Antik yunan hikâyeleri

Tekst
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Antik yunan hikâyeleri
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Delos’lu Apollon


Hiçbir şehirde ya da ülkede huzurla yaşayabileceği bir ev bulamayan Leydi Leto, korku ve üzüntü içinde diyar diyar gezdi. Girit’ten Atina’ya, Atina’dan Ægiaea’ya, Ægiaea’dan Pelion ve Athos zirvelerine gitti. Koca Ege Denizi’nin tüm adalarını; Skyros, Imbros1, Lemnos2 ve hepsinin en güzeli Chios’u3 dolaşarak bir ev aradı. Gittiği her diyarın onu kabul etmesi için boş yere dua etti. Ta ki Delos’a gelinceye kadar. Orada huzur bulursa, ona muhteşem zaferler kazandıracağına söz verdi. Sonra sesini yükselterek “Beni dinle, karanlık denizin adası,” dedi. “Eğer bana bir yuva verirsen, yetmiş iki millet sana gelecek ve toprağına büyük bir servet akıtacaklar. Çünkü ışığın ve yaşamın efendisi Phoebus Apollon burada doğacak ve insanlar onun lütfunu kazanmak ve arzularını öğrenmek isteyecekler.” Bunun üzerine Delos şöyle cevap verdi: “Leydi, harika şeyler vaat ediyorsun. Ancak duyduğuma göre Phoebus Apollon öyle güçlü olacakmış ki dünya üzerinde hiçbir şey onun gücüne dayanamayacakmış. Bir de bana bak! Zavallı, taşlı bir toprak parçasından ibaretim. Bana bakan gözleri memnun edecek pek bir şeyim yok. O yüzden benim sert ve çorak toprağımı küçümseyeceğinden ve daha görkemli bir tapınak inşa edeceği, kendisine tapınmaya gelen insanların daha ihtişamlı hediyeler getireceği başka bir diyara gitmesinden korkuyorum.” Fakat Leto, Styx’in4 karanlık sularına, üzerinde uzanan geniş gökyüzüne ve etrafını saran engin yeryüzüne, Phoebus’un tapınağının Delos’ta olacağına ve sunağında bütün yıl boyunca zengin adakların yanacağına yemin etti.

Böylece Leto, Delos adasına yerleşti ve Phoebus Apollon orada doğdu. Olimpos’ta yaşayan ölümsüz tanrıları bir sevinç sardı ve yeryüzü, göğün gülümsemesine gülerek karşılık verdi. Sonunda Apollon’un tapınağı Delos’ta inşa edildi ve başka diyarlardan insanlar onun isteklerini öğrenmek ve ona zengin adaklar sunmak için tapınağa geldiler.

Pytho'lu Apollon


Uzun zaman önce Apollon, Delos’ta yaşardı ve her yıl İyon’un tüm çocukları onun tapınağının önünde düzenlenen şölen için toplanırdı. Ama sonunda Apollon bir sürü ülkeden geçerek Pytho’ya doğru yola çıktı. Elinde arpıyla Zeus’un ve tanrıların görkemli bir yaşam sürdükleri Olimpos’un kapılarına yaklaştı. Hepsi Apollon’un arp çalışına bayıldı. Esin perileri; tanrıların ölümsüz yeteneklerini, yaşlılıktan ve ölümden kaçışı olmayan fanilerin kederlerini ve elemlerini anlatan şarkılar söyledi. Horai, Hebe ve Harmonia’yla el ele tutuşmuştu. Ares, Argos katili Hermes’le birlikte Afrodit’in yanında duruyor, Phoebus Apollon’un yeni yükselen güneşle aydınlanan yüzünü izliyordu. Derken Apollon Olimpos’tan inerek Pieria bölgesine, Iolkos’a ve Lelantin ovasına gitti. Ama hiçbirini üzerine evini inşa edecek kadar beğenmedi. Ardından Mykalessos’ta dolaştı, Teumessos’un çimenlerle kaplı düzlüklerinden geçti ve kutsal Thebes’e vardı. Ama oraya da yerleşmedi, çünkü oraya henüz hiçbir insan ayak basmamıştı. Ne bir yolu ne de patikası vardı. Bütün arazi vahşi bir ormanla kaplıydı.

İlerledi, ilerledi. Kephisos Çayı’nı geçti, Okalea’yı ve Haliartos’u aştı, sonunda Telphusa’ya vardı. Orada kendine bir tapınak inşa etmeyi düşündü, çünkü topraklar geniş ve verimliydi. “Güzel Telphusa,” dedi. “Burada, bu güzel diyarda dinleneceğim ve insanlar buraya gelip benim buyruklarımı soracak, korku saatinde yardımımı isteyecekler. Ben senin üzerinde yaşarken, burası çok görkemli bir yer olacak.” Ama Telphusa, Phoebus tapınağı için yerini seçip temelini atarken öfkeyle doldu. Onunla kurnazca konuştu. “Dinle beni Phoebus Apollon. Sen burada bir evin olsun istiyorsun ama burada asla huzur bulamazsın, çünkü geniş ovam insanları savaşmaya teşvik edecek ve savaş atlarının gümbürtüsü senin kutsal tapınağının huzurunu kaçıracak. Barış zamanlarında bile böğüren sığırlar sürüler halinde pınarıma gelecek ve bu gürültü kalbine keder verecek. Krisa’ya git ve kendine Parnassos’un gizli vadilerinde bir ev yap. İnsanlar dünyanın her yerinden armağanlarıyla oraya gelecek.” Apollon onun sözlerine inandı ve Phelegyes topraklarından geçerek Krisa’ya geldi. Orada, Parnassos’un derin vadilerinden birine tapınağının temellerini inşa etti. Erginos’un oğulları Trophonios ve Agamedes duvarları yükseltti. Orada bir de Hera’nın çocuğu Typhaon’u emziren kudretli bir ejderha buldu. Onu vurdu ve dedi ki: “Düştüğün yerde çürü ve daha fazla insan evladını üzme. Günlerin sona erdi artık, seni Typhaon bile kurtaramaz. Ya da o kötü isimli Kimera. Toprak ve yanan güneş bedenini tüketip yok edecek.” Ejderha böylece öldü ve bedeni yerde çürüdü. Bu nedenle oraya Pytho adı verildi ve insanlar Phoebus Apollon’a büyük Pytho Kralı olarak taptılar.

Ama Phoebus, Telphusa’nın onu kandırdığını anlamıştı, çünkü Krisa’nın büyük ejderhasından da toprağın sertliğinden de bahsetmemişti. Öfkeye kapılarak hızla geri döndü. “Beni hileli sözlerinle aldattın Telphusa. Ama pınarının tatlı suları artık akmayacak ve ihtişam yalnızca benim olacak,” dedi. Ardından büyük kayalıkları aşağı düşürdü ve o güzel pınarın yanı başındaki akıntıyı kesti. Böylece görkem, Telphusa’yı terk etti.

Apollon, Pytho’da onun rahipleri olması için hangi insanları seçeceğini düşünmeye başladı. Yüksek bir tepenin üzerinde dikilirken denizin üzerinde ilerleyen bir tekne gördü. İçindeki insanlar Giritlilerdi. Mallarını Pylos’takilerle takas etmek üzere Kral Minos’un ülkesinden yola çıkmışlardı. Phoebus suya atladı ve kendini bir yunusa dönüştürerek tekneye doğru hızla yüzdü. O büyük balığın kudretli yüzgeçleriyle nereden çıkıp da teknelerinin yanında bittiğini kimse anlamadı ama yunus, karanlık sularda gemiye yol gösterirken hayretle izlediler. Şiddetli güney rüzgârının gücüyle, yelkenleri olmaksızın hızla ilerlerken hepsi korkudan titreyerek oturuyordu. Malea burnundan ve Lakonya topraklarından geçerek Elos’a ve Helios’un yaşadığı, insanların keyif sürdüğü ve sürülerin zengin otlaklarda otladığı Tsenaron’a vardılar. Denizcilerin gezisi orada bitecekti ama gemi, dümenine itaat etmedi. Kıyı boyunca ilerleyerek Pelops’un adasına doğru gitti, çünkü kudretli yunus rehberlik ediyordu ona. Arene ve Arguphea’dan geçerek kumlu Pilos’a, Halkis ve Dyme’den geçerek Epeian’ların ülkesine, Pherae ve İthaka’ya vardılar. Adamlar orada Krisa kıyılarını yıkayan suların ikiye ayrıldığını gördü ve şiddetli batı rüzgârı ateşli nefesiyle gelerek onları doğuya, güneşin doğduğu Krisa’ya kadar götürdü.

Ardından Phoebus Apollon bir yıldız gibi denizden çıktı ve zaferinin ihtişamı gökyüzüne ulaştı. Aceleyle tapınağına girdi ve sunakta ebedi ateşi yaktı. Parlak okları her yana yağdı, ta ki bütün Krisa onun yıldırımlarının alazıyla dolana dek. Böylece herkesi korku sardı ve kadınların çığlıkları sıcak göğe yükseldi. Ardından bir kalp atımı kadar kısa bir sürede yeniden gemiye döndü. Bu kez tüm güzelliğiyle bir insan formundaydı ve altın rengi bukleleri geniş omuzlarına düşüyordu. Kıyıdan Girit gemisindekilere seslendi. “Kimsiniz siz yabancılar? Gittiği her yere dehşeti ve acıyı götüren hırsızlar, haydutlar olarak mı geldiniz? Neden geminizde oyalanıyorsunuz da karaya çıkmıyorsunuz? Şüphesiz hepiniz, büyük denizleri aşanların gemileri karaya yanaşınca sevinmesi ve gelip karadaki insanlarla kutlama yapması gerektiğini biliyorsunuz.” Phoebus Apollon bunları söyledi ve Giritlilerin lideri cesaretini toplayarak cevap verdi: “Ey yabancı, senin bir fani olmadığın açık. O muhteşem kahramanlardan ya da ölümsüz tanrılardan birisin. Bize bu ülkenin ve üzerinde yaşayan insanların adlarını söyle. Bizim niyetimiz buraya gelmek değildi, Pylos’ta mallarımızı takas etmek için Minos’tan yelken açtık ama tanrılardan biri, bizi irademiz dışında buraya getirdi.” Kudretli Apollon sözü aldı ve onlara şöyle dedi: “Girit topraklarındaki Knossos’ta yaşayan yabancılar, eski memleketinize, karılarınıza ve çocuklarınıza dönmeyi aklınıza getirmeyin. Burada, tapınağımı koruyup kollayacaksınız ve bütün insanlar tarafından onurlandırılacaksınız. Çünkü ben Zeus’un oğluyum ve adım Phoebus Apollon. O büyük denizi aşarak sizi buraya getiren benim. Hilekârlıkla ya da öfkeyle değil. Bundan sonra büyük bir gücünüz ve görkeminiz olabilir, ölümsüz tanrıların tavsiyelerini dinleyip onların isteklerini insanlara iletebilirsiniz. O halde hemen dediklerimi yapın: Yelkenlerinizi indirin ve geminizi kıyıya yanaştırın. Sonra mallarınızı getirip kumsalda bir sunak yapın, bir ateş yakın. Beyaz arpayı adak olarak sunun. Sizi buraya bir yunus şeklinde getirdiğim için Delphi tanrısı olarak tapının bana. Sonra canınızın istediğince ekmek yiyip şarap için. Ondan sonra da benimle kutsal mekânıma, tapınağımı koruyacağınız yere gelin.”

 

Denizciler Phoebus’un sözlerine itaat etti. Beyaz arpayı adak olarak sunup deniz kenarında yiyip içtiler. Sonra gitmek için hazırlandılar ve Apollon onlara yol gösterdi. Arpı elindeydi, hoş bir müzik çalıyordu. Öyle ki daha önce hiçbir faninin kulağı, böyle bir müzik duymamıştı. Zafer şarkısı söylemeye başladılar, çünkü kalplerine yeni bir güç üfleniyordu ilerledikçe. Artık ne çektikleri güçlükleri ne de acılarını düşünüyorlardı. Yorulmayan ayaklarıyla Parnassos’un uçurumlarına varana dek tırmandılar tepeyi. Phoebus onlara orada yaşamalarını söyledi.

Giritlilerin lideri söz aldı ve cesaretle konuştu: “Ey kralım, bizi evlerimizden uzağa, yabancı bir ülkeye getirdin. Burada yemeği nereden bulacağız? Bu çıplak kayalarda hiçbir ekin yetişmez, gözümüzün görebildiği yerde hiçbir yeşillik yok. Bütün arazi ıssız ve çorak.” Ama Zeus’un oğlu gülümsedi ve şöyle dedi: “Ah, aptal insanlar, ne çabuk sıkılıyor canınız. İsteğiniz buysa çaba ve zahmetten başka hiçbir şey kazanmayacaksınız. Ama beni dinleyin ve sözlerime kafa yorun. Elinizi uzatıp her gün bol bol adak kesin; o kurbanlar, insanoğlunun dört bir yandan benim arzumu öğrenip korku saatinde yardım dilemek için hızla buraya geldiğini görünce, akın akın size gelecekler. Siz yalnızca tapınağımı iyi koruyun ve ellerinizi temiz, kalbinizi saf tutun. Bu anlaşmaya uyarsanız, kimse ihtişamınızı alamaz sizden. Ama eğer yalan söyler, kötülük yaparsanız, sunağıma gelen insanların canını yakar ve onları yoldan çıkarırsanız, o zaman yerinize başka insanlar gelir ve siz de sözlerime itaat etmediğiniz için sonsuza dek dışlanırsınız.”

Niobe ve Leto


Uzun zaman önce, küçük bir ada olan Delos’ta Niobe adında bir kadın yaşardı. Bir sürü oğlu ve bir sürü kızı vardı. Kadın hepsiyle gurur duyar, Delos adasında ve hatta bütün dünyada onunkilerden daha güzel çocuklar olmadığını düşünürdü. Çocuklar o kayalık adanın tepelerinde ve vadilerinde hoplaya zıplaya koştururken herkes onlara bakar ve “Bütün dünyada Leydi Niobe’nin çocukları gibisi yok,” derdi. Niobe bunları duydukça öyle memnun oldu ki karşısına çıkan herkese oğullarının ve kızlarının ne kadar güçlü ve güzel olduğunu anlatarak böbürlenmeye başladı.

Bu Delos adasında bir de Leydi Leto diye biri yaşardı. Onun yalnızca iki çocuğu vardı ve adları Artemis ile Phoebus Apollon’du. Onlar da gerçekten güçlü ve güzel çocuklardı. Leydi Niobe ne vakit onları görse, kendi çocuklarının daha güzel olduğunu düşünmeye çalışır fakat yine de hayatında Artemis ve Apollon kadar muhteşem varlıklar görmediğini hissetmekten alamazdı kendini. Günün birinde Leydi Leto ve Leydi Niobe bir aradaydı ve çocukları önlerinde oynuyordu. Phoebus Apollon önce altından arpını çaldı, ardından altın yayıyla hedefi hiç şaşırmayan oklarını attı. Ama Niobe ne Apollon’un yayından ne de sadağındaki oklarından söz açtı ve Leydi Leto’ya çocuklarının güzelliğini överek böbürlenmeye başladı. “Yedi oğluma ve yedi kızıma bak da ne kadar güçlü ve güzel olduklarını gör Leto. Apollon ve Artemis de güzel, biliyorum ama yine de benim çocuklarım daha güzel. Hem senin yalnızca iki çocuğun var. Benimse yedi oğlum ve yedi kızım.” Niobe böyle böbürlenip durdu ve Leto’yu kızdıracağını aklına bile getirmedi. Leto, Niobe ile çocukları gidene kadar hiçbir şey söylemedi. Sonra Apollon’u çağırdı ve ona dedi ki, “Leydi Niobe’yi sevmiyorum ve senden ona hiçbir çocuğun benimkilerden daha güçlü ya da daha güzel olamayacağını göstermeni istiyorum.” Phoebus Apollon’un genç, güzel yüzü öfkeyle karardı ve gözleri yanan alevlere benzedi. Hiçbir şey söylemeden altın yayını eline aldı ve sadağından bir ok çekti. Sonra yayı kaldırdı ve iyice gerilene kadar göğsüne doğru çekti. Ardından da oku serbest bıraktı. Ok dosdoğru hedefine gitti ve Leydi Niobe’nin oğullarından biri öldü. Apollon yayına hızla bir ok daha gerdi. Sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. Ta ki Niobe’nin bütün oğulları ve kızları bir bir ölüp tepenin yamacına yığılana dek devam etti. Apollon daha sonra Niobe’ye seslendi ve “Hadi şimdi de gidip güzel çocuklarınla böbürlen,” dedi.

Her şey o kadar hızlı oldu ki Niobe bunun bir rüya olmadığına güç ikna oldu. Daha az önce yanı başında mutlu ve sapasağlam görmüş olduğu çocuklarının, bütün oğullarının ve kızlarının gittiğine bir türlü inanamadı. Ama orada, yerde kaskatı ve hareketsiz yatıyorlardı. Gözleri, sanki uykuya dalmış gibi kapalıydı ve yüzleri mutlu bir tebessümle donup kalmıştı. Bu da onları her zamankinden daha güzel gösteriyordu. Niobe tek tek hepsinin başına gidip buz kesmiş ellerine dokundu ve solgun yanaklarını öptü. Phoebus Apollon’un oklarının onları öldürdüğünü böylece idrak etti. Sonra çocuklarının yakınındaki bir taşın üzerine oturdu. Aynı ölü çocukları gibi kaskatı dururken gözünden süzülen yaşlar yanaklarından aşağı akmaya başladı. Ne başını kaldırıp masmavi göğe baktı ne de elini kolunu kıpırdattı. O soğuk taşın üzerinde, taş gibi soğuyana dek hareketsizce oturup gözyaşı döktü. Kalbi artık durana dek gözyaşları akmaya, bedeni gittikçe soğumaya devam etti ve sonunda Leydi Niobe öldü. Ama hâlâ orada oturmuş ağlarken görülüyordu, zira o büyük acısı onu taşa döndürmüştü. O taşın yakınına ne zaman bir insan gelse, “Bakın, şurada taşa dönüşmüş Leydi Niobe oturuyor. Sürekli, hiçbir çocuğun onlardan daha güzel olamayacağını söyleyerek çocuklarıyla övündüğü için Phoebus Apollon, bütün çocuklarını öldürdü.” Çok zaman sonra, taş iyice eskiyip yosunlarla kaplandığında bile insanlar Leydi Niobe’nin şeklini gördüklerini düşünüyordu, çünkü yakından bakıldığında bir kadına hiç benzemeyen taş, belirli bir mesafeden bakılınca orada oturmuş Phoebus Apollon’un öldürdüğü güzel çocuklarının yasını tutan Niobe’yi andırıyordu.

Daphne


Güzeller güzeli Daphne, çocukluğunun en mutlu günlerini Peneios nehrinin Olimpos’un zirvesinden denize doğru aktığı Tempe vadisinde geçirdi. Sabahın serinliğinde, doğan güneşin ilk ışıklarını selamlamak için sarp kayalıklara tırmanırdı. Apollon, ateşli atlarını gökyüzünde sürerken arabasının batıdaki dağların ardından batışını izlerdi. Tepelerde ve vadilerde bahar rüzgârı gibi özgür ve hafif, gezinir dururdu. Etraftaki diğer genç kızlar aşktan bahsedip dururken Daphne erkeklerin sesine pek kulak vermezdi. Oysa çoğu erkek, onu kendine eş yapmak istiyordu.

Günün birinde Daphne, Ossa’nın yamaçlarında sabahın ilk ışıltısı altında dururken önünde ihtişamlı bir suret belirdi. Yeni doğmuş güneşin ışınlarının altın rengi parıltısı adamın yüzüne vurdu ve Daphne, Phoebus Apollon’u tanıdı. Apollon hızla ona doğru koşarak “Buldum seni Sabahın Çocuğu,” dedi. “Herkesten saklanabilirsin ama benden kaçamazsın. Uzun zamandır seni arıyordum, artık benim olacaksın.” Ama Daphne’nin yüreği cesaretle dolu ve güçlüydü. Öfkeden yanakları kızardı, gözleri ateş saçtı. “Ben ne aşk bilirim ne de esaret. Derelerin ve tepelerin arasında özgürce yaşarım. Özgürlüğümü kimseye verecek değilim,” dedi. Bunun üzerine Apollon’un yüzü öfkeyle karardı. Genç kızı yakalamak için yaklaştı ama kız rüzgâr gibi hızla kaçtı. Daphne’nin ayakları tepelerde ve vadilerde, uçurum kenarlarında ve nehirde, havada süzülen sonbahar yaprakları gibi usulca gezindi. Ancak Phoebus Apollon gitgide yaklaşırken kız da güçten düşmeye başladı. Sonunda kollarını uzattı ve Leydi Demeter’den yardım diledi. Ama Demeter onun yardımına gelmedi. Daphne’nin başı dönüyor, zayıflıktan eli ayağı titriyordu. Thessaly düzlüklerinde akıp giden geniş bir ırmağın kıyısına vardığında Phoebus’un nefesini ensesinde hissediyordu, adam elbisesine uzanmıştı. Daphne tam o esnada “Peneios baba, evladını kabul et!” diye çılgınca haykırdı ve ırmağa atladı. Irmağın suları usulca örttü üstünü.

Daphne gitti ve Apollon böyle özgür bir genç kızın peşine düşecek denli çıldırdığı için yas tuttu. “Aptallığımla kendimi cezalandırdım,” dedi. “Sabahın ışıkları alındı günden. Şimdi yolculuğumun sonuna dek yalnız ilerlemeliyim.” Ardından tek bir sözüyle, Daphne’nin kendini suya attığı kıyıda bir defne ağacı belirdi. Kalın, kümelenmiş yaprakları olan bu yeşil bitki, onun adını sonsuza dek taşıyacaktı.

Kyrene


Hypseus’un tepeden tırnağa silahlı kızı Kyrene, Teselya’nın vadilerinde ve tepelerinde bir geyik gibi özgürce dolaşırdı. Ülkenin bütün kızları arasında onun güzelliğiyle yarışabilecek kimse yoktu. Kollarının gücü ve ayaklarının hızı konusunda da kimse yanına yaklaşamazdı. Ne dokuma tezgâhına el sürerdi ne de iğneye. Evlerde yapılan cümbüşlerle, ziyafetlerle ilgilenmezdi. Onun sofraları yeşil çimlerin üzerinde, ağaç dallarının altında kurulurdu. Mızrağı ve hançeriyle çayırdaki hayvanların üzerine korkusuzca gider ve hatta onları inlerinde bulurdu.

Bir gün Peneios’un rüzgârlı kıyılarında gezinirken ağaçların arasından bir aslan atladı önüne. Kyrene’nin ne mızrağı ne de hançeri elindeydi ama yüreğinde korkudan eser yoktu. Hayvan sonunda yorgunluktan bitap düşerek ayaklarının dibine yığılana kadar boğuştu onunla. O sırada tüm olan biteni izleyen biri vardı. Phoebus Apollon, genç kadının öfkeli aslanla mücadelesini izledi ve hemen, gençliğinde onu eğiten insan kafalı bilge atını çağırdı. “Gel buraya,” dedi. “O karanlık mağarandan çık ve bir kez daha bilgeliğini sun bana, çünkü bir soru soracağım sana. Şuradaki genç kıza ve ayağının dibinde yatan hayvana bak ve söyle bana bu kız nereden gelir ve adı nedir? Sen bilgesin. O kim ve bu ıssız vadilerde nasıl korkusuzca, yaralanmadan dolaşabiliyor? Kur yapılarak kazanılabilir mi kalbi, söyle bana.” İnsan kafalı at, kararlılıkla Phoebus’un yüzüne baktı ve cevap verirken destekler gibi gülümsedi. “Aşkın zindanını açmak için gizli anahtarlar vardır. Ama neden bana kızın adını ve ırkını soruyorsun? Sen değil misin her şeyin ve insanoğlunun gittiği her yolun sonunu bilen? Baharda açan yaprakların sayısını, rüzgârın nehir ya da deniz kıyısına sürüklediği kum tanelerini bilirsin sen. Ama madem bilgelikte sana dengim, o halde dinle sözlerimi. Kıza çoktan birileri kur yaptı ve onu kazandı. Oysa sen onu karanlık denizden gelinin olarak geçirip uzak Libya topraklarındaki altından saraylara götüreceksin. Orada, yeryüzünde yetişen her meyvenin bulunduğu bereketli bir evi olacak. Oğlun Aristaios orada doğacak ve dudaklarında şanlı Horai’nin bitki özleri ve tanrıların leziz yemeklerinin tadı olacak. Böylece fanilerin yazgısını paylaşmayacak.”

Phoebus Apollon gülümseyerek cevap verdi. “Doğrusu ününü hak ediyorsun, çünkü bilgelikte sana denk kimse yok. Ben de şimdi gidip Kyrene’yi, onun adıyla anılacak topraklara götüreceğim. İleride onun çocukları büyük ve kudretli şehirler inşa edecekler oraya. Güçleri ve bilgelikleriyle adları tüm dünyaya yayılacak.”

Kyrene böylece Libya topraklarına geldi ve oğlu Aristaios doğdu. Hermes, bebeği şanlı Horai’ye götürdü ve Horai de ona sonsuz yaşam bahşetti. Oğlan uçsuz bucaksız Libya düzlüklerinde yaşadı, kalabalıklara katıldı ve yeryüzünün en zengin hasadını yaptı. Arılar en tatlı ballarını, gemiler en yumuşak yünlerini getirdiler ona. Mısır tarlaları onun için firesiz hasat verdi. Elinin değdiği üzümlerin hiçbiri çürümedi, onun otlaklarında beslenen sürülere hastalık uğramadı. Onun topraklarında yaşayanlar dedi ki; “Kavga ve savaş insanoğluna böyle armağanlar sunmaz. O yüzden barış içinde yaşayalım.”

Hermes


Uzun zaman önce, sabahın erken saatlerinde, Kyllenian tepesindeki bir mağarada, Zeus ve Maia’nın oğlu Hermes doğdu. Fani anaların çocukları gibi huzur içinde uyurken, kundağının kumaşı usulcacık nefesiyle hafif hafif oynuyordu. Ama Güneş Tanrısı, ateşten arabasını daha göğün yarısına kadar bile sürmemişken, bebek kutsal beşiğinden kalktı ve karanlık mağaradan dışarı adım attı. Eşiğin önündeki çimlerde tembel tembel yemeğini yiyen bir tosbağa vardı. Çocuk onu görünce neşeyle güldü. “Ah, ne şans ama!” dedi. “O parlak alacalı kabuğunla nereden geliyorsun böyle? Artık benimsin, seni mağarama götürmeliyim. Bir çatı altında olmak, dışarıda olmaktan iyidir. Her ne kadar canlıyken faydalı olsan da öldüğünde tatlı tatlı şarkı söyleyeceğini bilmek seni rahatlatacaktır.”

Böylece çocuk Hermes, hazinesini iki koluyla kaldırdı ve mağaraya taşıdı. Orada eline demir bir çubuk geçirdi ve kaplumbağanın canını aldı. Göz açıp kapayana kadar kabuğunda delikler açtı ve onları sazdan kamışlarla doldurdu. Ardından kabuğun üzerine bir parça öküz derisi gerdi ve koyun bağırsağından yedi teli gererek lirini yapmayı bitirdi. Üzerine bir yayla vurunca havaya tatlı bir müzik dalgası yayıldı. Genç erkeklerin ve kızların köy şölenlerinde çaldıkları neşeli şarkılara benziyordu çocuk Hermes’in şarkısı. Zeus ile Maia’nın aşkını ve tanrıların kudretli soyundan dünyaya gelişini anlatırken Hermes’in gözleri kurnazca parlıyordu. Su perisinin, annesinin parıltılı evinde gördüklerini şarkılarla anlatmaya devam etti. Ama bu sırada, o şarkı söylerken zihni başka şeylerle meşguldü. Şarkısı bitince Hermes mağarasından geceye süzülen bir hırsız gibi çıkıp hilekâr işine koyuldu.

 

Güneş Tanrısı, arabasıyla göğün yokuşunu hızla inerken ve atlarını okyanus akıntısına doğru ağır ağır sürerken, Hermes, Pieria’nın gölgeli tepeliklerine, tanrıların hayvanlarının beslendiği geniş otlaklara geldi. Orada sürüden elli hayvanı aldı ve Kyllenian tepesine götürmeye hazırlandı. Ama önünde uçsuz bucaksız kum çölleri uzanıyordu. Sürünün izleri hırsızlığını ele vermesin diye, hayvanları eğri büğrü yollardan dolaştırdı ve sonunda Hermes’in onları çaldığı yere gidiyormuş gibi göründüler. Kendi ayak izlerinin de onu ele vermemesi için çok özen gösterdi. Üzerindeki yapraklarla birlikte kıvrılmış ılgın ve mersin dallarından kendine alelacele bir sandalet yaptı ve Pieria’dan hızla uzaklaştı. Onu tek bir kişi gördü. Onchêtos’un güneşli düzlüklerindeki üzüm bağında çalışan ihtiyar bir adam. Hermes hemen yanına gidip, “İhtiyar, bu kökler meyveye durduğunda bir sürü şarabın olacak. Bu arada büzülmüş omuzlarının üzerindeki başın akıllı olsun ve gereğinden fazlasını hatırlamasın,” dedi adama.

Karanlık tepelerin üzerinde, derin vadilerin içinde, çiçekli düzlükler boyunca hızla ilerleyen çocuk Hermes, sürüsünü önüne katmıştı. Gece parladı ve söndü; ay, gökteki saat kulesine tırmandı ve Hermes, sabahın ilk ışıklarıyla büyük Alpheian nehrinin kıyılarına vardı. Orada sürüsü otlaklarda beslendi. O da odun topladı, iki çubuğunu birbirine sürterek insanoğullarının yaşadığı yeryüzünde parlayan ilk alevi tutuşturdu. Duman gökyüzüne ulaşıp altındaki alev şiddetle çatırdarken Hermes sürüsünden iki hayvan getirdi, onları sırtüstü yatırıp ikisinin de canını aldı. Derilerini sert bir kayanın üzerine koydu, etlerini kesip on iki parçaya ayırdı. Böylece Hermes, insanoğullarının ölümsüz tanrılara sunacağı adakları düzenleme hakkını kazandı. Ama açlıktan midesi kazınsa da ağzına ne bir parça et ne de yağ sürdü. Kemikleri ateşte yaktıktan sonra ılgın ağacından sandaletlerini de Alpheios’un hızlı akıntısına attı. Ardından ateşi söndürdü ve külleri tüm kudretiyle çiğnedi, ta ki solgun ay gökyüzünde yeniden yükselene kadar. Sonra Kyllenian'a doğru hızla yol aldı. Ne bir tanrı ne de bir insan gördü onu ilerlerken. Köpekler bile havlamadı. Sabahın ilk ışıklarıyla annesinin mağarasına vardı ve bir yaz esintisi gibi usulca anahtar deliğinden içeri girdi. Küçük ayakları taş zeminde hiç ses çıkarmadan beşiğine ulaşana dek ilerledi. Beşiğine varıp uzandı. Sol elini bir bebek gibi çarşafların arasında oynatırken sağ eliyle çarşafların altındaki kaplumbağa-lirini tutuyordu.

Ama ne kadar kurnaz olursa olsun annesini kandıramadı. Annesi, Hermes’in beşiğine geldi ve “Gecenin karanlığında nerelerde dolaştın?” dedi. “Hilekâr çocuk, seni bu yaramazlıkların mahvedecek. Leto’nun oğlu birazdan gelip seni götürecek, kolay kolay kurtulamayacağın zincirlere vuracak. Çekil gözümün önünden zavallı çocuk, kutsal tanrıları endişelendirmek, insanoğluna bela olmak için doğmuşsun!”

Hermes nazikçe, “Anne,” dedi, “benimle neden fani bir bebekmişim, her şeyden korkan, ufacık bir kaş çatışa ağlayacak bir zavallıymışım gibi konuşuyorsun? İkimiz için de neyin iyi olduğunu biliyorum. Neden burada, bu virane mağarada kalalım ki? Kalbimizi neşelendirecek ne bir armağan ne de bir şölen var burada. Ben kalmayacağım. Tanrılarla ziyafet çekmek, içinde uğuldayan rüzgârların estiği bir mağarada yaşamaktan daha güzel. Apollon’a karşı şansımı deneyeceğim, çünkü onunla denk olduğumu düşünüyorum. Eğer o bana katlanmazsa ve babam Zeus davamı sahiplenmezse, kendi başıma ne yapabileceğime bakacağım. Pytho’daki tapınağına gidip oradaki ayaklıkları ve kazanları, demir aletleri ve parıltılı kıyafetleri çalacağım. Olimpos’ta saygınlık kazanamasam da hiç değilse hırsızların prensi olabilirim.”

Onlar böyle konuşurken Eos, okyanusun derinlerindeki akıntının içinde doğruldu ve yumuşak ışığı gökyüzünde parladı. Apollon aceleyle Onchestos’a ve Poseidon’un kutsal korusuna gitti. İhtiyar adam bağında çalışıyordu. Phoebus aceleyle ona doğru ilerledi ve “Bağcı dostum, Pieria’dan ineklerimi bulmaya geldim. İçlerinden ellisi kaçırıldı ve onları koruyan dört köpekle boğa bırakıldı geriye. Söyle bana ihtiyar, yoldan ineklerle birlikte geçen birini gördün mü?” diye sordu. Ama ihtiyar adam, görmüş olabileceklerinin hepsini söylemenin zor olduğunu söyledi. “Bu yoldan pek çok yolcu geçer, kimi kötü niyetlidir, kimi iyi. Hepsini hatırlayamam. Tek bildiğim, dün güneşin doğumundan batımına dek bağımı çapaladım ve sanırım bir sürüyle birlikte geçen bir çocuk gördüm ama emin değilim. Bir bebekti ve elinde bir asa tutuyordu. Tuhaf bir şekilde yolun bir o tarafına bir bu tarafına geçerek yürüyordu.”

Phoebus’un daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu, zira artık, ona bu fenalığı yapanın Zeus’un yeni doğmuş oğlu olduğunu biliyordu. Mor bir pusa sarınarak hızla güzel Pylos’a gitti ve sürünün izini buldu. “Ah Zeus!” diye haykırdı. “Bu gerçekten de bir mucize. Sürünün ayak izlerini gördüm ama sanki hayvanlar çirişotu5 çayırına gidiyor gibiydi, daha ötesine değil. Erkek ya da kadın, kurt, ayı ya da aslan… Hiçbirine ait tek bir iz görmedim. Sadece orada burada tuhaf bir canavarın ayak izleri vardı, yolun iki tarafına rasgele basarak iz bırakmış.” Bunun ardından hızla Kyllenian'ın ağaçlı tepelerine doğru ilerledi ve Maia’nın mağarasının eşiğine dikildi. Tam karşıda çocuk Hermes, korku içinde beşiğindeki çarşafların altına girmişti ve yeni doğmuş bir bebek gibi uyuyordu. Phoebus gözlerini ısrarla mağaranın içinde gezdirdi ve tamamen tanrıların yiyecek ve içecekleriyle dolu, üç gizli kapı açtı. Aralarında aynı zamanda altın, gümüş ve kıyafet de vardı ama hiçbirinde inek yoktu. Phoebus sonunda gözlerini çocuğun üzerine çevirdi ve “Sahtekâr bebek, ineklerim nerede? Eğer hemen söylemezsen aramızda bir savaş çıkacak ve seni kasvetli Tartaros’a6, ne babanın ne de annenin seni geri getirebileceği, hükmünün yalnızca insanların hayaletlerine geçeceği o karanlık diyara yollarım,” dedi. “Ah,” dedi Hermes, “bunlar korkunç sözler gerçekten de. Ama neden benimle böyle konuşuyorsun ve ineklerini burada arıyorsun? Onları ne gördüm ne de duydum ben. Kimse onlardan bahsetmedi bana. Nerede olduklarını söyleyemem ve eğer onları bulma karşılığında bir ödül vaat edildiyse alamam. Benim işim değil bu. Uyumaktan, emmekten ve beşiğimin çarşaflarıyla oynamaktan, ılık suda yıkanmaktan başka ne umurumda olur ki? Dostum, böyle aptalca bir dalaşmayı kimse duymasa iyi olur. Ölümsüz tanrılar, küçük bir bebeğin beşiğinden çıkıp ineklerin peşinde koşması fikrine gülerler. Daha dün doğdum. Ayaklarım yumuşacık, yerse çok sert. Ama seni rahatlatacaksa, babamın başı üzerine yemin ederim ki (bak, oldukça büyük bir yemin bu) bu işi ben yapmadım, ineklerini çalanı da görmedim. Hatta inek nedir, onu bile bilmem.”

Konuşurken sinsi sinsi bir o yana bir bu yana bakıyor, gözlerini kurnazca kırpıştırıyordu. Sanki Phoebus’un sözcükleri onu çok eğlendirmiş gibi uzun, yumuşak bir ıslık sesi çıkardı. “Pekâlâ dostum,” dedi Phoebus Apollon gülümseyerek, “anlıyorum ki birçok eve gireceksin ve peşinden gelenler olacak ve sığır eti düşkünlüğün birçok çobanı ağlatacak. Ama o beşikten in, yoksa bu son uykun olur. Sana vaat edebileceğim tek şeref bu, sonsuza dek hırsızların prensi olarak anılmak.” Phoebus daha fazla yaygara koparmadan bebeği kollarına aldı ama Hermes öyle büyük bir güçle hapşırdı ki adamın elinden düştü. Phoebus ona ciddiyetle, “Bu, ineklerimi bulacağımın işaretidir: yolu göster bana o halde,” dedi. Hermes büyük bir korkuyla doğruldu ve beşiğindeki çarşafları iki kulağına bastırarak “Zalim tanrı, ne yapacaksın bana? O inekler yüzünden beni neden kaygılandırıyorsun? Yeryüzünde hiç inek görmedim ben. Onları ben çalmadım. İnekleri çalanı da görmedim. İnek dediğin de her neyse… İsimlerinden başka hiçbir şey bilmiyorum. Ama dur, aramızdaki tartışmada kararı Zeus vermeli.”

Böylece ikisi, kendi amaçları doğrultusunda konuşup durdular ve akılları daha da karıştı, çünkü Phoebus yalnızca ineklerinin nerede olduğunu öğrenmek istiyor, Hermes ise onu kandırmaya uğraşıyordu. Hızla ve asık bir suratla, bebek önde Phoebus arkada yola düştüler ve Olimpos’un tepesine, kudretli Zeus’un evine vardılar. Zeus yargı tahtında oturmuştu ve tüm ölümsüz tanrılar etrafındaydı. Onların önünde, tam ortada Phoebus ile çocuk Hermes duruyordu. Zeus, “Bugünkü avından iyi bir ganimet getirmişsin Phoebus. Bir günlük bir bebek,” dedi. “Tanrıların karşısına çıkarmak için güzel bir armağan.”

“Baba,” dedi Apollon aceleyle. “Tek yağmacının ben olmadığımı gösterecek bir hikâye anlatacağım. Yorucu bir arama sonunda bu bebeği Kyllenian tepesindeki mağarada buldum ve bu çocuk daha önce ne tanrılar ne insanlar arasında görülmüş türden bir hırsız. Dün akşam çayırdan sürümü çaldı ve hayvanları doğruca Pylos’a, gürültülü denizin kıyısına götürdü. Bıraktığı izler tanrıları da insanları da hayrete düşürür. İneklerin ayak izleri sanki otlaklarımdan uzaklaşıyormuş gibi değil de otlağa doğru gidiyorlarmış gibi. Onun ayak izleriyse sözle anlatılacak gibi değil. Sanki ne ayağıyla ne eliyle yürümüş. Sanki meşe dalları bir anda yürümeye başlamış. Kumlu toprağın üzerinde böyleydi, sonra, kumlar bitince hiç iz kalmadı. Ama ihtiyar bir adam çocuğu, Pylos yolunda hayvanları yürütürken görmüş. Orada sürüyü serbest bırakmış ve annesinin evine gidip koca bir kül yığınının içindeki ufacık bir kıvılcım gibi beşiğine kıvrılmış. Öyle ki bir kartal bile güçlükle seçebilir onu. Onu hırsızlıkla suçladığımda küstahça inkâr etti ve bana inekleri görmediğini, onlardan bahsedildiğini dahi duymadığını, onları bulana bir ödül verilse bile onu alamayacağını söyledi.”

1Gökçeada. (e.n.)
2Limni. (e.n.)
3Sakız Adası. (e.n.)
4Hades’in hükmettiği ölüler diyarı ile yaşayan dünya arasındaki sınırı oluşturan nehir. (ç.n.)
5Cennetteki ölümsüz çiçek. (ç.n.)
6Yeraltında, cehennemin en derin yerlerinde bulunan, Zeus’un kendine isyan edenleri attığı yer. (ç.n.)