Czytaj książkę: «Tataraş»
GÖNLÜNE HİKÂYE DÜŞEN YAZAR: ELMAZ YUNUSOVA
Sevgili Hikâye, bugün, herhangi bir gün değil, “TATARAŞ” adlı bir güzel kitapta yerini aldığın ve bu güzel kitapla gün yüzüne çıktığın gündür. Hoş geldin.
Sevgili hikâye, bir yazarın düş gücünde, mantığında, kurgu dünyasında yer alıp da yazılmasaydın, uykusuz gözlerden sayfalara dökülüp okunur hale gelmeseydin, sönük ışıklarla kayan yıldızlar gibi unutulur giderdin. Zamanla izlerin tamamen örtülür, varlığın bilinmez olurdu. Unutulmayı, istemeden seçmiş olurdun.
İyi ki bu böyle olmadı.
Elmaz Yunusova’nın gönlünde yer bularak yeniden kurgulandın. Adın, yerin, dilin, zamanın belli oldu.Kelimelere, cümlelere karışarak bekledin, zamanı geldi,hikâye olarak yeniden doğdun. Artık kıyamete kadar var olacak, sadece kitap sayfalarında değil, kıymet bilen insanların gönlünde hep yaşayacaksın.
Elmaz Yunusova, Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyelerine katıldı, atölyelerin deneyimli hocalarından dersler aldı. Derslerde yapılan eleştirileri dikkatle dinledi ve değerlendirdi. Hikâye yazmanın kolay olmadığını biliyordu. Daha çok okudu, daha düzenli, daha disiplinli çalıştı. Ödevlerini aksatmadan yaptı. Hastalandığı zamanlar bile çalışmalarına ara vermedi. Kararlı, sıkı, çalışmalarıyla önüne çıkan engelleri bir bir aştı ve sonunda başarıya ulaştı. Şimdi aynı kararlılıkla, hikâye ufkunu genişletmeye, kalemini olgunlaştırıp güçlü kılmaya çalışmaktadır.
Elmaz Yunusova’yı yazma yolculuğundaki gayretinden, edebiyatımıza kazandırdığı bu güzel eserinden dolayı yürekten kutluyorum. Yolu açık olsun, kalemi güçlü kalsın…
Uluslararası Yazarlık Atölyelerimize sağladıkları desteklerinden dolayı TİKA’ya, emeklerinden dolayı AYB Başkanı Yakup Ömeroğlu’ na, Edebiyat Akademisi Başkanı ve benim de değerli hocam Osman Çeviksoy’a ve Atölye Hocamız Nurhan Buhan’a teşekkür ediyorum.
Ataman Kalebozan
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Sekreteri
Hikâye Atölyesi Hocası
ACI HATIRALAR
Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul bahçesinde bir başına dolaşıyordu. Beni görünce koşmaya başladı. Ama nasıl koşuyor felaketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice… Bahçe girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu. Evet, o mutluydu. Ya ben? Beni o zaman nasıl duyğular, nasıl fikirler sızıp geçiyordu? Yıllar geçtikçe bunları hatırlamak zor geliyor.
Sene 1946. Kış. Ben bir galip ordunun askeri olarak, dünyanın yarısını yayan geçip cepheden döndüm. Yol boyu gördüğüm manzaralardan hayli sarsıldım. Savaştan önce gördüğümüz güzel evler, yollar, mektep ve tiyatrolar, hepsi harabeye dönmüşler. Rastladığım insanların yüzünde korku ve ızdırap, etraflarını yalnızlık, fakirlik, sefalet ve bir büyük felâket kaplamıştı.
Evime dönüyordum. Safiye’m beni karşılayacaktı. Pamuk gibi beyaz çehresini bana çevirip gülümseyecekti ve iri, deniz mavisi gözleri ile bana bakacaktı. Başındaki şalın dibinden görünen iki sarışın oynak zülüfleri beni eskisi gibi meftun edecekti. İki çocuğumuzu göstererek; “Bak Süleyman, iki oğlun da sapa sağlamlar. Büyüyorlar. Verdiğim sözü yerine getirdim.” diyecekti. Ama demedi. Ve hiçbir zaman diyemeyecekti.
İki yıl geçti. Bir gün oğlumun günlüğünü buldum. Okudum.
“Mutluydum! Hem de ne kadar! Hem de başım göğe yetecek kadar! Nihayet her şey değişecek ve her şey en iyi şekilde olacak. Ayağımdaki potuklarımdan çıplak parmaklarım neredeyse dürtüp çıkacak. Tabanlarımın da tamamıyla açılması fazla bir zaman almaz. Üstüme hem ceket, hem palto yerine giyip yürüdüğüm yamalı kıyafetimin kolları kısaldı, bedeni dar geliyor. O kadar eskidi ki artık ısıtmıyor. Varlığı yokluğu bir. Üşüyorum. Lâkin şimdi bunlar benim için önemli değil. Akşam, aldığım haberle yere göğe sığamadım. Babam geliyormuş. Onunla görüşme anını öyle bekledim ki, sevincim içime sığmıyor. Sevinmek nasıldır, uzun zaman önce unutmuştum. Savaş, bombalar, vagonlar, açlık, korku, sürgünlük, ölüler, kolu, bacağı olmayan yaralılar, yine açlık, yine sıtma, yine ölüm… Yine öksüzlük. Son yıllarda yaşanan horlukların tümünü anlatmak zor. Ama şimdi bunların hepsi geride kalacak. Eminim.
Babam geliyor.
Ben artık öksüz olmayacağım.
Elbette, geri kalacak çünkü Allah benim gibi bir biçareye lütfeyledi; bir çocuğun kalbinde yaşayan ama gerçekleşmesine ümidi bile kalmayan hayallerindeki arzusunu gerçekleştiriyor. Baba fikri kalbime o kadar sıcak geldi ki! Dünyada kalan tek akrabam, en kıymetlim… Babam… Babam beni buldu! Dualarımı Allah kabul etti. Manasını anlamasam bile, anamın öğrettiği “kulhü” duasının gücüyle oldu. Anam… Fikirlerim karıştı… Döşekte yatan hasta, naçar haldeki anam aklımdan geçti. “Oğlum, oğlum..” diye sayıkladığı, inleyerek yok olup gittiği…
Kalbimdeki sevinç vuruşları hem heyecanlı hem kederli. Babama ben ne diyeceğim şimdi? Anamı, kardeşimi koruyamadım mı, diyeceğim. Onları hayatta tutamadım, gittiler mi, diyeceğim. Her gün bahçe kapısında durup babamı bekliyorum. Günlük bahçe kapısında bekleme nöbetlerimde bedenim çok üşüyor. Soğuktan ellerim ve ayaklarım hissizleşiyor. Parmaklarımı hissedemez hale geliyorum. Sızıdan gözlerimden tane tane gözyaşlarım akıyor ama yine de ayrılmıyorum bahçe kapısından. Ya babam gelir de beni bulamazsa. Yok, o mutlaka bulur beni.”
Anladım ki, çocuklar büyüklerden de ziyade güçlü olabiliyormuş. Oğlum o vakit on bir yaşındaki bir çocuk olduğuna bakmadan, ikimizin adına sevinmiş, bugüne kadar ikimizin yerine sevmiş ve benim huysuzluklarıma karşı merhamet gösterip dayanmış. Oğlum tek başına büyümüş.
Kendimi affedemiyorum. Onu yetimhaneden almak için, mecburiyet duygusunun emri ile gitmiştim. Uzaklarda savaşırken, bir küçücük oğlum, sonra Safiye’m, evim, toprağım her şeyim, her şeyim gitti. Yanlış cepheye gitmişim, yanlış savaşmışım, Ben oralarda savaşırken asıl korumam gerekenleri koruyamamışım. Kazanamadım. Bu savaşta kimse kazanamadı. Acımasız bir kin kalbimi boğuyor, öfke ve aynı zamanda şüpheler akılımı karıştırıyor. Yok oluyorum ve bu yok olup gitmeye razıyım. İstiyorum.
Duygularıma sahip değildim. Ama yine de onu almaya gittim. Otobüsten inerek, okul bahçesinin girişine yaklaştım. Etrafı sessizlik kaplamıştı. Ne bir insan, ne de bir ses… Sadece ikimiz… Ben ve bir küçük, zayıf, sarı benizli oğlan. Sevinçle bana koşan bir çocuk. Şimdi, suçlu gibi karşımda duruyor. İri mavi gözlerinden damlayan gözyaşlarını siliyor. Epey vakit birbirimize bakıp durduk. Konuşmadık. Sarılmadık. Sonra çekine çekine bana doğru adımlamaya başladı. Ben, ona küsmüş gibi kıpırdamadan durdum. Sonra, adımlarını hızlandırarak, sonra daha da hızlandırarak bana doğru yaklaştı;
“Baba! Babacığım, babacığım!” diye bana sarıldı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Ben yıllardır, yollarda, kaba, acımasız harp şartlarında bulunurken; insani duygulardan yoksunlaşıp yabanileştim mi? Kendi çocuğumu, hayatta kalan yegâne canımdan, kanımdan parçam olan çocuğumu nasıl kucaklayacağımı, nasıl okşayacağımı, bilemedim. Ona ne diye hitap edecektim? Nasıl yakınlık gösterecektim? Bilemedim. O, belime iki kolunu da sımsıkı dolayıp ağlarken ben kollarım iki yanımda öylece durdum. Kendi acizliğimi hissettim. Sonra yavaş yavaş ellerimi omuzları üzerine koydum. O ise, bir daha bırakma beni der gibi, daha ziyade sıkarak, kucaklayıp sarılarak ağlamaya devam etti.
Gün bitmek üzereydi. Hava değişti.
Üzerimize ve etrafa iri iri kar taneleri inmeye başladı. Çamurlu yol, görümsüz manzaralı nazik karın beyazlığıyla ağararak güzelleşti. Kendi sıfatıyla, bana göz kırpıyormuş gibi geldi.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
MÜKÂFAT
Simsiyah bulutlar gökyüzünü kapladı. Ağırlığından adeta yer yüzüne çökecekmiş gibi geliyordu ama çökmediler. Çökmediler de birden şu mahsum, suçsuz insanların başına yetmediler. Yağmur inceden çiseliyordu. Şübheli, bilinmeyen ve korkunç dolu beklentilerine daha fazla dehşetli duyğuları katıyordu. Yakın geçmişte almanlar yahudileri, partizanları bu yere getirip kurşuna dizmişlerdi. Aradan pek çok zaman geçmedi. Bu hatıralar köylülerin aklından silinmediğinden çoğu sağ kalacağına inanmıyordu. Şayet siz korkunun en güçlü derecesini hissetmek isteseydiniz, burada kendi evlâtlarını kucaklamış halde sessizce ağlayan kadınların üzüntü ve acısını aks eden yüzlerini, hayattan ümidi kesilmiş gözlerini görmeliydiniz. Kaderin eline teslim olan ihtiyarların keder ve çaresizliğinden şaşırmış, aciz halde bir tek Rabbinden imdat bekleyerek dua edişlerni izlemeliydiniz. Onların etrafını tüfekli askerler sarmış. Biçareleri korkuttukları yetmediği gibi yanlarında kocaman köpekleri havlatıyorlardı. Cellatların önünde infazını bekleyen mahküm gibi, zavallıların gözleri bir birleriyle sessizce vedalaşıyordu. İşte, burası tam bir kâbus meydanıydı.
***
Bir gün önce Bağışın hizmet ettiği askeri birlik Tahıl Camanak yanından geçen yoldan Akyar’a gidiyormuş. Geçici olarak yol yakınlarında kalan ailesini bir geceliğine ziyaret etmek için kumandanından izin istemiş. “Sabah saat sekizde Akyar’da olmalısın”, şartı ile izin vermiş. Fırsatı elden kaçırmadan öğleden sonra hiç ümit edilmedik anda o evine geldi.
Bağış yaşı elliye varmış uzun boylu, zayıf gövdeli, omuzları geniş bir adamdı. Saçları sarı ve Beşüylilere has olan iri, gök gibi derin mavi gözlüydü. Göğsünü cephede aldığı madalyaların süslediğinden gururlu ve kendisinden emin bir insan olduğu yürüyüş ve tavrından belli oluyordu.
Bağış küçücük, aydınlık ve temiz bir odaya girdi. İki duvar boyunca setler kurulmuş. Döşenmiş minderlerin üzerine koyu renkli basma kumaştan dikilen kılıflar geçirilmişti. Setin arka tarafına boydan boya aynı renkte samanla doldurulan duvar yastıkları dizilmiş, yastıkların üst kısmına düzenle buruşmayacak bir şekilde bembeyaz kenarları dantelli peşkirler çektirilmişti. Odanın bir kenarındaki duvar dolabının önüne beyaz perde asılmış. Yanında büyük masa ve etrafında dört tane sandalye duruyordu. Karşı köşede ise yerleşen sandığın kapağı üzerinde iki minderle iki tane yorgan pürüzsüz katlanarak, biri birinin üstüne dizilmişti.
Bağış odaya girdiğinde iki yaşındaki oğlu Server aşağıdaki ufak masa yanında oturmuştu. Necibe ise set üstünde dört aylık kızçağızını emziriyordu. Kocasının aniden içeri girmesi onı biraz şaşırtmıştı tabi. Bağış Server’i kuçağına alarak set üzerine Necibenin yanına oturdu.
Akşama Necibe baklalı kesme erişte süzecek ve patatesli çibörek pişirecekti. Sevinci içine sığmıyor, “Hiç olmazca bir güncük ev aşlarından yediririm, bir daha ne vakit gelmeye kısmet olur, bilemeyiz? Yarın gene cepheye gidecek.” diye kendi kendine söyleniyordu. O anda iki askerle bir subay avluya girdiklerini pencereden gördü. Kadının keyfi bozuldu.
“Bütün gün bir yerlerde serseri gibi gezip, akşama gene geldiler hayırsızlar, dedi öfke ve rahatsılığını gizlemeden.
“Kimler?” diye sordu eşi.
“Şunlar.” dedi kadın ve pencereden avluyu kafasıyla işaret etti.
Bağış yerinden kalkarak pencereye baktı. Avluda askeri kıyafetli üç adam duruyordu. Biri yüzbaşı, diğer ikisinin asker oldukları fark ediliyordu.
“Onlar burada ne yapıyorlar?” diye sordu Bağış.
“Bir hafta önce bu eve tayin edilmişler işte, yan taraftaki hanede kalıyorlar. Beğenmedim ben onları. Hususan şu bıyıklı olanı.” diye cevapladı Necibe yüzbaşıyı işaret ederek.
Bağış vaziyeti anlamak için onlarla görüşmek amacıyla dışarı çıktı. Sağ elinin parmak uçlarını şapkasının güneşlik hizasına getirerek:
“Zdraviye jelayu, tovariş kapitan! Leytenant motostrelkovoy diviziyi Seyitcelil Bağış, (Sizi selamlıyorum, yoldaş yüzbaşı! Motorlu tüfek bölümünün teğmeni).” dedi.
Karşılıklı Rysça konuşmaya başladılar.
“Hangi nedenle kendi birliğinizde değil de, buradasınız teğmen?” diye sordu sert bir tavırla yüzbaşı.
“Yoldaş yüzbaşı, kumandanımdan ailemi ziyaret izni aldım. Yarın sabaha kadar.” diyerek cebinden katlanmış kâğıdı çıkarıp uzattı Bağiş. Yüzbaşı kâğıdı okuyunca geri verdi.
“Rahat, teğmen.” diye keyfsiz bir suratla onlara ayrılan eve doğru gitti.
“Öğlen yemek yedinizmi?” diye sordu Bağış dışarıda kalan iki askere.
“Bügün öğlen yemeği yemedik yoldaş teğmen.” diye cevap verdi askerlerin genç olanı.
Bağış eliyle tamam işareti yapıp kendi evine girdi. Necibe konuşulanları duymuştu ve kendilerine yetecek miktardaki yemeklerini dışarıdakilerle paylaşmaya niyeti yoktu. Kocasına kızdı. Gözünün tutmadığı bu suratsız insanlara yemek götürmek de neyin nesiydi şimdi. Ama kocası, komşusu açken karnı tok uyuyan bizden değildir, sözünü hatırlatınca bir parça da dişarıdakiler için ayırdı. Bağış tüm iyi niyetiyle eline iki savut alıp askerlerin yanına gitti. Savutların birinde eritilmiş tereyağı, kokulu baklalı kesme erişte süzmesi, ikincisinde ise bir kaç tane patatesli çibörek vardı.
“Buyurunuz, afiyetle yiyiniz.” diye geri gitmek üzere döndüğünde, yüzbaşı yattığı yerden kalkarak:
“Teğmen oturunuz.” dedi.
İki askerine de “gelin” der gibi kafasıyla işaret etti. Onlar ise kendilerini hiç bekletmeden hemen masa başına oturdular. İkram edilen yemekleri hiç bilmiyorlardı ama yemeklerin hoş kokusı acıkmış midelerini iyice kazımaya başladığı hal ve hareketlerinden belli oluyordu.
“Teğmen, adın ne demiştin?” diye bir kere daha sordu subay acele etmeden.
“Bağış benim adım, bağış Seyitcelil.”diye cevaplandı Bağış.
“Bağış, içecek bir şeyin var mı? Varsa getir beraber içelim.” diye isteksiz bir teklifte bulundu.
“Yoldaş yüzbaşı, yarın erken saatte kalkmalıyım.” diye cevap verdi Bağış.
“Hepimiz erken kalkacağız.” dedi subay tuhaf ve anlaşılmayan ifade ile.
Bağış bu sözleri fazla önemsemedi ve geri döndü.
***
Erkence kalkıp hazırlanan Bağış ağa dışarıda anlaşılmayan bir sesleri ve havlayan köpekleri işitti. Birileri kapıya sert sert vurmaya başladı.
“Ne oldu?” diye Necibe ürkek sesiyle kocasına sordu.
Kapıya sabırsızca ve daha şiddetle vurulmaya başlandı.
“Hadi, çabuk kapıyı açın!” gibi emir sesi işitildi ve kapıya vurma şiddeti gittikçe arttı.
Bağış kapıyı açar açmaz dünkü üniformalı askerler ellerinde tüfeklerle içeriye saldırdılar.
“Hadi toparlanın. Acil ihtiyacınız olacak şeyleri alın, sizler sürgün edileceksiniz.” dedi kaba bir sesle yüzbaşı.
“Siz ne diyorsunuz? Ben Sovyetler Ordusunun askeriyim. Sabah saat sekizde Sevastopol’da olmalıyım. Emiri yerine getirmek zorundayım. Ben hizmet eden birisiyim.” dedi Bağış.
“Askermiş!” dedi subay alay ederek.
“Nasıl hizmet ettiğinizi biliyoruz. Göğsüne madalyaları takınca, gazi olduğunu mu sanıyorsun? Hepiniz hainsiniz.” sözleriyle sesini yükselterek öfke ile bağırdı ve Bağışın göğsündeki madalyayı koparıp yere attı.
Bağışın benzi sarardı. Birden öfkesine sahip çıkamadan, yüzbaşının yakasına yapıştı. Askerlerden birisi Bağış’a karşı tüfeğini doğrulttu.
“Geri çekil.” diye bağırdı.
“Rütbelerini sökün. Madalyalarını da alın.” diye emretti yüzbaşı.
Göğsünden madalyaları koparıp aldılar. Koparılmış madalyaları nefret ile masa üstüne fırlattılar.
“Toparlanın. Belgeleri, gerekecek eşyalarınızı alın. Ailenle beraber olacağını kendin için bir mutluluk bil.” dedi yüzbaşı odadan çıkıp giderken.
Bağış dört yıl boyunca bu askerlerle beraber bir safta sırt sırta düşmana karşı savaşmıştı. Daha bir kaç saat önce, akşam yemeklerini paylaşmıştı. Lâkin şimdi…
Ağlama sesleriyle, Bağiş adeta uykudan ürküp uyanmış gibi kendine geldi. Ağlayan çocuklarına ve eşine sarıldı. Onları sakinleştirmelydi. Korumalıydı.
Lâkin kolay mıydı bu?
Gelecek bilinmiyordu ki....
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
Darmowy fragment się skończył.