Czytaj książkę: «1984»
George Orwell Asıl adı Eric Arthur Blair olan Orwell 25 Haziran 1903 yılında Hindistan’da dünyaya gelmiştir. Aslen İngiliz asıllı olup 20. yüzyılın önemli İngiliz edebiyatçılarındandır. 1945 yılında yazmış olduğu Hayvan Çiftliği ve 1948 yılında yazmış olduğu Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli iki önemli eseriyle ünlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da vefat etmiştir.
Eserleri:
Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)
Burma Günleri (1934)
Papazın Kızı (1935)
Zambak Solmasın (1936)
Wigan İskelesi Yolu (1937)
Katalonya'ya Selam (1938)
Boğulmamak İçin (1939)
Hayvan Çiftliği (Bir Peri Masalı) (1945)
Neden Yazıyorum (1946)
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1948)
Faşizm Kehanetleri (1930-1950)
Kitaplar ve Sigaralar (1938)
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp, Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
1. Binbir Gece Masalları
2. Alaeddin’in Sihirli Lambası
3. Denizci Sinbad
4. Ali Baba ve Kırk Haramiler
5. Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
6. Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery
7. Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery
8. Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
9. Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery
10. Beyaz Diş / Jack London
11. Üç Silahşorler / Alexander Dumas
12. On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne
13. Sokrates’in Savunması / Platon
14. Mutlu Prens / Oscar Wilde
15. Nar Evi / Oscar Wilde
16. Tavşan Peter / Beatrix Potter
17. Kadınlar Alayı / Jack London
18. Hayvan Çiftliği / George Orwell
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Parlak ve soğuk bir nisan gününde saatler on üçü gösteriyordu. Vahşi rüzgârdan biraz olsun kaçınmak için çenesini göğsüne gömen Winston Smith, Zafer Köşklerinin cam kapılarından çabucak sıyrılıvermeyi başarsa da tozla karışık hava akımının içeriye girmesine engel olamadı.
Kaynamış lahana ile kumaş parçalarından yapılma eski paspasların kokusuyla kaplı koridorun en uç kısmına bir iç mekân için fazla büyük olan bir poster asılmıştı. Posterde, bir metreden fazla genişliğe sahip devasa bir yüz tasvir edilmişti. Bu yüz, siyah ve gür bir bıyığa sahip, yüz hatları sert, yakışıklı, kırk beş yaşlarında bir adama aitti. Winston merdivene yöneldi. Asansörü kullanmaya çalışmak beyhude bir çabaydı. En iyi zamanlarda dahi nadiren çalışırdı ve o sırada gündüz saatlerinde olduklarından elektrik kesilmişti. Nefret Haftası hazırlıkları kapsamında gerçekleştirilen tasarruf tedbirlerinden biriydi bu. Bina yedi katlıydı ve sağ ayak bileğinin üst kısmında varis ülseri olan otuz dokuz yaşındaki Winston, yavaş yavaş yürümeye başladı, birkaç kez de dinlenmek için ara verdi. Asansör boşluğunun tam karşısına asılmış posterdeki devasa yüz, yürümeye her ara verdiğinde ona bakıyordu. Kişinin her hareketini gözleriyle takip edecek şekilde çizilmiş bir portreydi bu. Posterin altına da BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR yazılmıştı.
İçeriden duyulan tok ses, pik demiri üretimi ile ilgili bazı rakamları okuyordu. Bu ses, sağ taraftaki duvarın bir kısmını kaplayan ve mat bir aynayı andıran dikdörtgen şeklindeki metal levhadan geliyordu. Winston bir düğmeyi çevirince ses bir miktar azalır gibi olsa da kelimeler hâlâ net bir şekilde duyulabiliyordu. Bu aygıtın (adı tele-ekrandı) sesini azaltmak mümkün olsa da tamamen kapatabilmek söz konusu değildi. Pencereye doğru yürüdü, ufak tefek, narin bir adamdı. Vücudunun zayıflığı Parti üniforması olan mavi iş tulumunda daha bir belli oluyordu. Saç rengi çok açıktı, yüzünde doğal bir pembelik vardı. Derisi ise sert sabun, kör ustura ve yakın zamanda sona eren soğuk kıştan dolayı pürüzlüydü.
Pencere kapalı olduğu hâlde, dış dünya soğuk görünüyordu. Caddedeki küçük rüzgâr girdapları, toz ve kâğıt parçalarını sarmal hâline dönüştürüyordu. Güneş parlak, gökyüzü mavi olduğu hâlde hiçbir yerde renk yok gibiydi. Dört bir tarafa asılmış posterler hariç tabii. Siyah bıyıklı yüz, her bir köşeden gözlerini dikerek bakıyordu herkese. Posterlerden biri de tam evin karşısına asılmıştı. BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR yazıyordu üzerinde. Posterdeki koyu renkli gözler Winston’ın gözlerinin içine dik dik bakıyordu. Aşağı tarafta, caddede bir köşesi yırtılmış poster rüzgârın etkisiyle hareketlendiğinde İNGSOS isimli bir kelimeyi gösteriyordu. Gökyüzünün uzak bir köşesinde çatıların arasına doğru alçalan helikopter, sinek misali bir müddet havada asılı kaldıktan sonra kavisli bir hareketle ok gibi fırlayarak uzaklaşıyordu. Bu helikopter, evlerinin pencerelerinden insanları izleyen devriye polislerine aitti. Ancak devriye polisleri çok da önemli değildi. Asıl önemli olan Düşünce Polisi’ydi.
Bu arada Winston’ın arkasında bulunan tele-ekrandaki ses, pik demiri üretimi ve Dokuzuncu Üç Yıllık Plan’ın beklenenden daha büyük bir başarıyla hayata geçirilmesi ile ilgili bir şeyler gevelemeye devam ediyordu. Tele-ekran aynı anda ses alıp ses yayma özelliğine sahipti. Winston’ın çok alçak bir fısıltıdan daha yüksek olacak şekilde çıkardığı her ses, tele-ekran tarafından algılanabiliyordu. Dahası, metal levhanın görüş alanında olduğu müddetçe sadece duyulmakla kalmıyor aynı zamanda izleniyordu. Herhangi bir anda izlenip izlenmediğini anlamasının imkânı yoktu. Düşünce Polisi’nin herhangi bir hatta ne sıklıkla ya da hangi sistem aracılığıyla dâhil olduğu bir muammaydı. Herkesi her an izliyor olmaları bile ihtimal dâhilindeydi. En nihayetinde istedikleri zaman, istedikleri hatta bağlanabildikleri bilinen bir şeydi. Çıkardığınız her sesin duyulduğu ve karanlık haricinde yaptığınız her hareketin incelendiği varsayımıyla yaşamak zorundaydınız, dahası bu şekilde yaşama alışkanlığı bir içgüdüye dönüşmüştü.
Winston, sırtı tele-ekrana dönük vaziyette durmaya devam etti. Böylesi daha güvenliydi. Gerçi bir sırtın dahi bir şeyler açık edebileceğini çok iyi biliyordu. İş yeri olan Gerçek Bakanlığı, bir kilometre ötede, beyaz rengiyle kale misali yükseliyordu şehrin kasvetli silüetinin üzerine. Karşısındaki manzaranın, Okyanusya’nın en kalabalık üçüncü eyaleti olan Londra olduğunu, belli belirsiz bir hoşnutsuzlukla düşündü. Havaalanı Bir’in1 ana kenti Londra… Londra’nın her zaman böyle olup olmadığını anımsamak istercesine zorladı hafızasını. Kenarları kerestelerle desteklenen, camlarına kartonlardan yama yapılmış, çatılarına demir levhalar yerleştirilmiş, uyumsuz bahçe duvarları dört bir yana sarkan on dokuzuncu yüzyıldan kalma çürümüş evler silsilesiyle mi doluydu eskiden de? Peki ya sıva tozlarının havada uçuştuğu ve enkazların üzerlerini yakı otlarının kapladığı bombalanmış yerler de var mıydı acaba? Bombaların daha geniş bir alan açtığı yerlere dikilen tavuk kümesine benzeyen çirkin ahşap evler de var mıydı? Ancak bu çabası boşu boşunaydı çünkü hatırlayamıyordu. Çocukluğuna dair anımsayabildikleri havada asılıymış gibi duran bir dizi parlak tablodan ibaretti. Bunların çoğunu da anlamlandırmak mümkün değildi.
Gerçek Bakanlığı, -Yenikonuş’ta2 Gerbak- görünürdeki herhangi bir nesneden şaşırtıcı bir şekilde farklıydı. Devasa bir piramit şeklindeki bu yapının beyaz betonu parlıyordu ve üç yüz metre yüksekliğiyle gökyüzüne uzanıyordu. Winston, yapının beyaz yüzeyine yazılmış Parti’nin üç sloganını bulunduğu yerden okuyabiliyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Söylenildiğine göre Gerçek Bakanlığı’nın zemin seviyesinin üzerindeki üç bin odasının altında da kolları vardı. Benzer görüntü ve ölçülerde üç bina Londra’nın çeşitli yerlerine serpiştirilmişti. Bu da bu binaların civardaki tüm mimariyi gölgede bırakması anlamına geliyordu. Zafer Köşklerinin çatısından bu binaların dördünü de aynı anda görmek mümkündü. Bu binalar, Devlet aygıtının tamamını oluşturan dört bakanlığa ev sahipliği yapıyordu. Gerçek Bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgiliydi. Savaş, Barış Bakanlığı’nın sorumluluğundaydı. Sevgi Bakanlığı’nın alanı, kanun ve nizamken Bolluk Bakanlığı, ekonomik meseleleri yönetmeye yetkiliydi. Bu bakanlıkların Yenikonuş’taki isimleri şu şekildeydi: Ger-bak, Barbak, Sevbak ve Bolbak.
Asıl ürkütücü olan Sevgi Bakanlığı’ydı. Binasında pencere namına bir şey yoktu. Winston, Sevgi Bakanlığı’ndan içeri adımını atmamış, yarım kilometre yakınında bile bulunmamıştı. Resmî bir iş dışında, bu bakanlığa girmek imkânsızdı. Öyle bir durumda dahi birbirine dolanmış dikenli tellerden oluşan bir labirentten, çelik kapılardan ve gizlenmiş makineli tüfek yuvalarından geçmek gerekiyordu. Bakanlığın dış bariyerlerine çıkan sokaklar bile goril suratlı, siyah üniformalı, coplu muhafızlarla doluydu.
Winston aniden döndü. Tele-ekrana dönükken yüzde bulunması tavsiye edilen sessiz iyimserlik ifadesini suratına yerleştirmişti. Odadan geçti ve küçük mutfağa girdi. Bakanlık’tan bu saatte ayrılarak kantinde yiyebileceği öğle yemeğini feda etmek zorunda kalmıştı. Mutfağında ise ertesi sabah kahvaltı için ayırmak zorunda olduğu koyu renkli bir ekmek parçası dışında hiçbir şey olmadığının farkındaydı. Üzerinde sade beyaz renkli bir etiketle ZAFER CİNİ yazan renksiz bir sıvıyı raftan indirdi. Mide bulandıran ağır kokusu, Çinlilerin pirinç ruhunu andırıyordu. Winston bir çay fincanı kadar koydu ve yaşayacağı şoka kendini hazırladıktan sonra ilaç yutar misali tek bir yudumla içti.
Yüzü o saniye kızardı ve gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Bu madde kezzap gibiydi. Üstelik tek bir yudumda içmek, ense köküne plastik bir sopayla darbe almaya benziyordu. Ancak bir sonraki an midesindeki yanma yatıştı ve dünya daha neşeli bir yer gibi görünmeye başladı. ZAFER SİGARALARI markasını taşıyan buruşuk paketten çıkardığı sigarayı dikkatsizce dik tutunca içindeki tütün yere döküldü. Bir sonraki sigarasını başarıyla alabilmişti. Bir kez daha oturma odasına döndü ve tele-ekranın solunda duran küçük bir masaya oturdu. Masanın çekmecesinden bir kalemlik, bir şişe mürekkep ve arka kapağı kırmızı ön kapağı mermer desenli kalın, boş bir defter çıkardı.
Oturma odasındaki tele-ekran, nedense tuhaf bir konumdaydı. Normalde olduğu gibi tüm odaya hâkim olacak şekilde duvarın dibine yerleştirilmektense pencerenin karşısındaki daha uzun duvara yerleştirilmişti. Tele-ekranın bir tarafında Winston’ın o sırada oturmakta olduğu sığ bir girinti vardı. Burası bina inşa edilirken muhtemelen kitap rafları için dizayn edilmişti. Winston, bu girintiye sırtını iyice dayayarak oturduğunda tele-ekranın görüş alanından çıkmış oluyordu. Her ne kadar duyulması hâlâ mümkün olsa da oturduğu konumu koruduğu müddetçe görülmesi söz konusu değildi. O sırada yapmak üzere olduğu şeyi yapması için kendisini teşvik eden şeylerden biri de odanın olağan dışı yerleşimiydi. Onu buna teşvik eden diğer şey ise çekmeceden henüz çıkarmış olduğu defterdi. Bu, tuhaf denecek güzelliğe sahip bir defterdi. Yılların biraz sararttığı pürüzsüz kremsi kâğıdı, en az kırk yıldır üretilmeyen bir çeşitti. Ancak defterin çok daha eski olduğunu tahmin ediyordu. Bu defteri şehrin kenar semtlerinden birinde -hangi semt olduğunu hatırlayamıyordu- pis bir eskici dükkânının vitrininde görmüş, görür görmez ona sahip olmak için karşı konulamaz bir istek duymuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkânlara -buna “serbest pazar alışverişi” deniliyordu- girmemesi gerekiyordu ancak bu kural, sıkı bir şekilde uygulanmıyordu. Bunun sebebiyse ayakkabı bağcığı ya da tıraş bıçağı gibi bazı şeyleri başka türlü elde etme imkânı olmamasıydı. Caddenin yukarısına ve aşağısına çabucak baktıktan sonra içeriye sıvışmış, iki buçuk dolar karşılığında defteri satın almıştı. O sırada defteri almak için bilinçli bir sebebi yoktu. Defteri evrak çantasında evine götürürken suçluluk duyuyordu. İçinde hiçbir şey yazılı olmasa da defter sahip olunması tehlikeli bir şeydi.
O sırada yapmak üzere olduğu şey günlük tutmaktı. Bu yasa dışı değildi aslında. (Hiçbir şey yasa dışı değildi çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.) Ancak yakalanması hâlinde idamla ya da yirmi beş yıl çalışma kampında cezalandırılması söz konusuydu. Winston, dolma kalemine uç taktı ve yağını almak için emdi. Kalem, arkaik bir araçtı ve imzalar için nadiren kullanılırdı. Bu kalemi gizlice ve güç bela bulabilmişti. Kalemi edinmesinin sebebi ise kremsi güzel kâğıdın mürekkep kalem ile çizilmek yerine, gerçek bir dolma kalemi hak ediyor olmasıydı. Aslında eliyle yazı yazmaya alışkın değildi. Kısa notlar dışında her şey genelde Konuşyaz ile dikte edilirdi ve bu aleti o anki amacı için kullanması hâliyle imkânsızdı. Kalemi mürekkebe batırdı ve birkaç saniyeliğine tereddüt etti. İçinden bir ürperti geçti. Bir kâğıda yazmak kati bir eylemdi çünkü. Biçimsiz harflerle şunları yazdı:
4 Nisan 1984.
Geriye yaslandı. Üzerine müthiş bir çaresizlik hissi çökmüştü. Öncelikle o yılın 1984 olduğundan emin değildi. İçinde bulundukları yıl, bu civarlardaydı. Çünkü otuz dokuz yaşında olduğundan emindi ve 1944 ya da 1945 yılında doğduğunu tahmin ediyordu. Ancak o günlerde bir iki yıllık tarihleri kesin olarak bilmek asla mümkün değildi.
Aniden bu günlüğü kim için yazdığını merak etti. Gelecek için, doğmamış olanlar için. Sayfanın üzerindeki şüpheli tarih, zihninin bir an için gelgitler yaşamasına sebep oldu. Sonra Yenikonuş’taki ÇİFTDÜŞÜN kelimesinin engeline takılarak kendine geldi. Üstlendiği şeyin büyüklüğünü ilk kez idrak ediyordu. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi ki? Doğası gereği imkânsızdı bu. Gelecek ya o ana benzeyecekti -ki bu durumda kendisini dinlemezdi- ya da o zamankinden farklı olacaktı ki bu durumda yaşayacağı zorluğun bir anlamı olmayacaktı.
Bir müddet kâğıda aptal aptal bakarak öylece durdu. Tele-ekran cızırtılı askerî müzik çalmaya başlamıştı. Sadece kendini ifade etme gücünü kaybetmiş gibi görünmüyordu, asıl söylemek istediğini unutmuş olması da tuhaftı. Haftalar boyunca bu an için hazırlamıştı kendini ve bunu yapabilmek için cesaret dışında şeylere de ihtiyaç duyabileceği aklından bile geçmemişti. Asıl yazma kısmı kolaydı. Tek yapması gereken yıllardır zihninde aralıksız süregelen huzursuz monoloğu kâğıda geçirmekti. Ancak o sırada monolog dahi yok olmuş gibiydi. Dahası, varis ülseri dayanılmaz bir kaşıntıya sebep olmuştu. Kaşımaya cesaret edemedi çünkü ne zaman kaşısa iltihap kapıyordu. Zaman geçiyordu. Ancak önündeki kâğıdın boşluğundan, ayak bileğinin üzerindeki derinin kaşıntısından, müziğin kulak tırmalayan gürültüsünden ve cinin sebep olduğu çakırkeyiflikten başka hiçbir şeyin bilincinde değildi.
Aniden panikleyerek yazmaya başladı. Ne yazdığının pek de farkında değildi. Çocuksu el yazısı kâğıdın üzerinde dağınık bir şekilde önce büyük harfleri sonra noktalama işaretlerini ihmal ederek ilerliyordu:
4 Nisan 1984. Dün gece sinema. Hepsi savaş filmi. Akdeniz’in bir yerindeki mültecilerle dolu geminin bombalandığı film çok iyi. Helikopterin kovaladığı koca, şişko bir adamın yüzerek kaçmaya çalıştığı sırada vurulması izleyicileri etkiledi. Önce suda mutur 3 gibi debelendiğini görüyorsunuz sonra helikopterdeki nişan dürbününden görüyorsunuz. Sonra delik deşik oldu ve etrafındaki su pembe bir renk aldı. Sanki içindeki deliklerden su alıyormuşçasına çabucak battı. Batarken izleyiciler, kahkahalarla güldüler. sonra çocuklarla dolu bir cankurtaran sandalının üzerinde helikopterin uçuştuğu görüldü. muhtemelen yahudi olan bir kadın kayığın ön kısmında kucağındaki üç yaşlarında küçük bir çocukla duruyordu. küçük çocuk korkudan çığlıklar atıyor ve başını kadının göğsüne gömmeye çalışarak saklanıyordu ve kadın kollarını çocuğa dolayarak onu sakinleştirmeye çalıştı hâlbuki kendisi de korkudan mosmor olmuştu, tüm bu süre boyunca çocuğun üzerini mümkün olduğunca kapatmaya çalışıyordu. sanki kollarının çocuğu mermilerden kurtarabileceğini sanıyor gibiydi. sonra helikopter yirmi kiloluk bir bombayı bırakınca dehşet bir parlama oldu ve sonra kayık kibrit misali alev aldı. sonra bir çocuğun kolunun fırlayıp havaya kadar yükseldiği müthiş bir çekim vardı muhtemelen içinde kamera olan bir helikopter gerçekleştirmiştir bu çekimi ve partililerin koltuklarından büyük alkış duyuldu ve sonra proleter bölümünden bir kadın aniden ortalığı velveleye verip bağırmaya başladı ve böyle bir şeyi çocukların yanında göstermemeleri gerektiğini söyledi bunları çocuklara göstermeye hakları olmadığını söyledi sonra polis onu dışarı onu dışarı attı ona bir şey olduğunu zannetmiyorum işçilerin ne dediğini kimse umursamaz tipik işçi davranışı onlar hiçbir zaman…
Winston yazmayı bıraktı, bunun sebeplerinden biri de kramp girmesiydi. Böylesi bir saçmalıklar selini kâğıda dökmesine neyin sebep olduğunu bilmiyordu. Ancak tuhaf olan şey, bunu yaparken oldukça farklı bir hatıranın zihninde netleşmiş olmasıydı, öyle ki bunu yazacak noktaya gelmişti. Aniden eve gelip günlüğüne bugün başlamaya karar vermesini sağlayan diğer olayı, o sırada anlamıştı. O olay, o sabah Bakanlık’ta yaşanmıştı. Tabii bu kadar muğlak bir şeye “olay” demek ayrı bir tartışma konusu. Saat neredeyse on birdi ve Winston, çalıştığı Kayıt Bölümü’ndeydi. İki Dakikalık Nefret’e hazırlanmak için bölmelerindeki sandalyelerini sürükleyip salonun ortasında büyük tele-ekranın karşısında kümeleniyorlardı. Winston, orta sıralardan birinde yerini alırken simaen tanıdığı ancak hiç konuşmadığı iki kişi, hiç beklenmedik bir şekilde odaya girdi. Onlardan biri, Winston’ın koridordan geçerken sık sık karşılaştığı bir kızdı. İsmini bilmiyor olsa da Kurgu Bölümü’nde çalıştığını biliyordu. Muhtemelen de roman yazma makinelerinden birinde mekanik bir iş yapıyordu. Bu sonuca, zaman zaman kızın ellerini yağlı hâlde gördüğü için varmıştı. Arada bir de İngiliz anahtarı taşıyordu. Öz güvenli bir görünüşe sahip, yirmi yedi yaşlarında gür saçlı, çilli, çevik ve atletik hareketleri olan bir kızdı. Seks Karşıtı Gençler Birliği’nin sembolü olan kırmızı ve ince bir kuşak takıyordu. Kuşağını, iş tulumunun etrafına birkaç kez sıkıca doladığı için şekilli kalçaları belli oluyordu. Winston, kızı gördüğü ilk andan itibaren ondan rahatsız olmuştu. Bunun sebebini ise iyi biliyordu. Çünkü kız, hokey sahalarının, soğuk banyoların ve toplulukla yapılan yürüyüşlerin kısacası berrak bir zihnin belirtilerini üzerinde taşımayı başarmıştı. Hemen hemen tüm kadınlardan rahatsız olurdu. Özellikle de genç ve güzel olanlarından. Parti’ye körü körüne bir yobazlıkla bağlı olanlar hep kadınlardı. Bilhassa genç kadınlar… Sloganları yalayıp yutanlar, amatör casuslar ve açık görüşlüleri ispiyonlayanlar, çoğunlukla kadınlardı. Ancak bu kız, hepsinden daha tehlikeli olduğu izlenimini vermişti. Koridorda karşılaştıkları zamanlardan birinde Winston’a içini kapkara bir dehşetle dolduran bakış atmıştı. Bu kızın Düşünce Polisi’nin bir ajanı olabileceği fikri dahi gelmişti aklına. Yine de bu çok olası değildi. Buna rağmen kız, ne zaman yakınlarında olsa korku ve düşmanlıkla karışık tuhaf bir huzursuzluk hissine kapılıyordu.
Diğer kişi ise O’Brien isimli İç Parti üyesi bir adamdı. Winston’ın ne olduğu hakkında pek bir fikir sahibi olamayacağı kadar önemli ve çok uzak bir görevi vardı. Siyah tulumlu bir İç Parti mensubunun yaklaşması, sandalyelerin etrafındaki insanların bir an için sessizliğe gömülmelerine sebep oldu. O’Brien iri yarı, yapılı bir adamdı. Boynu kalın, yüzü ise iri, gülünç ve haşindi. Ürkütücü görünüşüne rağmen davranışlarında etkileyici bir hava vardı. Gözlüklerini sık sık düzeltme huyu, sebebi anlaşılamayan tuhaf bir dinginlik ve kibarlık havası katıyordu. Bu hareketi on sekizinci yüzyıla ait bir asilzadenin enfiye kutusunu ikram etmesini çağrıştıran bir hareketti. Tabii eğer hâlâ bu kavramlarla düşünen biri kaldıysa… Winston, bu kadar yılda, O’Brien’ı olsa olsa on kez görmüştü. Ona kendini çok yakın hissediyordu. Bunun sebebi ise medeni davranışları ile dövüşçü fiziği arasındaki tezatın yarattığı çekicilik değildi sadece. Asıl sebebi, O’Brien’ın siyasi tutuculuğunun mükemmel olmadığına dair içinde barındırdığı gizli inancı, daha doğrusu ümidiydi. Yüzündeki bir detay, karşı koyamayacağı bir şekilde bu duruma işaret ediyordu. Yine de yüzündeki ifade açık fikirlilikten değil, zekâdan kaynaklanıyor olabilirdi. Her hâlükârda görünüşü, tele-ekranı aldatıp yalnız yakalamayı başardığınızda, konuşabileceğiniz biri olduğunu düşündürüyordu. Winston, bu tahminlerini teyit edebilecek en ufak bir harekette bulunmadı. Zaten bunu yapabileceği bir yol da yoktu. O sırada Winston kol saatine bakıyordu. Saatin neredeyse on bir olduğunu gördüğünden İki Dakikalık Nefret seansı bitinceye kadar Kayıtlar Bölümü’nde olma kararı almıştı muhtemelen. Winston’la aynı hizada, yakınlarda bir yere oturdu. Winston’ın bölmesinin yanındaki bölmede çalışan, açık kahverengi saçlı kadın oturuyordu aralarında. Siyah saçlı kız ise hemen arkalarındaydı.
Çok kısa bir süre sonra iğrenç, gıcırtılı bir ses, âdeta patlarcasına gelmeye başladı odanın ucundaki büyük tele-ekrandan. Devasa bir makine, yağlanmamış vaziyette çalışıyor gibiydi. İnsanın içini ürperten, tüylerini diken diken eden bir gürültüydü bu. Nefret başlamıştı.
Halkın düşmanı olan Emmanuel Goldstein’ın yüzü, çoğu zaman olduğu gibi ekranda parlamaya başladı. Bazı izleyiciler yuhalamaya başladılar. Kahverengi saçlı ufak tefek kadın, korku ve tiksintiyle karışık bir inleme sesi çıkardı. Goldstein, uzun zaman önce -ne kadar uzun zaman önce olduğunu kimse hatırlamıyordu- Parti’nin önemli liderlerinden biri olan ancak daha sonra yolundan dönmüş kalleşin tekiydi. Büyük Birader’le neredeyse aynı seviyede olan bir liderdi hem de. Daha sonra karşı devrim faaliyetlerinde bulunmaya başlamış ve ölüm cezasına çarptırılmıştı. Gizemli bir şekilde kaçıp ortadan kaybolmanın yolunu bulmuştu. İki Dakikalık Nefret seansının programları her gün değişse de Goldstein’ın başrolünü oynamadığı bir seans hiç olmamıştı. Kendisi baş haindi ve Parti’nin saflığını bozan ilk kişiydi. Ondan sonra Parti’ye karşı işlenen tüm suçlar, sabotaj faaliyetleri, döneklikler ve sapkınlıklar hep onun öğretilerinden doğan şeylerdi. Nasıl oluyorsa hâlâ hayattaydı ve entrika çevirmeye devam ediyordu. Belki de denizin ötesinde bir yerlerde, yabancı efendilerinden maaş alıyor, onların himayesinde korunuyordu. Belki de sık sık dedikoduları yapıldığı üzere, Okyanusya’da bir yerlerde saklanıyordu.
Winston’ın göğsü sıkışmaya başladı. Goldstein’ın yüzüne acı veren karmakarışık duygular olmadan bakamıyordu. Cılız bir Yahudi’nin suratıydı bu. Kabarık beyaz saçları ve küçük bir keçisakalı vardı. Bu yüz, zeki bir yüz olsa da nefret edilesi bir tarafı vardı. Uzun ince burnunun ucuna tüneyen gözlükleriyle bunak bir adamın şapşallığına sahipti. Yüzü, bir koyun yüzü gibiydi, aynı şekilde sesi de koyun sesini andırıyordu. Goldstein her zamanki gibi Parti’nin öğretilerine olan nefretini kusuyordu. Bu nefret hücumu, o kadar abartılı ve sapkındı ki aslını bir çocuk bile anlayabilirdi. Yine de kendisi kadar aklıselim olmayan herhangi birini kandırabileceğine dair huzursuz eden bir ikna gücüne sahipti. Büyük Birader’e hakaretler ediyor, Parti diktatörlüğünü kınıyordu. Avrasya ile derhâl barışılması talebinde bulunuyor, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplanma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyordu. Devrim’e ihanet edildiğini haykırıyordu kendini paralayarak. Çok heceli, bir çeşit parodi olan bu hızlı konuşma, Parti hatipleri tarafından alışılagelmiş bir şekilde gerçekleştiriliyordu. Üstelik Yenikonuş’tan kelimeler de içeriyordu.
İşin aslı, herhangi bir Parti mensubunun günlük hayatta kullandığından çok daha fazla Yenikonuş kelimesi içeriyordu. Goldstein’ın sahte söylevinin gerçekliğinden şüpheye düşecek herhangi bir kimse kalmasın diye tele-ekranda beliren kafasının arkasında, Avrasya ordusunun askerleri uçsuz bucaksız sıralar hâlinde yürüyordu. Sert yüzlerinde ifade olmayan, Asyalı görünüşe sahip adamlardı bunlar. Ekranda bir görünüp bir kayboluyorlardı ve yerlerini onlara tıpatıp benzeyen başka adamlar alıyordu. Askerlerin tekdüze bir ritimle attıkları adımlar, Goldstein’ın meleyen sesinin arka planını oluşturuyordu.
Nefret seansının başlamasının üzerinden otuz saniye bile geçmeden odadaki insanların en az yarısında, kontrol edilemez öfke patlamaları baş gösterdi. Ekranda beliren kendinden memnun, koyunsu yüzle arkasındaki Avrasya ordusunun korkutucu kudretine dayanmak zordu. Ayrıca Goldstein’ın sadece düşüncesi dahi otomatik olarak korku ve öfke uyandırıyordu. Avrasya veya Doğu Asya’dan daha sabit bir nefret nesnesiydi. Ne de olsa Okyanusya, bu iki güçten biriyle savaş hâlindeyse diğeriyle barış hâlindeydi. Tuhaf olan şey ise Goldstein; her ne kadar herkesin nefret ettiği ve iğrendiği biri olsa da toplantılarda, tele-ekranda, gazetelerde, kitaplarda günde bin kez nefretle anılsa da teorileri çürütülüp tuzla buz edilip alay edilse de fikirleri herkes tarafından acınası saçmalıklar silsilesi olarak görülse de tüm bunlara rağmen etkisi azalıyor gibi görünmüyordu. Onun baştan çıkarmalarına hazır ve nazır taze şapşallar her daim mevcuttu. Onun talimatlarıyla hareket eden casuslar ve sabotajcıların Düşünce Polisi tarafından ifşa edilmediği gün yok gibiydi. Gölgeler içinde gizlenen devasa bir ordunun kumandanı, Devlet’i devirmeye kendilerini adamış komploculardan oluşan bir yeraltı örgütünün lideriydi. Bu oluşumun adının Kardeşlik olduğu düşünülüyordu. Ayrıca Goldstein’ın yazarı olduğu tüm sapkınlıkların özeti olan korkunç bir kitaptan bahsediliyordu fısıltılarla. Bu kitap el altından dağıtılıyordu bir yerlere. Bu, başlığı olmayan bir kitaptı. İnsanların kısaca “KİTAP” diye bahsettiği bir kitaptı. Ancak bu tür şeylerden sadece ne idiği belli olmayan dedikodular aracılığıyla haberdar olmak mümkündü. Ne Kardeşlik ne de KİTAP, herhangi bir Parti mensubunun mümkün olduğunca dile getirmediği konulardı.
Nefretin ikinci dakikası bir cinnete dönüştü. İnsanlar zaman zaman yerlerinden fırlıyor ve ekrandan gelen çıldırtıcı meleme sesini bastırmak için avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Açık kahverengi saçlı, ufak tefek kadın, kıpkırmızı olmuştu. Karaya vurmuş balık misali açılıp kapanıyordu ağzı. O’Brien’ın ablak yüzü bile kızarmıştı. Sandalyesinde dimdik oturuyordu. Kuvvetli göğsü, devasa bir dalgaya karşı duruyormuşçasına kabarıp iniyordu. Winston’ın arkasındaki siyah saçlı kız, “Domuz! Domuz! Domuz!” diye bağırıyordu. Aniden kaptığı ağır bir Yenikonuş sözlüğünü ekrana fırlattı. Sözlük Goldstein’ın burnuna değdikten sonra yere düştü. Ses aynı şekilde devam etti. Winston, kendine geldiği anda, diğerleriyle birlikte bağırıp sandalyesinin ayağını tekmelediğini fark etti. İki Dakikalık Nefret’e dair korkunç olan şey, hiç kimsenin rol yapmıyor olmasıydı. Tam tersine, buna dâhil olmaktan kaçınmak mümkün değildi. Nefret’in başladığı ilk otuz saniyeden itibaren kimsenin kendini zorlamasına gerek kalmıyordu. Korku ve intikamdan oluşan iğrenç bir kendinden geçme hâli, öldürme, işkence etme, insanların yüzlerini balyozla dağıtma arzusu, bu kadar insanı elektrik akımına yakalanmışçasına zapt ediyordu. İnsanların yüzünde, istemeseler de korkunç bir ifade beliriyordu. Çıldırmışçasına haykırıyorlardı. Yine de insanların hissettiği bu nefret duygusu, soyut ve hedefsizdi. Bu his, bir nesneden diğerine âdeta bir pürmüz alevi gibi yönlendirilebilirdi. Bu sebepten o sırada Winston’ın nefreti Goldstein’a değil, Büyük Birader’e, Parti’ye ve Düşünce Polisi’ne yönelmişti. İşte böyle zamanlarda kalbi, aşağılanan döneğin yani yalanlar dünyasında doğruluğun ve aklıselimin koruyucusu olan ekrandaki yüzün yanında olurdu. Yine de bir saniye sonra etrafındaki insanlara katılırdı ve Goldstein hakkında söylenen her şey, ona doğru gibi gelirdi. O anlarda Büyük Birader’e karşı duyduğu gizli nefret, bir hayranlığa dönüşürdü. Büyük Birader, yenilmez bir güç, korkusuz bir koruyucu olarak yükselir, âdeta koca bir kaya misali dururdu Asyalı insan yığınlarının karşısında. Goldstein ise tüm yalnızlığı, çaresizliği ve hatta varlığına dair duyulan şüpheye rağmen, sadece sesinin gücüyle dahi tüm medeniyeti yıkabilecek uğursuz bir büyücü gibi gelirdi.
Böyle zamanlarda nefreti, bilinçli bir şekilde başka bir istikamete yönlendirmek bile mümkündü. Winston, kâbus gören bir insanın başını yastıktan zorlayarak kaldırmaya çalışmasına benzer bir hareketle nefretini aniden ekrandaki yüzden uzaklaştırıp arkasında duran koyu saçlı kıza yönlendirmeyi başardı. Kanlı canlı, güzel imgeler geçmeye başladı zihninden. Copla ölümüne darbeler vuruyordu kıza. Onu çıplak bir şekilde, bir kazığa bağlayıp Aziz Sebastian misali oklar fırlatıyordu üzerine. Kıza tecavüz ediyor ve zevke geldiği anda boğazını kesiyordu. O kızdan neden nefret ettiğini, hiç olmadığı kadar iyi biliyordu artık. Ondan genç, güzel ve cinsiyetsiz olduğu için nefret ediyordu. Onunla yatmak istiyordu ancak bunu asla yapamayacaktı. Çünkü tatlı ve insanda koluyla sarma isteği uyandıran esnek beline, iffetin saldırgan bir sembolü olan kızıl bir kuşak bağlamıştı.
Nefret doruk noktasına ulaşmıştı artık. Goldstein’ın sesi gerçek bir koyun melemesine dönüşmüştü. Daha sonra koyunsu yüz, elindeki makineli tabancayla ilerler gibi görünen devasa ve korkunç bir Avrasya askerinin silüeti oldu. Görüntü sanki ekrandan fırlayacak gibiydi. O kadar ki en ön sıradaki insanlar sandalyelerinde geriye doğru çekildiler. Ancak aynı anda saldırgan figürün, Büyük Birader’in siyah saçlı ve siyah bıyıklı güçle dolu gizemli bir sakinliğe sahip yüzüne dönüştüğünü görmek, herkesin rahat bir nefes almasına sebep olmuştu. Büyük Birader’in yüzü ekranın tamamını kaplıyordu. Kimse Büyük Birader’in ne dediğini duymadı. Söyledikleri cesaret verici birkaç kelimeden ibaretti. Savaşın hırgürü arasında söylenen türde sözlerdi bunlar. Bu sözlerin ne olduklarını tek tek anlamak mümkün olmasa da Büyük Birader’in sadece konuşuyor olması dahi güven tazeliyordu. Büyük Birader’in yüzü, daha sonra tekrar kayboldu, Parti’nin üç sloganı büyük ve kalın harflerle ekranda görüldü.
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Ancak Büyük Birader’in yüzü ekranda birkaç saniye daha görünür gibi oldu. İnsanların gözlerinde yarattığı tesir, çok kuvvetliymiş de kolayca silinmiyormuş gibiydi sanki. Açık kahverengi saçlı, ufak tefek kadın önündeki sandalyeden öne doğru eğilerek kollarını açmıştı. Titrek bir mırıltıyla “Kurtarıcım benim!” sözlerine benzeyen bir şeyler söylüyordu. Daha sonra yüzünü ellerinin arasına aldı. Belli ki dua ediyordu.