Czytaj książkę: «İbrani Masalları»

Czcionka:

Kartalların Sarayı

Güneş’in Doğduğu Ülke’nin doğusunda, gündüzlerinin tamamını ve gecelerinin yarısını zevki sefa içinde geçiren bir kral yaşardı. Krallığı, o zamanların irfanına göre dünyanın kıyısında yer almakta olup neredeyse tamamen sularla çevriliydi. Kayalardan oluşan bir engel, ülkeyi dünyanın geri kalanından tecrit ediyordu. Ama bu engelin ötesinde ne olduğu kimsenin umurunda değil gibiydi. Aslına bakılırsa, bu krallıkta kimsenin bir şeyi umursadığı yoktu.

Halkın büyük bölümü kralı örnek alarak geleceğe dair hiç kafa yormaksızın aylak ve tasasız bir yaşam sürüyordu. Kral, tebaasını yönetme işini büyük bir karın ağrısı olarak görmekteydi. Halkın refahı hususunda önerilerle canının sıkılmasını istemiyordu. İmzalaması için danışmanları tarafından getirilen belgeleri okumuyordu bile. Bu belgeler ticaret kanunları ve kamuyla ilgili meseleler yerine Ay’daki okul yönetmeliğinden bile söz ediyor olabilirdi. Hiç umurunda değildi.

“Rahatsız etmeyin beni,” derdi her defasında. “Sizler benim danışmanlarım ve memurlarımsınız. Nasıl biliyorsanız öyle halledin işleri.”

Sonra en sevdiği eğlenceye, yani avlanmaya giderdi.

Toprak bereketliydi. Gelecek yıllardan birinde kötü hava koşullarının ekinleri etkileyerek tahıl kıtlığına yol açabileceği kimsenin aklından dahi geçmiyordu. Tedbir alıp buğday stoklamamışlardı. Bu yüzden, bir yaz mevsimi yağmurlar kesilince ve tarlalar kuruyunca ardından gelen kış aylarına sefalet damga vuracaktı. Krallık şimdi kıtlıkla karşı karşıyaydı ve halk bu durumdan hiç memnun değildi. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Krala başvurdularsa da onlara yardım edemeyecekti. Hakikaten söz konusu sorunun vahametini anlayamamıştı. Durumu çok hafife alarak geçiştirdi.

“Ben kudretli bir avcıyım,” dedi. “Dilediğim zaman ava çıkarak herkese yetecek miktarda yiyecek sağlayabilirim.”

Ne var ki kuraklık, çayırları ve ağaçları kurutmuştu. Bu yiyeceklerin kıtlığı ise hayvan sayısında büyük bir azalmaya yol açmıştı. Kral, ormanlarda hiç geyik ve kuş kalmadığını gördü. Buna rağmen durumun ciddiyetini kavrayabilmiş değildi. Birden, son derece parlak olduğunu düşündüğü bir fikir geldi aklına.

“Kayalık tepelerin ardındaki bilinmeyen bölgeyi keşfe çıkacağım,” dedi. “Muhakkak ki orada bereketli topraklar bulacağım. En azından iyi avlanacağım, hoş bir macera olacak,” diye ekledi.

Bunun üzerine, büyük bir keşif gezisi için hazırlık yapıldı. Kral ve av arkadaşları kayalıkları aşmak için bir patika aramaya koyuldular. Bu pek zor bir iş değildi. Üçüncü gün engelin zirvesini oluşturan dik kayalık ve tepelerin arasında bir geçit keşfettiler. Böylece Kral kayalıkların ardındaki toprakları gördü.

Kocaman ağaçların oluşturduğu bir orman halinde göz alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız, güzel topraklardı bunlar. Avcılar dikkatli bir şekilde kayalık engelin diğer tarafından inip bu bilinmeyen ülkeye girdiler.

Burada kimse yaşamıyor gibiydi. Avlanabilecek hayvanlardan veya kuşlardan da eser yoktu. Ormanın sükûnetini bozan hiçbir ses işitilmiyor, ayak izleri de gözükmüyordu. Avcıların görebildiği kadarıyla bu bölgeye daha önce kimse ayak basmamıştı. Tabiat dahi uykuda gibiydi. Ağaçların hepsi yaşlıydı; gövdeleri olağanüstü şekillere dönüşerek yamulmuş, yapraklarıysa sanki büyümeleri yıllar evvel durmuş gibi kuruyup sararmıştı.

Ormanın içinden geçmek epey ürkütücüydü. Avcılar tek sıra halinde yürüyordu ve bu durum, yaşadıkları bu tuhaf deneyimin etkisini artırıyordu. Neyse ki bütün bu değişiklik Kral’ın hoşuna gitmişti. Bu yüzden dört gün boyunca yola devam etti.

Sonra orman birden sona erdi. Kâşifler kocaman bir düzlükte buldular kendilerini. Ortasından nehir geçen bir çöldü burası. Uzaklarda düzgün biçimli kayalarla örtülü bir dağ yükseliyordu. Her halükârda bunlar kayaya benziyordu fakat mesafe çok fazla olduğundan kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildi.

“Su, burada hayat olduğuna dair bir işarettir,” dedi Vezir.

Bunun üzerine Kral, dağa kadar gitmeye karar verdi. Nehirde yürüyerek geçebilecekleri sığ bir yer buldular. Karşıya geçince dağı kaplayan kayaları daha iyi görebildiler. Bunlar sıradan kayalar olamayacak kadar düzgün biçimliydi. Daha çok yaklaşınca Kral dağın zirvesinde devasa bir binanın bulunduğundan emin oldu. İyice yaklaştıklarında artık şüpheleri kalmamıştı: Zirvede ya bir şehir ya da bir saray vardı. Ertesi gün oraya çıkmaya karar verdiler.

Gece boyunca hiç ses işitilmedi ama sabahleyin dağa ulaşan bir patika keşfettiklerinde herkes çok şaşırmıştı. Bu patika yabani otlar, yosunlar ve dağınık sarmaşıklarla kaplıydı. Öyle ki uzun zamandır kullanılmamış olduğu belli oluyordu. Yukarı tırmanış da benzer şekilde güçtü ama yolun yarısında keşfin başlangıcında fark edilmiş olan yaşama dair ilk işaret gözüktü.

Bu bir kartaldı. Aniden dağın tepesinden aşağı doğru uçup çığlık ata ata avcıların başında dönmeye başladı ama onlara saldırmaya kalkmadı.

Nihayet zirveye ulaştılar. Çok geniş ve düz bir platoydu burası. Neredeyse tamamı, kocaman duvarlar ve muazzam kulelerden oluşan devasa bir binayla kaplıydı.

“Bu büyük bir hükümdarın sarayı,” dedi Kral.

Ancak hiçbir yerde bir giriş kapısı gözükmüyordu. Günün geri kalanını binanın çevresini dolaşarak geçirdilerse de ne bir kapı veya pencere ne de bir aralık bulabildiler. Ertesi sabah içeri girebilmek için daha ciddi bir çaba göstermeye karar verdiler.

Ne var ki daha büyük bir muammayla karşılaşacaklardı. Sonunda grubun en atılgan adamlarından biri en küçük kulelerden birinde bir kartal yuvası keşfetti. Büyük bir güçlükle kuşu yakalayarak Kral’a getirdi. Majesteleri adamlarından biri olan ve kuş dillerini bilen Muflog’a kartalla konuşmasını emretti. Muflog da böyle yaptı.

Kartal sert ve çatlak bir sesle cevap verdi: “Ben küçük bir kuşum, henüz yedi yüz yaşındayım. Hiçbir şey bilmiyorum. Benim yaşadığımdan daha yüksek bir kulede babamın kartal yuvası bulunur. O size bilgi verebilir belki.”

Başka bir şey söyleyemedi. Yapılacak tek şey yüksek kuleye çıkıp baba kartala sormaktı. Böyle yaptılar. Kuş cevap verdi:

“Bundan da yüksek bir kulede benim babam, ondan da büyük bir kulede ise büyükbabam yaşar. Büyükbabam iki bin yaşındadır. O bir şey biliyor olabilir. Ben hiçbir şey bilmiyorum.”

Epey zorluktan sonra en yüksek tepeye ulaştılar ve o saygıdeğer kuşu buldular. Uyuyor gibi gözüküyordu. Onu ancak tatlı sözler söyleyip epey dil döktükten sonra uyandırabileceklerdi. Kuş, ihtiyatla avcıları inceledikten sonra konuştu:

“Bir bakayım, bir düşüneyim,” diye mırıldandı usulca. “Üç beş yaşlarında küçücük bir kartal yavrusuyken, yani çok uzun zaman önce, büyükbabam demişti ki büyükbabası ona çok ama çok uzun zaman önce, evvel zaman içinde, bu sarayda bir kralın yaşadığını anlatmış. Kral ölünce sarayını kartallara bırakmış. Aradan geçen binlerce yılda sarayın kapısı rüzgârın getirdiği toz toprakla örtülmüş.”

“Kapı nerede peki?” diye sordu Muflog.

Bu, ihtiyar kuşun kolayca cevaplayamayacağı bir muammaydı. Epeyce düşündü durdu, derken uykuya daldı. Kapının yerini hatırlayana dek sürekli uyandırılması gerekmişti.

“Sabah doğan güneşin ilk ışığı kapının üzerine vurur,” diye öttü kuş.

Sonra onca düşünme ve konuşmanın getirdiği yorgunlukla tekrar uykuya daldı.

Avcılara o gece uyku yoktu. Doğan güneşin ilk ışığının saraya vuruşunu kaçırmamak için hepsi nöbet tutacaktı. Işığın vurduğu yeri çok iyi belirlediler. Fakat kapı falan gözükmüyordu. Bu yüzden o noktayı kazmaya başladılar ve saatler sonunda bir boşluk buldular.

Bu boşluktan saraya girdiler. Burası yüzyıllardır etrafı sarmış yabani otlarla ne müthiş ve esrarengiz bir yerdi! Arapsaçına dönmüş sarmaşıklar her yeri, bir zamanlar muntazam halde tutulmuş bütün o patikaları kaplıyor ve daha alçak binaları neredeyse tamamen gizliyordu. Otlar duvar yarıklarına kök salmış ve taşları ayırmıştı. Korkunç bir viraneydi burası. Kral’ın adamları kılıçlarını kullanarak otlarla kaplı bu alandan merkez binaya geçişi sağlayacak bir yol açmak için uğraştı durdu. Bunu başardıklarında bir kapıya ulaştılar. Kapının üzerinde ahşaba oyulmuş bir yazı bulunuyordu. Yazının dilini Muflog dışında kimse bilmiyordu. Muflog yazıyı şöyle tercüme etti:

“Bizler, bu sarayın sakinleri, nice yıllar rahat ve lüks içinde yaşadık. Ardından açlık geldi. Hiç hazırlık yapmamıştık. Mücevherler yığmıştık ama darı stoklamamıştık. İnciler ile yakutları öğütüp un yaptık fakat ekmek yapamadık. Bu yüzden ölüyoruz ve bu sarayı cesetlerimizi yiyip bitirecek ve kulelerimize kendi yuvalarını yapacak olan kartallara bırakıyoruz.”

Muflog bu tuhaf sözleri okuyunca etrafa korkunç bir sessizlik çöktü. Kralın yüzü bembeyaz olmuştu. Ölü maziden gelen bu uyarı, maceranın tadını kaçırmıştı. Gruptakilerin bir bölümü, keşfe hemen son vererek vakit kaybetmeden eve dönmeyi teklif etti. Gizli tehlikelerden korkuyorlardı. Fakat Kral kararından dönmeyecekti.

“Bu meseleyi sonuna kadar araştırmalıyım,” dedi kararlı bir sesle. “Korkuya kapılmış olanlar geri dönebilirler. Ben, tek başıma da olsa devam edeceğim.”

Bu sözlerle cesaret bulan avcılar, kralın yanında kalmaya karar verdiler. İçlerinden biri kapıyı yumruklamaya başladı ama Kral kapının üstündeki yazıyı korumak istiyordu. Otları biraz daha temizledikten sonra anahtar deliğindeki anahtarı gördüler. Gelgelelim, kapıyı açmak kolay bir iş değildi zira yılların pası birikmişti kilitte. Nihayet başardıklarında kapı ağır bir şekilde gıcırdayarak açıldı. Şimdi açığa çıkan rutubetli koridordan bir küf kokusu geliyordu.

Kâşifler bileklerine kadar toz toprak içine batmış halde odaların oluşturduğu bir labirent boyunca yürüdüler, ta ki heykellerle dolu kocaman bir ana salona ulaşana dek. Bu heykeller öyle sanatkârane yapılmıştı ki canlı gibiydiler. Bir an için herkes nefesini tutmuştu. Bu salonda hiç toz yoktu. Muflog burasının hava geçirmez bir oda olduğuna belirtti. Belli ki heykellerin muhafaza edilmesi için özel olarak tasarlanmıştı.

“Bunlar kralların tasvirleri olmalı,” dedi majesteleri. Yazıları okuyunca Muflog da bunu onayladı.

Salonun diğer ucunda, ötekilerden daha yüksek bir kaide üzerinde diğerlerinden daha büyük bir heykel vardı. Kaidenin üzerinde ismin yanında bir de yazı vardı. Muflog huşu dolu bir sessizlik içinde bu yazıyı okudu:

“Ben kralların sonuncusuyum. Hatta, insanların sonuncusuyum ve bu işi kendi ellerimle tamamladım. Bin şehre hükmettim, bin at bindim ve bin vasal prensin bağlılık yeminini kabul ettim. Fakat kıtlık geldiğinde elim kolum bağlı kaldı. Ey bunu okuyan kişi, bu ülkeye hâkim olan kadere kulak ver. Fanilerin sonuncusunun nasihatini dinle. Hâlâ gün ışırken öğününü hazırla…”

Metin burada kesiliyordu. Yazının geri kalanı okunaksızdı.

“Yeter!” diye haykırdı Kral. Sesi titriyordu. “Hakikaten iyi bir av oldu bu. Aptallığım ve zevk peşinde koşuşum yüzünden neleri göremediğimi öğrenmiş oldum. Haydi, geri dönelim ve bu kralın nasihati gereğince hareket edelim. Uyarısını unuttuğumuz takdirde, biz de aynı akıbete uğrayacağız.”

Aştıkları ovaya doğru bakan majesteleri bir hayal gördü: Müreffeh şehirler ve görenleri neşeyle dolduran bereketli tarlalar vardı karşısında. Aradaki alanlar boyunca yol alan mal yüklü karavanlar vardı. Sonra bu hayalin yerini kasvetli düşünceler aldı. Bütün ülkeyi bir bulut kaplıyor gibiydi. Şehirler ufalanıp gözden kayboldu, kartallar bir anda aşağı inerek insanların takdir edip elinde tutmayı başaramadığı her şeyi ele geçirdi. Kartalların ardından her sene üst üste yığılan asırların tozu yavaşça çökmeye başladı, ta ki her şey örtülene ve çölden başka hiçbir şey gözükmeyene dek.

Kral ve avcıları ülkelerine dönerken ancak birkaç kelime ettiler. Kayalık engeli tekrar geçtiklerinde toplamda kırk gündür ülkelerinden uzak kalmışlardı. Halk tarafından sevinçle karşılandılar.

“Ne getirdiniz?” diye sordu halk. “Çok geçmeden açlıktan öleceğiz.”

“Açlıktan ölmeyeceksiniz,” dedi Kral. “Kartalların Sarayı’ndan bilgelik getirdim. Başkalarının akıbeti ve acılarından bir ders çıkardım, vazifemi öğrendim.”

Hiç vakit kaybetmeden gıda stokunun doğru şekilde dağıtılmasını ve toprağın ekilmesini organize etmeye koyuldu. Artık aptalca zevklere vakit harcamayacaktı. Böylece kısa sürede ülke refah ve mutlulukla doldu. Hatta Kartallar Sarayı’nın baktığı ovada bile verimli koloniler kurdular.

Nuh Tufanı’ndaki Dev

Dünya sular altında kalmadan hemen önce bütün hayvanlar geminin önünde toplandı ve Nuh Baba dikkatle onları tetkik etti.

“Yere yatanlarınızın hepsi gemiye girecek ve dünyayı yok etmek üzere olan tufandan kurtulacak. Ayakta duranlarsa içeri giremeyecek,” dedi.

Bunun üzerine çeşitli hayvanlar gemiye doğru ilerlemeye başladı. Nuh Baba onları yakından izliyordu. Tedirgin gözüküyordu.

“Acaba tek boynuzlu bir atı nereden bulacağım? Hem onu gemiye nasıl sokacağım?” dedi kendi kendine.

“Ben sana bir tek boynuzlu at getirebilirim Nuh Baba,” diye gürleyen bir ses işitti. Başını çevirince Og adındaki devi gördü. “Ama beni de tufandan kurtaracağına söz vermelisin,” dedi.

“Defol!” diye bağırdı Nuh. “Sen bir ifritsin, insan değilsin. Seninle işim olmaz.”

“Acı bana,” dize sızlandı dev. “Bedenim nasıl küçülüyor bir baksana. Bir zamanlar öyle uzundum ki bulutlardaki suları içip balıkları güneşte kızartabilirdim. Suda boğulmaktan korkmuyorum. Bütün yiyecekler yok olacağı için açlıktan öleceğimden korkuyorum.”

Ne var ki Nuh gülümsemekle yetindi ama Og tek boynuzlu bir at getirince yine ciddileşti. Dev, bulabildiği en küçük atı getirdiğini söylese de bu hayvan bir dağ kadar büyüktü. Tek boynuzlu at geminin önüne yattı. Nuh bu harekete bakarak onu kurtarması gerektiğini anladı. Bir süre için ne yapacağını şaşırdı ancak nihayet parlak bir fikir geldi aklına. Koca hayvanı boynuzuna sardığı bir iple gemiye bağladı. Böylece geminin yanında yüzüp beslenebilecekti.

Og yakındaki bir dağa oturup yağmurun şiddetle yağışını seyretti. Yağmur giderek artan bir hızla sağanaklar halinde boşalmaya devam etti, ta ki nehirler taşana ve sular hızla karayı kaplayıp her şeyi süpürene dek. Nuh Baba sular boynuna ulaşan kadar hüzünle geminin kapısının önünde durdu. Sonra sular onu geminin içine ittirdi. Kapı şiddetli bir gürültüyle kapandı ve gemi, suların üzerinde görkemli bir şekilde yükselerek ilerlemeye başladı. Tek boynuzlu at da geminin yanında yüzüyordu. Tam onun yanından geçtikleri sırada Og, atın sırtına atlayıverdi.

“Gördün mü Nuh Baba, demek ki beni kurtarman gerekecekmiş!” diye haykırdı dev kıkır kıkır gülerek. “Tek boynuzlu at için pencereye koyduğun bütün yiyecekleri yakalayacağım.”

Nuh, Og ile tartışmanın beyhude olduğunu anladı zira o müthiş ağırlığıyla hakikaten gemiyi batırabilirdi.

“Seninle bir anlaşma yapacağım,” diye bağırdı pencerelerin birinden. “Sana yemek vereceğim ama sen de benim çocuklarıma ve torunlarıma hizmet edeceğine söz vereceksin.”

Og çok açtı. Bu yüzden anlaşmanın şartlarını kabul edip ilk kahvaltısını afiyetle mideye indirdi.

Yağmur şiddetli sağanaklar halinde yağmaya devam ederek gün ışığını kesiyordu. Fakat geminin içi ışıl ışıl ve neşeliydi çünkü Nuh yeryüzünün en kıymetli taşlarını toplayarak pencereleri yapmak için kullanmıştı. Taşların ışıltısı Gemi’nin üç katını birden aydınlatmaktaydı. Hayvanların bir kısmı huzursuzdu. Nuh’u ise hiç uyku tutmamıştı. Aslan hummaya tutulmuştu. Bir kuşsa yol boyunca bir köşede uyuyacaktı. Bu, Anka kuşu idi.

“Uyan,” dedi Nuh günün birinde. “Yemek zamanı.”

“Teşekkürler,” diye karşılık verdi kuş. “Çok meşgul olduğunu bildiğim için seni rahatsız etmek istemedim Nuh Baba.”

“Sen cici bir kuşsun,” dedi Nuh çok duygulanmış bir halde. “Bu yüzden asla ölmeyeceksin.”

Günlerden bir gün yağmur durdu, bulutlar açıldı ve güneş yeniden ışımaya başladı. Dünya ne kadar da tuhaf görünüyordu! Engin bir okyanus gibiydi. Etrafta sudan başka şey gözükmüyordu. Sadece en yüksek dağlardan bir iki tanesinin zirvesi taşkının üstünden gizlice bakmaktaydı. Tüm dünya sular altında kalmıştı. Nuh bu hüzünlü manzarayı pencerelerden birinden gözyaşlarıyla izliyordu. Gemi’nin arkasında kaygısızca tek boynuzlu ata binmekte olan Og pek mutluydu.

“Ha, ha!” diye güldü neşeyle. “Artık canımın istediği kadar yiyip içebileceğim ve şu küçük mahlûklar, şu ölümlüler canımı sıkmayacak.”

“O kadar emin olma,” dedi Nuh. “O küçük ölümlüler senin efendilerin olacak. Senden de, tüm dev ve ifrit soyundan da uzun yaşayacaklar.”


Dev, böyle bir gelecek fikrinden hiç hoşlanmamıştı. Nuh’un tüm kehanetlerinin gerçekleşeceğini biliyordu. Bu duyduklarına öyle üzülmüştü ki iki gündür hiçbir şey yememiş ve küçülüp zayıflamaya başlamıştı. Öte yandan sular günden güne alçalıyordu. Yavaş yavaş dağlar ortaya çıkmaya başladı. Dev giderek daha mutsuz hale gelecekti. Nihayet gemi Ağrı Dağı’na oturdu ve Og’un uzun yolculuğu sona erdi.

“Yakında senden ayrılacağım Nuh Baba,” dedi. “Dünyayı dolaşıp neler kalmış diye bakacağım.”

“Ben izin verene kadar gidemezsin,” dedi Nuh. “Anlaşmamızı bu kadar çabuk mu unuttun? Benim hizmetkârım olacaksın. Bir sürü işin var.”

Devler çalışmayı hiç sevmez. Tüm devlerin atası olan Og ise bilhassa tembeldi. Sadece yemek yiyip uyumak isterdi ama Nuh’un eline düştüğünü biliyordu. Toprağın tekrar ortaya çıktığını görünce acı acı ağladı.

“Kes ağlamayı!” diye emretti Nuh. “Kocaman gözyaşlarınla dünyayı bir kez daha sular altında mı bırakmak istiyorsun?”

Bunun üzerine Og bir dağın üzerine oturup kendi kendine sessizce ağlayarak bir sağa bir sola sallandı. Hayvanların gemiden ayrılışını seyretti. Nuh’un çocukları evler inşa ederken bütün zor işleri yapmak ona düşmüştü. Her gün küçülerek ölümlülerin boyuna indiği için şikâyet ediyordu zira Nuh çok fazla yiyecek olmadığını söylemişti.

Bir gün Nuh ona şöyle dedi: “Benimle gel Og. Dünyayı dolaşacağım. Yeryüzünü güzelleştirmek için meyve ve çiçekler ekmem emredildi. Yardımın gerekiyor.”

Günlerce bütün dünyayı dolaştılar. Og o ağır tohum çuvallarını taşımak zorunda kalmıştı. Nuh’un son ektiği şey üzüm asmasıydı.

“Bu nedir? Yiyecek mi içecek mi?” diye sordu Og.

“İkisi de,” diye cevap verdi Nuh. “Yenilebilir, suyundan da şarap yapılabilir.” Dikerken bir yandan da asmayı kutsadı. “Sen, ey göze hoş gelen bitki, açları doyuracak gıda ve susuzlar ile hastalara şifa verecek bir içecek olasın.”

Og homurdandı.

“Bu harika meyve için bir kurban sunacağım,” dedi. “Artık bütün işimiz bittiğine göre bunu yapabilirim, öyle değil mi?”

Nuh’un bunu onaylaması üzerine dev gidip bir koyun, bir aslan, bir domuz ve bir maymun getirdi. Önce koyunu ardından da aslanı kurban etti.

“İnsan şaraptan birkaç damla tattığında bir koyun kadar zararsız olacak. Biraz daha fazla içtiğindeyse bir aslan kadar kuvvetli olacak,” dedi.

Sonra Og asmanın etrafında dans etmeye başlayıp domuzu ve maymunu öldürdü. Nuh çok şaşkındı.

“Senin torunlarına fazladan iki dua daha edeceğim,” dedi Og kıkırdayarak.

Büyük bir keyifle yerde yuvarlanıp şöyle dedi:

“İnsan şaraptan çok fazla içince domuz gibi bir hayvana dönüşecek. Hâlâ içmeye devam ederse maymun gibi aptalca davranmaya başlayacak.”

İşte ta bugüne kadar çok fazla şarabın insanı aptal etmesinin sebebi budur.

Og kendisi de sık sık şarabı fazla kaçırırdı. Yıllar sonra İbrahim Peygamber’in hizmetçisi olarak çalışacaktı. Günlerden bir gün İbrahim Peygamber ona öyle bir fırça çekti ki korkudan ödü kopan Og’un bir dişi düştü. İbrahim bu dişi kullanarak kendisi için bir koltuk yapmıştı. Derken Og, Bashan Kralı oldu ama Nuh’la yaptığı anlaşmayı unutarak İbranilerin Kenân Diyarı’nı ele geçirmesine yardım edeceği yerde onlara düşmanlık etti.

“Hepsini tek bir darbeyle öldüreceğim,” dedi.

Muazzam gücünü kullanarak bir dağı yerinden söktü. Sonra dağı başının üstüne kaldırarak İbranilerin konakladığı yere atıp onları ezmek için hazırlandı.

Ama müthiş bir şey oldu. Dağ, çekirgeler ve karıncalarla doluydu. Bu hayvanlar dağın içinde milyonlarca minik delik açmıştı. Kral Og o koca kütleyi kaldırdığında dağ, ellerinde un ufak olup başına düştü ve tıpkı bir tasma gibi boynuna geçti. Onu boynundan çıkarmaya çalıştı fakat dişleri dağ kütlesine karışmıştı. Öfke ve acı içinde zıplayıp durduğu esnada İbranilerin lideri Musa yanına geldi.

Musa, Og’a kıyasla ufak bir adamdı. Belki on arşın boyundaydı. Yanında aynı uzunlukta bir kılıç taşıyordu. Büyük bir gayretle tam on arşın boyunca havaya zıpladı, kılıcını kaldırarak deve ayak bileğinden vurdu. Bu sayede onu ölümcül bir şekilde yaralamayı başardı.

İşte böylece tufanın korkunç devi Nuh Baba’ya verdiği sözünü tutmadığı için yıllar sonra helak olmuştu.

399 ₽
9,08 zł