Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Genç Rahmi’nin Hikâyesi», strona 2

Czcionka:

“Ne kadar kocaman!” diye heyecanla konuştu Tülay. Biraz ilerleyince az ötede, sanki yere gömülü, güzel bir şadırvanla karşılaştılar. Tepesi yıkılmasına rağmen heybetli yüksekliğini hâlâ koruyan gözlem kulesinin üstüne kuşlar karargâh kurmuşlardı. Metin’le Tülay birbirlerine sarılarak, gözlem kulesinin yıkık tepesinde dolanıp duran kuşları izlediler.

“Seni seviyorum!” dedi Tülay fısıltıyla Metin’in kulağına.

“Ben de seni!”

“Babacığım duruşunuzu hiç bozmayın, bu anı belgelemeliyim.”

Sinem, annesiyle babasının fotoğrafını çekerken, Muhammet onları az önce indikleri yüksekçe tepeden dikkatle izliyordu. Sinem durduğu yerden el salladı ona, fakat karşılık alamadı. Yıkılmış binlerce taşın arasında Muhammet’in fotoğrafını çekti. Muhammet o noktada, masmavi gökyüzünün altında, tek başına, ürkütücü bir yalnızlığın terk edilmiş anıtı gibi duruyordu. Çevredeki köylerin görünen en kolay yerleri, bir kalem gibi gökyüzüne uzanan minareleriydi. Etrafa saçılmış iri dikdörtgen taşların görünen yüzleri sünger gibi delik delikti.

“Buraları bir daha göremeyecek oluşumuz, seni hüzünlendiriyor mu?” dedi Metin Tülay’ın iri ela gözlerine bakarak.

“Beni bir süre sonra, hiçbir şeyi bir daha göremeyecek olmam bilemeyeceğin kadar üzüyor. Düşünebiliyor musun, elli yıl sonra kesin olarak hem sen, hem de ben olmayacağız bu dünyada. Bu tür yerlerde insan bunu daha çok duyuyor içinde. Sinem yaşlanmış bir anneanne veya babaanne olarak bizim olmadığımız bir dünyada bir başına kalacak. Bu sence çok dramatik bir durum değil mi? Yeryüzünde sonunun ne olacağını bilen tek canlı olan insanın sesi onun için bu kadar yanık çıkıyor söylenen şarkılarda, şiirlerde, türkülerde. Bu tür yerleri aslında bunun için pek sevmiyorum. Yok oluşun veya bitişin son durakları gibi hep dururlar karşımda. Yan yana devrilmiş yüzü delikli soğuk taşlar bu hâle gelmeden önce burada da dünyanın her yerinde olduğu gibi insanlar birbirini sevdiler, birbirleri ile savaştılar. Güneşin batıdaki yüksek olmayan tepelerin ardına kayıp saklandığı akşam vakitlerinde genç kızlar elleri ve göz bebekleri titreyerek yüzleri güneş yanığı esmer delikanlılara sevgi sözleri söylediler. Sonra alınlarındaki kırışıklıklar çocuklarla birlikte büyüyüp bir bir artınca, o zaman anladılar üstüne bastıkları toprağın onları derinlerine alıp yutmaya hazır olduğunu. Bu sence çok hüzün verici bir durum değil mi?”

Sinem onlardan uzaklaşmıştı. İri taşların arasında gezerken Metin Tülay’ı sessizce dinlemişti. Sonra:

“Önümüzdeki günler yanan bir mum gibi aşağı doğru eriyerek akıyor. Bu erimenin hız kazandığını insan bu yaşlarda daha çok hissediyor. Sabahleyin şiirini okuduğum şair de bu kaygılarla yazmamış mı şiirini? Çok haklısın.” diye konuştu.

“Canımı sıkıyor bu konu, değiştirelim.”

Tülay uysal ama kederli bir sesle konuşmuştu.

“Akşam için ne yemek yapalım?”

“Bilmem. Gidince düşünürüz.” dedi Metin. Sonra:

“Sence her şeyden bir hüzün çıkarmıyor muyuz?”

“Biz bir şey çıkarmıyoruz. Hayatın dokusunda bu var. Onlar gelip takılıyor aklımıza.”

“Boş ver.” diyerek daha fazla konuşmak istemedi Metin.

“Haydi, Sinem’i çağır da gidelim. Çok susadım.”

Küçük bir serçe gibi, yıkılmış iri taşların arasında sekerek gezen Sinem’i dolaştığı yerlerden çekip koparmak kolay olmadı. Babasının yoğun üstelemelerinden sonra arabaya binebildiler. Geldikleri yoldan tozu toprağı birbirine katarak dönmeye başladılar. Sinem iri mavi gözlerini arka camdan dışarı çevirmiş, toz bulutunun içinde küçük bir hayalet gibi koşan Muhammet’e bakıyordu. Ona el salladı. Muhammet, bu defa Sinem’i karşılıksız bırakmadı. Üstü güneşten yanmış ellerinin beyaz içini kuvvetle Sinem’e salladı. Birkaç dakikada kurulan sıcak bir dostluğun kısa öyküsünün sonuna geldiklerini küçücük yüreklerinde iyice hissediyorlardı. O küçücük yüreklerine sığmayan büyük hüzünle birbirlerine baktılar. Muhammet buraya gelen yabancıların bir daha gelmeyeceğini iyi biliyordu. Kızıl kısa saçlı, mavi gözlü kızı bu son görüşüydü. O gittikten sonra belki rüyalarında bir süre birlikte olacaklardı. Daha önce yaşadığı gibi yeni ve onu etkileyen bir başka ziyaretçinin gelmesiyle yenilerle baş edemeyecek olan o eski görüntüler bir bir kenara çekilecek, ama hiçbir zaman kaybolmadan hayallerini zenginleştirecek ve süsleyecekti. Beyaz otomobil toprak yoldan çopur yüzlü asfalt yola çıkınca, küçük Muhammet tozlu yolda artık koşmayı bırakmıştı.

İKİNCİ BÖLÜM

Yavaşça kaybolan karanlığın ardından insana huzur veren sabah serinliği de kaybolmuştu. İlkbahar mevsiminin bir kelebeğin ömrü kadar kısa olduğu bu şehirde Rahmi, ilk yaz ayının boğucu sıcağıyla karşılaşmanın verdiği memnuniyetsizlikle lavaboda yüzünü yıkıyordu. Babası, annesi ile o uyurken sabah namazını kılmak için erkenden evden çıkarak mahalledeki küçük camiye yönelmişti. Şehrin irili ufaklı yollarında, küçüklü büyüklü evlerinde, ağaçlarında, o saatte çoğunlukla uyuyan insanların yüzlerinde ve bütün bunların hepsini sarıp sarmalayan alaca karanlığın içinde sükûnet, sessizlik dahası ulu bir gizem vardı. Halil amca boş sokaklarda camiye doğru yürürken bu gizemli sessizlikten hoşnuttu. Oldukça yaşlı biriyle karşılaşıp selamlaşmıştı. Küçük mahalle camisinde, onun gibi yaşlı, birkaç kişiyle namazını kıldıktan sonra işlediği günahlardan ötürü Tanrı’ya kendisini affetmesi için bol bol yalvarıp yakarmış, sonra küçük manav dükkânının ihtiyaçlarını almak için sebze haline yönelmişti. Rahmi, babasının evde olmadığını bildiğinden rahat davranıyor, tuvalette yüzünü yıkarken sevdiği bir türküyü yüksek sesle söylüyordu:

 
Al eyvana, yatak serdim yumuşak emmioğlu,
Koynuma girdi bir uşak öpmesi yok, sevmesi yok, konuşak.
Ana beni bir çocuğa verdiler
Verdiler de günahıma girdiler.
 

Rahmi, musluktan akan ılık suyu yüzüne çarptıkça ferahlıyordu. Musluğun üstündeki etrafı bronz çerçeveli eski ve küçük aynada, yüzünü seyretti. Görüntüsünden memnun bir tavırla, dalgalı siyah ve gür saçlarını ıslak parmaklarıyla düzeltip yana yatırdı. Sinem’i düşünüyordu. Kızıl kısa saçlarını, iri mavi gözlerini, ince beyaz boynunu, gülüşünü, yürüyüşünü, eteklerini dizlerinin arkasında toplayarak sıraya yumuşakça oturuşunu, tahtaya bir şey yazmak için veya sözlüye kalktığında mahcup tavırlarla konuşmasını aklından bir bir geçirince heyecanlandı. Uzun süredir aynı sınıfı paylaşmalarına rağmen, birbirlerini neredeyse yeni yeni tanıyıp izliyorlardı. Geçen cuma sabahı okula giderken caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânının önünde karşılaşmışlardı. Rahmi, Sinem’e karşı duyduğu ilgiyi, onu karşısında görünce hızlı hızlı çarpan yüreğinden biliyordu. Karşılıklı bir tereddütten sonra, ürkekçe merhabalaşmışlar, sonra biraz ötelerindeki okula birlikte yürüyerek gitmişlerdi. Aşırı heyecandan, pek de anlamlı olmayan, birbiriyle ilgisiz şeyler konuşmuşlardı. Bu bile özellikle Rahmi için çok şeydi. Rahmi düşüncelerinden sıyrılarak tuvaletten çıktı. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı ucundan kulağından, birazcık yiyerek, odasına gitti. Kısa kollu beyaz gömleğini giydi. İp gibi ince koyu lacivert düz kravatını bağladı. “Bu sıcakta da ceket giyilir mi?” diyerek beyaz gömleğinin uçlarını kemerinin içine soktu ve ceketini giydi. Bugün görecekleri derslerin kitaplarını ve defterlerini geceden hazırlamıştı. Tekrar kontrol etti. Son iki ders edebiyattı. O dersin kitap ve defterlerini diğerlerinin arasına koymayı unutmuştu. Odasına dönüp aldı. Elindeki bir deste kitap ve defteri kahvaltı ettiği masanın kenarına bırakarak boynunda gevşekçe duran kravatını sıkılaştırdı. Mutfağın içinde kirli bir aydınlık vardı. Annesi masanın üstündekileri toplamış, muslukta çay bardaklarını yıkıyordu. Onun yaşlı ve kırışmış yüzüne yandan bakarak sordu.

“Anne, kravatım düzgün duruyor mu?”

Yaşlı kadın dönüp ona göz ucuyla baktı:

“Düzgün duruyor oğlum. Her zaman söylüyorum, biraz erken kalk diye. Hep ucu ucuna yetiştiriyorsun.”

Rahmi sanki yorgunmuş gibi bir sesle:

“Anne ne olursun dur! Her gün aynı şeyleri bıkıp usanmadan nasıl söyleyebiliyorsun?”

“Yanlış mı söylüyorum oğlum?”

“Yanlış söylüyorsun demiyorum.”

“E, ne diyorsun öyleyse?” diye sinirli gibi konuştu annesi.

“Doğru söylüyorsun da, bıkıp usanmadan aynı şeyleri nasıl söylediğini hep merak ediyorum.”

“Gevezelik etmeyi bırak da işini çabuk bitir. Bak okula geç kalacaksın yine.” dedikten sonra Rahmi’ye yaptığı uyarıyı kendisi dinlemeyerek konuşmaya devam etti:

“Her sabah bir sürü şey hazırlıyorum, ama boşuna; yiyen kim? Yüzüne bak, bir deri bir kemik kalmışsın! Bunun farkında mısın?”

“Ben hâlimden memnunum.”

“Senin hâlinden memnun olman doğru yaptığını göstermez.”

“Anne siz benden ne istiyorsunuz?”

“Ne isteyebiliriz oğlum, senin iyiliğinden başka?”

“Babam ararsa öğleden sonra İlyas’la birlikte kütüphaneye gideceğiz. Yıl sonu yazılı ve sözlü sınavlarımız var. Ders çalışmamız gerekiyor.”

“Oğlum, ne olursun, babanı üstüme açtırma. Bir de onunla uğraşacak hâlim yok. Okuldan çıkınca dükkâ…”

“Anne, beni deli etmeyin!” diye bağırdı Rahmi. Ardından, “O kadar gelen gidenin arasında nasıl ders çalışırım anne, beni niye anlamıyorsunuz?”

“Bana niye bağırıyorsun?”

Rahmi’ye çıkışan yaşlı kadın sonra bundan vazgeçerek:

“Ona da acı oğlum. Görüyorsun, artık çok yaşlandı. Eskisi gibi genç değil. Geceleri uyurken, dizlerinin ve kollarının ağrısından inim inim inliyor. Ona da yazık oğlum.”

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Rahmi annesinin son söylediklerini dinlemeden kitaplarını aldığı gibi kendisini apartmanın karanlık ve kirli merdivenlerinden dışarı atmıştı. Evde, bir arada, ama pek de konuşmadan, birbirlerini dinleyemeden kopuk kopuk yaşıyorlardı. Rahmi öfkeliydi. “Birbirini anlayamadıktan sonra aynı evi paylaşmak ne ifade eder ki?” diye içinden söylendi. Çıkarken acele ettiği için kalem ve silgisini almayı unutmuştu. Ara sokakta gözleri hâlâ uykulu, kendisi gibi okula geç kalmış birkaç öğrenci hızlı hızlı yürüyordu. Okula geç kaldığını düşünerek, kendi kendine kızdı. Saatini kontrol ederek adımlarını açtı. Ara yolları dolanarak ana caddeye ulaştı. Epeyce ötelerde köşedeki küçük dönerci dükkânına, kaldırımda yürüyen insanların arasından bakınca Sinem’i anımsadı. Hafifçe tebessüm ederek heyecanlandı. Sinem’i düşünmek hoşuna gidiyordu. Uzun cadde, çam ve akasya kokuyordu. Havayı derin derin soluyarak içine çekti. Ferahlamıştı azıcık. Caddeyi ortadan ikiye bölen, yaşlı çam ve akasya ağaçlarının arasından okullarının bol güvercinli, kiremitli çatısını görüyordu. İlk iki ders Kuru Kafa Celal’indi. Çok sert ve acımasız bir adamdı. Orta yaşlı ve kısa boyluydu. Güneş yanığı esmer başında döküle döküle neredeyse hiç saç kalmamıştı. Matematik öğretmeniydi. Dersi bağıra çağıra anlatırken öğrenciler nefeslerini tutarak kendisini izlerlerdi. Çocuklar için onunla göz göze gelmek bir iki yaş birden yaşlanmak gibi bir şeydi. Öğrenciler, Kuru Kafa Celal tahtaya bir şeyler yazmasa bile ürkek bakışlarla duvarda asılı tahtayı izlemeyi sürdürürlerdi. Hele oturduğu masadan kalkıp bir şeyler anlatmak için sıraların arasında dolaşmaya başladığı zaman, öğrenciler yerlerinde daha çok siner, âdeta mum kesilirlerdi. Bazı zamanlar bir şey anlatır veya tahtaya bir şey yazarken birdenbire durur, fakat sonra acelesi varmış gibi kararlı adımlarla sıraların arasından geçerek bir öğrencinin önünde dikilirdi. “Kalk ayağa!” diye sesi duyulunca koca sınıf âdeta taş kesilirdi. Bundan sonrasını kestirmek kolaydı çocuklar için. Biraz sonra tık çıkmayan, sessiz ve dili olmayan sınıfın içinde arka arkaya tokat sesleri patlayarak birbirini takip ederdi. Bu durumu göremeyen öğrenciler başlarını çevirip bakamazlardı bile. Bakanların başlarına ne geldiğini ya yaşamışlar, ya görmüşler ya da sohbetlerde dinlemişlerdi. Rahmi, okula geç kalmanın verdiği endişe ile yolda koşar adım yürürken, kulaklarında hâlâ tazeliğini koruyan annesinin sözlerini düşünüyordu. İlk iki dersin. Kuru Kafa Celal’e ait olduğunu hiç aklına getiremiyordu. Pazartesi olduğu için İstiklal Marşı okunmuş, herkes sınıfa girmişti. Okul kapısının önüne nefes nefese geldiğinde koca bahçenin bomboş olduğunu gördü. Geniş kapıdan içeri girdi. Bahçede yapayalnızdı. Ayak seslerinin az çıkması için çaba sarf ederek ürkek adımlarla yürüyordu. Oldukça uzun, taş binanın ortasındaki birkaç basamağı çıkarak binadan içeri girdi. Tam karşısında da Atatürk köşesi duruyordu. Binadan içeri girmeden, merdivenlerden önce burası görünüyordu. Uzun taş binanın içindeki hafif serinlik yüzüne çarpmıştı. Atatürk köşesinin önünden sola doğru kısa, sağa ise epeyce uzun bir koridor uzanıyordu. Sol taraftaki kısa koridorun başında müdür odası, yanında yardımcılarının odası, öğretmenler odası ve kullandıkları tuvalet vardı. Rahmi o tarafa doğru hiç bakmadan, sağ tarafta sınıfların olduğu uzun koridora girdi. O gün nöbetçi olan öğrenci, sınıfların birinden çıkarak hızla yanından geçti. Uzun koridorun sağ tarafına dört beş metre aralıklarla sınıf kapıları dizilmişti. Onların karşısında, okulun arka bahçesine bakan içi kare taşlarla örülü derin pencereler bulunuyordu. Sabah güneşinin parlak ışıkları arka bahçeden süzülerek pencerelerden içeriye vuruyordu. Her pencerenin önünde havadaki toz zerreciklerini parlatarak yere düşen ışık bulutları vardı. İnce uzun koridorda dışarıdan süzülen ışıkların havada parlattığı, pencere sayısı kadar olan toz bulutlarının içinden geçerek ilerliyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitaplardan birini yere düşürdü. Bomboş olan koridorun duvarlarından yankılanarak çıkan sesten irkildi. Yere düşen kitabını telaşla eğilip aldı. Parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Sınıf kapısının önüne gelince çarpıntısı daha da arttı. Diğer sınıf kapıları gibi bu da kapalıydı. Koyu kahverengi yağlı boyayla boyanmış kapıya kulağını yaklaştırarak içeriyi dinledi. Hiç ses gelmiyordu. Fakat birden Kuru Kafa Celal’in “Herkes kâğıt ve kalemini çıkarsın!” diyen sesini duyunca, olduğu yerde hafifçe titredi. Kuru Kafa Celal habersiz yazılı yapıyordu. Rahmi’nin boğazı kurumuştu. Vücudunun daha çok ısındığını hissetti. “Şimdi yandım!” dedi kendi kendine. Yazılı olacağını bilmese, ders Kuru Kafa Celal’in olduğu için içeri girmeyecekti. Sınıf kapısını zayıfça iki üç kez tıklatarak, kor bir ateşin içine girer gibi kapıyı açarak içeri girdi. Kalabalık sınıfta, Sinem ve diğer kız öğrenciler ön sıralarda oturuyorlardı. Sınıfın içi sıcak ve aydınlıktı. Rahmi sınıfa girdiğinde Berrin ve Gülnur’dan önce yanlarında sıra başında oturan Sinem’le göz göze geldi. Sinem’in iri mavi gözleri ışıltılı, ama yüz hatları kaygılı ve gergindi. Rahmi bunu durduğu yerde hissetti. Bütün sınıf, nefesini tutmuş onu izliyordu. Pencereden içeri vuran aydınlık, büyük bir soğukkanlılıkla oturduğu yerden Rahmi’ye bakan Kuru Kafa Celal’in başının saçsız, çıplak, esmer tepesini parlatıyordu. Rahmi gözlerini Sinem’den alıp yere indirirken biraz sonra başına ne gelebileceğini hesaplar gibiydi. Yıl sonu yazılısı olduğu için hem çok önemliydi hem de Kuru Kafa Celal yazılıya girmeyenlere sıfır verip ayrıca kanaat notunu da düşürüyordu. Rahmi hem Sinem’in, hem de bütün sınıfın önünde küçük düşürüleceğini bile bile içeri girip şansını denemeye karar vermişti.

“Özür dilerim hocam!” dedi Rahmi, sesindeki titremeye engel olmaya çalışarak.

Koca sınıfta çıt çıkmıyordu. Rahmi’nin buğday tenli yanakları al al olmuştu. Berrin, Gülnur’un yanında oturan Sinem’i yandan manalı bakışlarla süzdükten sonra gözlerini Rahmi’ye dikti. Onun kendisini hiç fark etmeden Sinem’e sevgi ve şefkatle bakmasını hazmedemiyordu. Oturduğu yerde huzursuz bir şekilde kıpırdandıktan sonra yanında oturan Gülnur’a azıcık yaslandı. Gülnur, “Üstüme ne yıkılıyorsun?” der gibi Berrin’e hafifçe dönüp baktıysa da düşünceleri Sinem ve Rahmi’yle bir hayli meşgul olan Berrin bunun farkına varmadı. Sinem kaygıyla Rahmi’ye bakmaya devam ediyordu. Fakat Kuru Kafa Celal yerinden kalkıp Rahmi’ye doğru emin ve yavaş adımlarla gidince, kaygılı bakışlarını Rahmi’den alarak önündeki sıranın üstüne düşürdü. Kuru Kafa Celal, Rahmi’nin karşısına gelince durdu. Başı önünde eğik durarak yere bakan Rahmi’yi bir süre tepeden sertçe seyretti. Gür siyah dalgalı saçlarına, ince zayıf yüzüne, kızarmış yanaklarına tek tek baktı. Rahmi de Kuru Kafa Celal’in astarı çektiği için yandan büzüşmüş siyah ceketinin kenarlarını, ütüsü bozuk eski siyah pantolonunu, boyasız ve giyile giyile bir hayli yıpranmış siyah renkli makosen ayakkabısını görüyordu. Sinem korkusundan gözlerini sıranın üstünden kaldıramıyordu. Üzerindeki baskıdan dolayı neredeyse ağlayacak gibiydi. İri mavi gözlerinden sıranın üstüne dökülen bakışları orada ne kadar kazınmış sözcük ve çizik varsa hepsinde tek tek dolaştı. Oturdukları sıranın öbür başında oturan Berrin, ayaklarını sıranın altında oynatınca çıkan sesten irkildi. Az sonra da sınıftaki sessizliği bozan tokat sesleri ile göz pınarlarında biriken yaşlar küçük damlalara dönüşerek bir bir düşüverdi siyah önlüğünün üstüne. Onun ince ve zayıf yüzüne çarpan her tokatla yerinde titriyordu. Rahmi’nin bu çarpmaların etkisiyle kolunun altında tuttuğu kitap ve defterleri, yan tarafına savrulmuştu. Rahmi yediği tokatların etkisi ile yüzünün yandığını hissediyordu. Kulakları kıpkırmızı olmuştu. Başı önünde öylece duruyordu. Kuru Kafa Celal, ellerinde oluşan acı kendisini rahatsız edecek boyutlara gelince ona vurmaktan vazgeçti. Rahmi’nin yüzündeki iğnelenme kanserli bir hücre gibi yayılarak vücudunun en uç noktasına kadar ulaşıyordu. Başında şiddetli bir zonklama vardı. Olağanüstü bir çaba gösterip kendi kendini zorlamasa, içindeki bulantıyı Kuru Kafa Celal’in üstüne boşaltabilirdi. Sınıfın tavanı, etrafındaki bütün nesneler alev alev yanarak çatırdıyor, sonra da üstüne dökülüyordu sanki. Her yanı titriyordu. Bir ara gözlerinden yaş geldiğini düşünerek büyük bir umutsuzluğa kapıldı. Kafasının içinde zonklama hızlanarak artıyordu. İri siyah çekik gözlerinin beyazı kanlanmıştı. Gözlerinin önünden yanaklarına doğru kayan ıslaklığın terli alnından düşen damlalar olduğunu anlayınca her şeye rağmen çok sevindi. Ağlamanın kendisini bütün sınıfın önünde ve Sinem’in karşısında çok küçük düşüreceğini zannediyordu. İçinde yaşananlara hiçbir anlam veremediği, garip ve ürkütücü bir gezegene düşmüş gibiydi. Alev alev yanan gövdesine rağmen keskin bir buz parçasıyla içini parçalıyorlardı sanki. Yan tarafında sınıfın kirli zeminine savrulan kitaplarına baktı. Özellikle “Sinem’le göz göze gelmemeliyim.” diye düşündü. Nokta nokta yanan beyninin içinden nedense terk edilmişlik duygusu fışkırıyordu. Eğilip yerden kitaplarını alırken bu duygu ile birlikte başındaki zonklama da arttı. Kuru Kafa Celal arkasını döndü ve gidip yerine oturdu. Sonra oturduğu yerden önce sert bakışlarla sınıfı süzdü, ardından Rahmi’nin beyazı kanlanmış gözlerine baktı:

“Bundan sonra inşallah benim dersimde geç kalmazsın bir daha.”

Rahmi’nin içindeki öfke artık küçük yüreğine sığmıyordu.

“Derse geç kalmanın hata olduğunu biliyorum. Ama bu yanlış bir şeyse, yalnız sizin dersiniz için değil, bütün dersler için yanlıştır hocam. Derse beş dakika geç kalmanın bedelinin bu kadar ağır olduğunu bilmemek de benim için ayrı bir hata. Tekrar özür dilerim.” dedi keskin bir sesle.

Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Bıraksa içinden kopup gelecek çok söz vardı. Yapmadı. Bütün sınıf gibi Rahmi de söylediği sözlere Kuru Kafa Celal’in nasıl tepki göstereceğini merak ediyordu. Ama onun bir şey demesini beklemeden gidip oturdu yerine. Sinem’in yanından geçerken göz göze gelmişlerdi. Onun yüzüne acıyla baktığını hissetmişti. Rahmi’nin yanında oturan sıra arkadaşı İlyas ikisinden başkasının duyamayacağı fısıltılı bir sesle:

“Canını çok sıkma, bu deliyi artık hepimiz tanıyoruz.”

O da Rahmi’nin bu şekilde örselenmesine çok üzülmüştü. Sınıftaki en iyi arkadaşı Rahmi’ydi.

“Çok iyi söyledin söyleyeceğini.” diyerek onun sözlerini desteklediğini belli etti İlyas.

Rahmi canı çok yandığı için İlyas’ın konuşmalarına karşılık bir şey demedi. Sadece “sağ ol” der gibi başını sallamakla yetindi. Yediği dayağın etkisiyle dağılan saçlarını titreyen parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Kravatı hafifçe yana kaymıştı. Ne kadar umursamaz görünmeye çalışsa da aslında büyük bir ezilmişlik duygusu içindeydi. Kendi kendisiyle “Neden, neden, neden?” diye sayıklar gibi sessizce mırıldanarak konuşuyordu. Koca sınıfın ortasında onca kalabalığa rağmen yapayalnız kalmış gibiydi. Vücudunun yüzeyinden çok, yanan içiydi. Çocukluktan gençliğe çeşitli sıkıntılarla geçmeye çalışan ruhu koca bir yanardağın ağzından içeri düşmüştü sanki. Açık duran pencerelerden, dışarıda oynayan çocukların sesleri geliyordu çınlayan kulaklarına. Sınıf, ortasından büyük bir şakırtıyla kopabilecek çelik halat gibi gergindi. Pencerelerdeki camların alt sırası, dışarı görünmesin diye beyaz yağlı boya ile boyanmıştı. Sıralardan bakıldığı zaman sadece gökyüzü görünüyordu. Rahmi, üstteki boyasız camlardan gökyüzünün mavi derinliklerine baktı. Bir şeylerin, hiç olmazsa baktığı bir şeylerin kendisini birazcık da olsa ferahlatmasını istiyordu. Sinem’in kısa kesilmiş saçlarını arkadan seyredince, aradığının o olduğunu anladı.

“Soru bir.” diyen Kuru Kafa Celal’in sesiyle irkildi.

Bütün öğrenciler defterlerinin ortasından iki sayfa çıkarmış, hazır bekliyorlardı. Rahmi’yi izleyen İlyas defterlerinden kopardığı sayfayı çıkararak onun önüne koydu. Sonra:

“Kalemin var mı? Evde unuttum.” dedi Rahmi ağlamaklı bir sesle.

İlyas yedek kalemlerinden birini ona verdi. Silgisini de ortak kullanabilmeleri için sıranın üstüne, ikisine yakın bir yere koydu. Rahmi yazılı kâğıdının sol üst köşesine adını, soyadını, numarasını, sınıfını yazdı. Kuru Kafa Celal’in bazısını okuduğu, bazısını da tahtaya yazdığı soruları donuk bakışlarla çizgili beyaz kâğıda geçirdi. Beyaz kâğıda yazdığı soruları sadece yazmıştı. Onları okuyup anlayabilecek durumda değildi. Hafızası silinmişti sanki. Önündeki beyaz kâğıda boş bakışlarla dakikalarca baktı. Zil çaldığında Rahmi’nin kâğıdı cevabı yazılmayan sorularla öylece duruyordu. Kitap ve defterlerini alarak İlyas’ın şaşkın bakışları altında hızla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti sınıftan. Sinem de Rahmi’nin gidişini o gün iri mavi gözlerinden hiç eksik olmayacak kaygılı bakışlarla izledi. Yazılı kâğıdını kendi kâğıdı ile birlikte İlyas götürüp verdi Kuru Kafa Celal’e. Rahmi o gün diğer derslere de girmedi. İlkbaharın rutubetli rehavetinden kurtulup hemen her yanını, çevresini saran ağaçsız tepelerini yaz güneşinin acımasız ve kızgın ışıklarına teslim eden şehrin ara sokaklarında amaçsızca dolaşıp durdu. Az da olsa sakinleşmesi için belki birkaç saatin geçmesi gerekti. Azgın öğlen güneşin etkisini biraz azaltıp, şehrin etrafını saran ağaçsız tepelerin arkasına saklanmak için yola koyulunca, Rahmi isteksizce babasının manav dükkânına doğru yöneldi.

Darmowy fragment się skończył.

8,72 zł