışlardı.
Anası ona, tanıdığı bir elbise boyacısının Odörobek sahilindeki evinin dördüncü katında bir oda kiraladı. Pansiyon ücreti için anlaştı, iki sandalye, bir masa gibi ufak tefek eşyasını tedarik etti. Kendi evinden eski bir tahta karyola getirtti. Üstelik yavrucağı üşümesin diye bir dökme soba, yetecek kadar da odun aldı. Hafta sonunda onu yalnız bırakarak ve artık kendi başına kalacağı için çok uslu davranmasını bin kere tembihleyerek ayrılıp gitti.
Duvarda okuyacağı derslerin programını gördüğü vakit çocuk sersemledi. Anatomi, patoloji, fizyoloji, eczacılık, kimya, botanik ve klinik tedavi gibi etimolojisini bilmediği birçok isimden başka sağlık ve tıp bilgisi dersleri… Bütün bunlar, esrarlı karanlıklarla dolu mukaddes mihrap kapıları gibi karşısına dikildi.
Derslerden bir şey anlamadı. Ne kadar dikkat etse kavrayamıyordu. Bununla beraber çalışıyordu. Ciltli defterleri vardı. Bütün derslere giriyor, hiçbir viziteyi kaçırmıyordu. Bulundukları yerde dönen, gözleri bağlı bostan beygirleri gibi ne yaptığını bilmeden küçük günlük işini görürdü.
Masraflarında ekonomi olsun diye annesi ona her hafta, bir ema netçi ile fırında pişmiş bir dana budu gönderirdi. Sabahları hastaneden geldiğinde tabanını duvara vura vura ısıtırken bununla kahvaltısını yapardı. Sonra derslere, amfiteatra, sağlık evlerine gitmek ve türlü sokaklardan geçerek eve dönmek lazım gelirdi. Akşam olunca pansiyoner olduğu evin yağsız yemeğini yer, odasına çıkardı ve sırtındaki ıslak elbiseler, kızmış sobasına karşı tüterek kururken o, gene çalışmaya koyulurdu. Güzel yaz akşamları ılık sokakların tenhalaştırdığı ve hizmetçi kızların kapı eşiklerinde top oynadıkları saatlerde o, penceresini açar, dirseğini dayar, dışarıya bakardı. Ruan’ın bu semtini bayağılaşmış bir Venedik hâline getiren ırmak, orada ayağının altında, sarı, menekşe veya mavi sularını, köprüleri ve mazgalları arasından akıtır giderdi. Kıyılarında işçiler çömelip kollarını, yüzlerini yıkarlar; evlerin çatılarından uzanan sırıklarda kurumaya bırakılmış pamuk çileleri görülürdü. Daha sonra, damlardan öteye, kızıl batı güneşini bağrına basan, temiz bir gök alabildiğine açılırdı. Kim bilir şu aşağıları ne hoştur! Orada kayın ağaçlarının altı ne serindir! Ve burnunun deliklerini açar, bulunduğu yere kadar gelemeyen kır kokularını ciğerlerine çekmek isterdi. Süzüldü, zayıfladı, boyu uzadı ve yüzü, görenlerde ilgi uyandıracak kadar hazin bir ifade aldı.
İhmali yüzünden verdiği kararlar birer birer bozuldu. Bir kere hastane vizitesine gitmedi, ertesi gün dersini kaçırdı ve tembelliğin tadını aldığı için bir daha oralara uğramadı.
Meyhaneye dadandı. Dominoya düşkündü. Pis bir umumi salonun mermer masalarından birinin başında o siyah taşları dizmek, hürriyetinin değerli bir alameti gibi, kendisini kendi gözünde büyütüyordu. Bu, ona hayata atılmak ve yasak olan zevkleri tatmaya başlamak nevinden gelir ve elini kapının tokmağına koyduğu vakit âdeta şehvet uyandıran bir heyecan duyardı. O zaman içinde kalan birçok şey meydana çıktı. Şarkılar öğrendi, gelen kızlara okudu, meşhur bestekâr ve şarkıcı Beranje’ye gönül verdi. Punç içmeyi öğrendi ve nihayet aşka düştü.
Bütün bu hazırlık çalışmaları sayesinde sıhhiye memuru hekim sınavını tamamen kaybetti. Köyünde o akşam ailesi başarısını kutlamak için, sabırsızlıkla kendisini bekliyordu.
Köye kadar yaya olarak gitti. Köyden içeri girmeden durdu. Anasına haber gönderdi ve her şeyi olduğu gibi ona anlattı. Kadıncağız haksızlığı sınavı yapanlarda bularak oğlunu mazur gördü ve işi yoluna koyacağını söyleyerek onu teselli etti.
Mösyö Bovary bu gerçekten ancak beş sene sonra haberdar oldu ve bu eskimiş havadisi kolayca hazmetti. Zaten kendi kanından olan bu çocuğun kabiliyetsizliğini kabul edemezdi.
Charles, ileride vereceği yeni bir sınav için, aralıksız, tekrar çalışmaya koyuldu. Bütün soruların cevaplarını peşin peşin ezberledi ve oldukça iyi bir notla sınavda başarılı oldu. Anası için bu ne mutlu bir gündü! Büyük bir ziyafet verildi.
Fakat şimdi sanatını nerede yapacaktı? Tost fena bir yer değil, orada ihtiyar bir hekimden başka kimse yoktu. Madam Bovary ne zamandan beri onun ölümünü gözlüyordu. Ve adamcağız öteki dünyaya göç için hiç de pılıyı pırtıyı toplamak niyetinde değilken Charles, onun yerine gelmiş bir adam gibi, karşısına dikildi.
Fakat yalnız oğlunu yetiştirip tıp öğrenimi gördürmek, Tost’ta ona yer bulmakla iş bitmezdi. Ona bir de eş bulmak lazımdı. Anası bunu da yapmakta gecikmedi. Bin iki yüz lira geliri olan kırk beş yaşlarında bir kadın, Diyepli bir mübaşirin dul kalan karısını buldu.
Kadın çirkindi gerçi, bir çalı demeti gibi kuru ve bir bahar gibi tomurcukluydu. Bununla beraber Madam Dübük’ün talipleri eksik değildi ve kendisi bunlardan herhangi birini seçebilirdi. İsteğini yerine getirmek için Madam Bovary bunların hepsini tüydürmeye mecburdu ve sonunda da başarıya ulaştı. Hatta içlerinde rahiplerin tuttuğu bir domuz kasabının entrikalarını pek ustalıkla boşa çıkardı.
Charles, bu evliliğin ucunda, kendisine gün doğar gibi, daha elverişli bir hayatın doğacağını umuyordu; o zaman daha serbest olacak, şahsına ve parasına hükmü geçebilecekti. Hâlbuki karısı kendi sine hâkim oldu; ona istediğini yaptırıyordu, herkesin yanında şunu söyleyecek, bunu söylemeyecek, her cuma perhize girecek, kendi nasıl uygun görürse kocası öyle giyinecek, vizite parasını vermeyen hastaların da kendi talimatlarına uygun olarak yakalarını bırakmayacaktı. Kadın, doktora gelen mektupları açar, işini kollar ve muayene odasında olduğu vakit bitişik bölmenin arkasından onu dinlerdi.
Her sabah Madam’ın çikolatası önüne gelmeliydi, bitip tükenmeyen işleri vardı. Üstelik durup dinlenmeden boyuna sinirlerinden, göğsünden, kanının bozukluğundan şikâyet ederdi. Ayak patırtısı onu rahatsız eder, başlarını dinlemek için bir tarafa çekilseler ıssızlıktan boğulurdu. Hatırını sormak için yanına mı geldiniz, mutlaka acaba ölüyor mu diye onu görmek içindir. Akşamları Charles eve geldiği vakit o, değnek gibi ince kollarını meydana çıkararak kocasının boynuna dolar ve onu karyolanın kenarına oturtarak derdini dökerdi: “Kocası onu sevmiyormuş, mutlaka başkasını seviyormuş! Ona zaten rahat edemezsin, kocaya varma dememişler miydi!” Böyle sözler söyler, sonunda ondan ferahlık verici bir şurup ve biraz sevgi isterdi.
2
Bir gece saat on bire doğru, tam kapılarının önünde duran bir atın nal sesiyle uyandılar. Hizmetçi kadın tavan arasının ufak penceresini açıp aşağısokaktaki adamla bir şeyler konuştu. Bir adam köy hekimini aramaya gelmişti. Yanında bir mektup vardı. Nastasie titreyerek merdivenden indi, kapının sürmesini çekti. Sonra birer birer kilitleri açtı. Gelen adam, hayvanını bırakarak kadının arkasına düştü, içeri girdi. Gri püsküllü yün kukuletasının içinden beze sarılmış bir mektup çıkararak nezaketle Charles’a uzattı. Charles mektubu okumak için dirseğini yastığa dayadı. Nastasie karyolanın yanında ışık tutuyordu. Madam utandığı için yüzünü sokak tarafına çevirerek arkasını dönmüş, onlara sırtını vermişti.
Mavi bir balmumu ile mühürlenmiş olan bu mektupta Mösyö Bovary, acele, Berto çiftliğine çağrılıyordu. Kırılmış bir bacağın yerine konulmasından bahsediliyordu. Berto ile Tost arası Longvil ile Saint Viktor’dan geçmek üzere ferah ferah altı fersah çekerdi. Ortalık zifirî karanlıktı. Genç Madam Bovary kocasının başına bir kaza gelir diye korkuyordu, bunun için şöyle bir karar verildi; gelen seyis önden gidecek, Charles üç saat sonra ay doğarken yola çıkacak öteden kendisini karşılamaya bir çocuk gönderilecek, çocuk ona çiftlik yolunda kılavuzluk edecek ve önü sıra çit kapılarını açacaktı.
Sabahın saat dördüne doğru Charles, paltosuna iyice bürünerek Berto’ya doğru yola çıktı. Hâlâ uyku sersemiydi. Beygirin muntazam tırısına beşikte sallanır gibi kendini bırakmıştı. Yolların kenarında kazılan, üstünü diken kaplamış oyukların hizasına gelip de hayvan kendiliğinden durduğu vakit Charles sıçrayarak uyandı, hemen aklı kırık bacağa gitti: Kırıklara ait bildiklerini hatırlamaya çalışıyordu. Yaprakları dökülmüş elma dallarında kuşlar, tüyleri sabahın serin rüzgârına karşı yer yer dikilerek hareketsiz duruyor; kırlar, göz alabildiğine dümdüz uzanıp gidiyor ve çiftliklerin etrafında seyrek demetler hâlinde ağaç kümeleri, kasvetli bir gökyüzü tonu ile ufuklara karışan boz rengi kırların üstünde, koyu mor birer leke gibi görünüyordu. Charles zaman zaman gözlerini açıyor, sonra zihin yorgunluğundan uykusu gelerek öyle bir uyuşukluğa düşüyordu ki bu hâlinde yeni izlenimleri eski hatıralarına karışarak kendinde bir ikilik buluyor; bir karyolasında kendini uzanmış evli bir adam gibi görürken, bir, eskiden olduğu gibi, hariciye koğuşunda ameliyatlılar arasından geçen tıbbiye öğrencisi oluyor ve kafasında lapaların sıcak kokusuna, çiylerin yeşil kokusu karışıyordu. Derken yattıkları karyolanın perdeleri çekilirken halkalarının çıkardığı sesi ve karısının uyuduğunu duyuyordu… Vasonvil’den geçerken hendeğin kenarında, çimenlere oturmuş bir oğlan çocuğu gördü.
“Hekim siz misiniz?”
Bu sualin müspet cevabını alması üzerine çocuk, takunyalarını eline alarak önden koşmaya başladı.
Yolda giderken köy hekimi, kılavuzunun sözlerinden anladı ki Mösyö Ruolt hâli vakti yerinde bir çiftçiydi. Bir gün evvel akşamüstü, bir komşusunda eğlenip vakit geçirdikten sonra evine gelirken nasılsa düşmüş, bacağı kırılmış. Karısı iki yıl evvel öldüğü için evi çekip çeviren bir tanecik kızından başka da kimsesi yokmuş.
Yollarda araba tekerlekleri izlerinin daha derinleştiği görülüyordu: Berto’ya yaklaşmışlardı. Küçük oğlan bir çitin deliğinden girip kayboldu. Sonra gene gelerek bir avlunun tahta havaleye benzeyen kapısını açtı.
Hayvanın ayakları ıslak otların üstünde kayıyor, Charles, dalların altından geçerken başını eğiyordu. Çoban köpekleri kulübelerinde zincirlerini gererek havlıyorlardı.
Berto’ya girdiği vakit atı ürktü ve geriye doğru büyük bir hamle yaptı.
Burası görünüşü güzel bir çiftlikti. Ahır kapılarının açık üstünden içeride iri çift atlarının yeni yemliklerinde rahat rahat yemlendikleri görülüyordu. Binaların hizasında boydan boya dumanı tüten geniş bir gübre tarlası vardı. Üstünde eşelenen tavuklar, hindiler arasında, Normandiya kümeslerinin ziyneti olan beş altı tavus azametle boy gösteriyordu. Koyun ağılı uzun, samanlığı yüksek ve duvarları el ayası gibi düzdü. Hangarın altında iki büyük çift tekerlekli yük arabası ile dört saban duruyordu. Bunların kamçıları, boyundurukları, tam takımları beraberdi. Boyundurukların mavi renkteki yünü, zahire ambarlarından inen ince toz yağmuruyla kirli bir renk almıştı. Avlu yamaç hâlinde meyilli ve ağaçlarının uzaklıkları karşılıklıydı. Ötede durgun su etrafındaki kaz sürüsünün şakrak sesleri ortalığı çınlatıyordu.
Merinos yününden üç volanlı mavi bir rop giymiş genç bir kadın Mösyö Bovary’yi karşılamak için kapıya geldi. Ve onu içeri, mutfağa aldı. Mutfakta alevli büyük bir ateş vardı. Etrafında boy boy ufak tencerelerde evdekilerin öğle yemeği pişiyordu. Şöminede kuruyan ıslak elbiseler vardı. Hepsi büyük mikyasta yapılmış ateş küreği ile maşanın ve körüğün sivri ucu, bir çelik parıltısıyla ışıldarken duvarlarda asılı duran mutfak takımları üzerinde bir taraftan ocağın alevi, bir taraftan güneşin pencerelere gelen ilk ışıkları türlü yankılar yapıyordu.
Charles birinci kata çıktı. Hasta orada karyolasında, takkesini bir tarafa fırlatmış, yorganlarının altında ter döküyordu. Bu, elli yaşlarında, beyaz tenli, mavi gözlü, başının ön tarafı dızlak, ufak tefek bir adamdı. Yanı başında bir iskemlenin üstünde koca bir şişe içki duruyordu. Ara sıra bu içkiden bir kadeh atarak ondan cüret alacağını umarken doktoru görünce birden süngüsü düştü ve on iki saatten beri ağzına geleni etrafındakilere savururken şimdi hazin hazin inlemeye başladı.
Mesele, hiç komplikasyon göstermeyen adi bir kırıktan ibaretti. Charles için bundan iyisi can sağlığıydı. İşin kolaylığından memnun olarak hocalarından gördüğü gibi hastanın umut ve cesaretini artıracak güzel sözler söylemeye ve neşterleri yağlamak kabilinden cerrah komplimanları yapmaya başladı. Kırık tahtası yerine kullanılmak için arabalıktan birkaç lata getirdiler. Charles bunlardan birini seçti; parçalara ayırdı ve bir cam kırığıyla rendelemeye başladı. Bir taraftan hizmetçi kız sargı yapmak için çarşafları yırtıyor, Matmazel Emma küçük yastıklar dikmek için didiniyordu; iğne kutusunu bulmakta geciktiği için babası hırçınlaştı. Kızın hiç sesi çıkmıyordu; fakat dikerken iğneyi eline batırıyor, sonra da parmağını ağzına götürüp emiyordu.
Charles, tırnaklarının beyazlığına hayran oldu. Parlak, uçları ince olan bu tırnaklar Diyep fil dişlerinden daha temiz ve badem biçiminde kesilmişlerdi. Bununla beraber el güzel değildi. Belki de kâfi derecede soluk olmadığı ve mafsal kemikleri biraz kuru olduğu için o el pek uzun görünüyor ve konturları yumuşak bükülmeli hatlar göstermiyordu. En güzel yeri gözleriydi. Hakikatte koyu ela olduğu hâlde kirpikleri onu kara gözlü gibi gösteriyor ve bakışları saf bir cüretle açıktan açığa sizi buluyordu.
Pansuman yapılıp bittikten sonra Mösyö Ruolt, gitmeden ufak bir kahvaltı almasını, hekimden rica etti.
Charles yer katındaki odaya indiği vakit orada büyük bir karyolanın yanı başına konmuş küçük bir masada gümüş bardaklarıyla iki kişilik bir sofra gördü. Karyolanın cibinliği üstüne Türkleri tasvir eden bir alaca2 geçirilmişti. Pencereye karşı gelen yüksek meşe dolaptan yeni yıkanmış çamaşır kokusu geliyordu. İris çiçeği kokusuy la karışık nemli çarşaf kokusu… Yerde, odanın köşelerinde, dikine konmuş buğday çuvalları duruyordu. Bunlar odaya bitişik üç ayak taş merdivenle çıkılan zahire ambarına fazla gelen çuvallardı. Süs namına ortada, kara kalemle yapılmış tek bir baş vardı. Yaldızlı çerçevesiyle yeşil boyalarının altından sıvaları sırıtan duvarın ortasına asılmış, mitolojinin akıl ve hüner ilahesi farz olunan bu baş, Minerva’nın başından başka bir şey değildi. Bu resmin altında gotik harflerle “Sevgili babama” diye bir yazı vardı.
Önce hastadan sonra hayvanlardan bahsedildi. Kışın şiddetli geçtiği, geceleri kurtların tarlalarda gezindikleri söylendi. Matmazel Ruolt’u artık bu köy hayatı eğlendirmez olmuştu. Hele bütün çiftlik işlerinin hemen hemen yalnız kendi omuzlarına yüklendiği şu son zamanlarda! Oda soğuk olduğu için kahvaltı ederken kız titriyordu. Söz söylemediği vakit ısırır gibi içeri çektiği etli dudakları bu sebeple biraz meydana çıkmıştı.
Beyaz devrik bir yakadan gerdanı görünüyor, iki örgüye ayrılan düz ve parlak saçlarının her örgüsü yelpaze şeklini alıyordu. Bu saçlar, başın şekline göre hafif bir bükülme yaparak ince bir çizgi ile ikiye ayrıldıktan sonra şakaklara doğru dalgalanarak ve ancak kulak memelerini meydanda bırakarak bol bir şinyon hâlinde arkada birbirine karışıyordu. Köy hekimi böyle bir manzaraya ömründe ilk defa olarak dikkat etmiş bulunuyordu. Kızın gül gibi pembe yanakları vardı. Bir erkek gibi, korsajının iki düğmesine iliştirilmiş, bir bağda tek gözlük taşıyordu.
Charles, giderayak vedalaşmak için Baba Ruolt’un yanına çıktı. Tekrar indiği zaman genç kızı pencereden bahçeye bakar bir hâlde buldu. Orada alnını cama dayamış, rüzgârın devirdiği fasulye sırıklarına bakıyordu. Ayak sesini duyunca kız başını çevirdi:
“Bir şey mi unuttunuz?”
“Kırbacımı, lütfen…”
Derken arayan gözlerle karyolanın üstüne, kapıların arkasına, sandalyelerin altına bakınıyordu. Kırbaç duvarla çuvalların arasından yere kaymıştı. O sırada Matmazel Emma’nın gözüne iliştiği için buğday çuvallarının üstüne abanarak yere uzanmaya çalışıyordu. Beri tarafta durup beklemenin uygunsuz olacağını farkeden Charles, aynı hareketle kırbacını kendi almak gayretine düştü ve bunun tabii bir neticesi olarak göğsü genç kızın sırtına temas etti. Genç kız kızararak doğruldu. Öküz sinirinden yapılmış kırbacı hekime uzatırken omzunun üstünden ona bir göz attı.
Charles, Berto’ya önceden dediği gibi, üç gün sonra geleceğine, hemen ertesi gün geldi. Sonra hiç sektirmeden haftada iki kere devamlı oraya gitmeye başladı; arada bir yanlışlıkla olmuş gibi program harici geldikleri de başka…
Zaten işler de hep yolunda gitti. Hasta usule uygun olarak iyileşti ve kırk altı gün sonra Baba Ruolt virane evinde tek başına yürümeyi denediği vakit Mösyö Bovary’nin çok usta bir hekim olduğu kanaati de kafasında iyice yerleşmiş bulunuyordu. Baba Ruolt kendisine İveto gibi bir kasabanın, hatta Ruan gibi büyük bir şehrin en ileri gelen doktorları da bakmış olsa bundan daha iyi olamayacağını söylüyordu.
Charles’a gelince… O niçin Berto’ya bu kadar istekle gelmekte olduğunu bir kere bile kendine sorup araştırmadı. Belki de bu gayretin sebebinin, durumun vahim oluşundan ileri gelmekte olduğunu düşünüyor yahut umduğu maddi fayda bunda etken oluyordu. Bununla beraber hayatını dolduran zavallı meşguliyetler arasında çiftlik ziyaretlerinin müstesna bir zevk olması bundan mı ileri geliyordu? Ziyaret günleri erkenden kalkar, atını dörtnala sürer, sonra yaklaşınca iner, otların üstünde ayaklarını temizler, çiftliğe girmeden siyah eldivenlerini takmayı unutmazdı. Kendini avluda bulmaktan, tahta havale kapıyı omuzlayıp açmaktan, duvarın üstünde bir horozun ötmesinden hoşlanır, çocukların gelip kendisini karşılamalarından ayrıca zevk alırdı. Ambarları, ahırları, “kurtarıcım” diye arkasını okşayan Baba Ruolt’u seviyordu. Mutfağın temiz taş döşemesi üstünde Matmazel Emma’nın yüksek ökçeli tahta kunduralarını ve o önde yürürken o tahta ökçelerin temasından çıkan kuru sesleri seviyordu.