Helete Bizim Memleket

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Helete Bizim Memleket
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Babam Arık Osman’ın Aziz Hatırasına…


Her ne kadar kafa kâğıdımda 01 Şubat 1963 tarihi yazsa da gerçekte 2 Temmuz 1962 tarihinde doğduğum, 1970’li yıllarda çocukluğumu yaşadığım, ortaokulu bitirene kadar toprağında yoğrulduğum Helete ilgili hatıralarımı ve o günlerde hayatıma tesir eden bazı insanları sosyal medya ortamında anlatmaya çalıştım. Bunu yapmaktaki amacım unutulmaya yüz tutan Helete Kültürünü hatırlatmak, genç nesillere o günün değerlerini aktarmak idi. Bu yazılar okuyucunun beğenisini kazandı ve kitaplaştırılması konusunda teşvikler oldu. Ben de bu hatıraların kaybolmaması için yazıları böyle bir el kitabında toplamaya karar verdim.

Buradaki yazılarda köy hayatının zor, kötü yanlarından ziyade insanların dayanışması, akrabalık ilişkileri, tabiatla insanın kucak kucağa oluşu, yaşanmışlıklardan çıkarılarak anlatılmaktadır. Başta Almanya olmak üzere dünyanın her yanına göç ve bu göçün yol açtığı hasret, toprağa, sılaya olan özlem Helete kültürüyle yoğrulmuş her faninin ortak duygusudur. Bu kitapçıkta bu duygulardan esintiler bulacaksınız.

Keyifli okumalar dileklerimle.

Ekrem (Barak) Arıkoğlu
Ankara /2019

HELETE: YOKLUK, GURBET, SEVDA

Helete; Kahramanmaraş’ın doğu ucunda, Malatya-Adıyaman sınırında asırlar önce Türkmenlerin karakeçilerini otlatmak için gelip yerleştikleri, baharla birlikte yaylaya göçülen, kışın köye inilen dağlar arasında saklı bir yerleşim yeridir. Helete kurulalı beri, Sürmeli ile Dede Dağlarının arasından salına salına çıkan, bir ucu taa Fırat’a kadar uzanan Göksu çayı, Helete’nin dudağından öpüp geçer. Daz, Aşık Hasan, Dede, Sürmeli, Karyağan zirvelerinde karı eksik olmaz dört beş ay. Baharla birlikte kuzeye, yaylalara çıkılınca bütün heybetiyle Nurhak dağı kimi zaman dumanlı, çoğunlukla karlı zirvesiyle karşınızda durur.

Asırlarca ağalık hüküm sürmüş, ağaların yönetiminde bugünlere gelmiştir Helete. 1960’lı yıllarda “Almanya acı vatan” icat olunca ağalık kendiliğinden bitmiş, 1960’lı yılların sonunda Belediyelik olmuştur. Büyükşehir yasasıyla Çağlayancerit ilçesinin bir mahallesine dönüştürülen Helete 1980’li yıllardaki sekiz dokuz bin nüfustan bugün dört binli sayılara düşmüş, neredeyse nüfusunun yarıdan fazlasını göç vermiştir.

***

Mart ayının ortalarında Bayırlar’da nevruz açmaya başlar. Kirli beyazdan mora, yapraklarındaki siyah benekli sarıya, kökündeki yeşil dallarına kadar dünyada benden güzeli yok der gibidir birkaç günlük ömründe. Kendisiyle aynı zamanda açan dağ eteklerindeki mor sümbüle güzelliğiyle meydan okur. Biraz da kokusu olsa yenecektir onu güzellik yarışmasında. Kösgücünüzü kaptığınız gibi yolunu tutarsınız bayırların “navrız” eşmek için. Havanın yalancılığına aldanmış soğuk almışsınızdır. Akan sümüğünüzü kolunuzun yeniyle siler bayır bayır nevruz ararsınız.

Aynı dönemde büyükler bağ budamaya giderler. Çocuklar budanmış çubukları toplayıp siyece (çite) taşırlar. Nisan ayında yaylacılar göçerler. Çocuklar ya köydeki akrabalarının yanında kalır veya oğlakları gütmek için okulun bitmesine daha çok varken bırakıp giderler. Yaylalarda göbelekler çıkmıştır. Yağmurlu günlerden sonra güneşin açmasını bekleyen göbelekler birkaç gün içerisinde boy gösterirler otlar arasından. Oracıkta yakılan ateşin üzerine sırt üstü yatırılıp üzerine tuz ekildikten sonra fıkır fıkır kaynayan göbelekten daha lezzetli ne vardır ki dünyada. Bu aylarda karlar eridiğinden Göksu coşar, odun, ağaç taş ne katarsa önüne alır getirir dağlardan. Köylüler bir yandan odunları yakalayıp bir yandan seyrederler azgın suların neleri alıp götürdüğünü. Göksu bulandığında oltayla balık avlama zamanı da gelmiş demektir. İki metrelik sırık ve iki metrelik olta ipinizin olması yeter Göksu’da balık avlamak için. Eşersiniz solucanları koyulursunuz yola. Oltanıza balığın vurması, âşık olduğunuz kızı görünce kalbinizin kütlemesi gibi heyecanlandırır sizi, hele bir de başmak balık (kırmızı benekli alabalık) yakalarsanız sizden mutlusu yoktur dünyada.

Nisan sonunda bademler olur yaylalarda, kengerler çıkar yülünecek. Burunçalık kökünden sökülür boranısı yapılır. Körmenler lezzet katar tereyağlı bulgur aşına. Dilik toplarsınız ardıç içlerinden, mayısta çiğdemlerin başları olgunlaşmıştır. Otlar büyümüştür hayvanların bayram ettiği zamandır. Haziran başlarında kuşlar yuvalarından yavrularını çıkarırlar, keklikler feriklerini. Ne de mutlu olursunuz ferik (keklik yavrusu) yakalasanız, bu o kadar da kolay değildir. Yumurtadan çıkmadan öğrenmişlerdir nasıl saklanmaları gerektiğini.

Temmuz başlarında yaylanın tadı kaçmaya başlar, otlar kurur sular yavaş yavaş azalır. Çimme zamanı gelmiştir Göksu’da. Ekinler biçildikten sonra yaylacılar yaylalardan tarlalara inerler. Hem harman işleri görülecek hem de hayvanlar yatırılarak tarla gübrelenecektir. Küçük çocukların yüzme öğrenme zamanı gelmişse, ya tusturuk (balon) ya da şalvarla yapılır bu iş. Ayaklarını bağlayıp uçkurunu sıkıştırdığın şalvar şişirince tam bir yüzme öğrenme aracı olur. Varsa 25-50 kuruş Alo’dan tusturuk alırsın iki tane şişirip bir ipin iki ucuna bağlarsın balonları olur sana yüzme öğretmeni. Ağustos sıcağında harman süren deden seni geme (düvene) oturtursa dünyanın en mutlu çocuğu olursun. Harmanın samanı hayvanlara yem, buğdayının bir kısmı unluk, bir kısmı bulgurluk, dövmelik, bir kısmı biderlik (tohumluk) olur. Samanlar tepilir hararlara (büyük çuval), dökülür portmadan (toprak dam üstünde açılan genişçe delik) sığırlığa. Tarlanın buğdayı dövme, keçinin sütü katık olur. Kaynatılır dövme katıkla karılır tarhana yapılır. Çınar yapraklarına dişlenen tarhananın kokusu kışın çorbada hissedilir.

Eylül-Ekim üzüm kesme zamanıdır. Bağa göçülür on, on beş günlüğüne. Kesilen üzüm sepetlerle huuya (üzeri dallarla kapatılmış barınak) taşınır. Çürüklerinden ayıklanır (tehlenir) orada. Tepintide tepilir, suyu çıkarılır, şıra kazanlarında bastık, pestil, pekmez yapılır. Şireniz, unluk buğdayınız, tarhananız, bulgurunuz sütünden yoğurt yağ yaptığınız ineğiniz varsa yoksul sayılmazsınız. Karnınız toksa zenginsinizdir.

Çocuksanız bütün oyuncaklarınız tabiattan derlediğiniz, çevrenizdeki taştan ağaçtandır. Gülleyi (misket) yumuşak taştan kendiniz yontarsınız. Eneğiniz zeytin çekirdeği, ardıç tüdeleği, zenginseniz sarı beş kuruşluk, on kuruşluktur. Ardıç kirçinden (çalı) gazzık (kazık) düzersiniz. Kış bir başka güzeldir. O kadar çok kar yağar ki damdan dama yürüyerek gidersiniz. Kirç toplar ateş yakarsınız. Ateşe taş koyup ısıtır uzağa fırlatır sinsin oynarsınız. Gıjjak kayarsınız bayır yamaçlarından. Eşlerim lebbik, uzun eşşek, birdirbir, mendil kapmaca, saklambaç, ver Allahım ver, çelik çomak, at kazığı, gale, top… daha neler neler vardır oynayacağınız. Uzun kış gecelerinde bir evde toplanıp içinde dev karıları çok olan masallar anlatırsınız birbirinize küllenen ocak başlarında, gece korku dolu düşler görme pahasına… Böyleydi Helete 1970’li yılların başlarında benim çocukluğumda…

Helete, çocuklar için güzeldir. Büyümeye başlayınca ekmek davası başlar. Güzel hava, dağ manzarası, kuşlar gibi özgürlük, Göksu doyurmaz karnınızı. Zorunlu gurbet başlar lise çağında. Ya Almanya’ya işçi gidersiniz ya gurbete mektebe, okumaya. Hopur’dan aşınca bilmezsiniz dönüşün olup olmayacağını. Hopur’un ardı gurbettir, özlemdir, hasrettir. Bazen çocuğa, bazen eşe, bazen ardınızda bıraktığınız yavuklunuza özlemdir. Ama herkes için toprak kokusuna, yayla esintisine, Sürmeli’ye, Dede’ye, Daz’a, Göksu’ya, Yalangoz’a özlemdir, Helete’ye özlemdir gurbette yaşadığınız. Ekmek davası çetin davadır, isteseniz de bırakmaz sizi, bazen yılda bir bazen birkaç yılda bir bayramlarda namazdan sonra mezarlığa yürümek hayatınızda en çok yapmak istediğiniz şeydir. Bütün yüzler güleçtir, sarılır herkes birbiriyle, öpüşülür, koklaşılır, sırtlar sıvazlanır. Ne de güzeldir Helete bayramları.

Gurbetten salacada gelmek acıdır. O kadar çok gurbetçisi vardır ki Helete’nin bu sıklıkla yaşanır. Özlem Kaş’tan salaca üzerinde aşınca mezarlığa doğru biter sonsuza dek. Çok özlediğiniz Helete’nize, ebedi mekânınıza kavuşmuşsunuzdur. Gençseniz üzülür, burkulur gönüller, zamanı gelmişse takdiri ilahidir bu kabul edilir sessizce, dualarla.

Tutkudur Helete, sevdadır. Ekmek vermez, kıraçtır, dağlıktır. Gurbete salar, özletir kendini. Çocukluğunuzun özgürlük tadını nereye gitseniz, kaç yaşında olursanız olunuz kim özlemez ki…

EKMEK

Çocukluğumdan burnumda tüten şeylerden belki de en güzeli ekmek kokusudur. Köyde, konargöçer hayatın en güzel yanlarından biri her gün taze süt, yoğurt, yumurta, tereyağının yanında, bir de her öğün taze ekmek yemenizdir. Anneler, nineler daha oymakta çocuklar sıcak yataklarından çıkmadan küçük bir leğende hamur yoğurarak ekmek pişirirler. Çadırın içinde ocaktan gelen enfes taze ekmek kokusuyla gözlerinizi açarsınız. Günlük, bazen öğünlük yedi sekiz ekmek yapılır. Son birkaç hamur yumağı bazlamaya ayrılır. Bazlama ekmekten daha kalıncadır. Sabahın seherinde yayılan yayıktaki tereyağından yağlı dürüm yapılır bazlamayla. Hızlı davranmalı ve taze yağı eritip dökmeden aşırmalısınız bazlamayı. Bazen de yağ bazlamaya sürülür eriyip akması böylece önlenmiş olurdu. Yağlı bazlama çocukluğumuzun unutulmaz damak tatlarındandır.

Dedelerimiz, babalarımız zamanında köylerde karın doyuracak ekmek bulamazmış. Çok şükür ben o kadar yokluğu yaşamadım fakat ekmeğin lezzetini bilirim. Gilgil, yulaf, arpa ekmeği de yapılırmış buğday yoksa. Arpa, gilgil kılçıklı olduğundan boğazdan kolay geçmezmiş ekmeği. Ben nohut ekmeği yedim. Nohut çoksa öğütülür unundan ekmek yapılırdı. Hamurunu açmak kolay değildi fakat ekmeği o kadar güzel kokardı ki… Mısırın hamuru açılmaz, dağılır o yüzden ancak kalınca bazlaması olur.

 

Kışın köyde olduğumuz zamanlarda Ese Emmimin fırınından açık ekmek alırdık sabah kahvaltısı için. Köyün tek fırını olduğundan hep kuyruk olurdu. Sıra beklerken Ese Emmimle muhabbet ederdi herkes. Allah rahmet eylesin keyifli, güzel bir insandı. Ekmeği gazetenin içine koyar koymaz kenarından koparırdım. Tırnaklanmış pidenin kenarı daha iyi piştiğinden çok daha lezzetliydi. Canınızın istediği kadar yerseniz eve varıncaya kadar ekmeğin yarısı biteceğinden o kadar da yiyemezdik. Kenarından tırtıklayacak kadar…

Somun icat olduktan sonra arası açılarak bulgur pilavı somunun içine doldurulur, kocaman dürüm edilerek yenilir oldu. Evde pişirilen taze ekmekler birkaç saat içinde gevreyeceğinden üzeri hafiften ıslatılarak yumuşatılır, buna “ekmek sulamak” denir. Sulanan ekmekle bulgur pilavını “sokum ederek” yersiniz. Türk yemekte ekmek yemeden karnı doymaz. O yüzden ekmek, yediğimiz buğdaydan yapılan yiyeceğe ad anlamının yanında “yemek” anlamına da gelir.

Yozgat’a veya Kırşehir’e mal edilen yaşanmış bir olay vardır. Bir çiftçi hanımıyla birlikte tarla biçerken küçük çocuğun önüne tabakla süt koymuşlar. Çocuk bir yandan ekmeğini atıştırıp kaşıkla da sütten içiyormuş. Bir yılan gelerek tabaktaki sütten içmeye başlamış. Çocuk elindeki kaşıkla yılanın kafasına vurarak; “Ekmanen ye! Ekmanen!” diyormuş. Bu olayda yılanla yemeğini bölüşme kültürü yanında, “ekmek yemezsen karnın doymaz.” gerçeğinin dile gelişi de vardır.

Sibirya’dan Doğu Türkistan’a kadar Türkistan’ın çok yerini görünce ekmek davasının biz Anadolu’daki Türklerle ilgili olmadığını anladım. Müslüman olmayan Sibirya’daki Tuvalar, Hakaslar arasında da Müslüman Kırgızlar, Uygurlar arasında da ekmek kutsaldı ve çok kıymetliydi. Yere düşen ekmek hemen alınıyor, sofrada ekmeğin sırt üstü konulduğunu gören herkes düzeltiyordu. Herhangi bir Kırgız evinin yakınından geçerseniz mutlaka durup evden çıkıp size ekmek ikram eden kişinin ekmeğinin kenarından bir ısırımlık da olsa koparmak zorundasınız. Yoksa ev sahibine hakaret etmiş sayılırsınız. Doğu Türkistan’da adım başı taze ekmek fırınlarıyla karşılaşırsınız. Doğu Türkistan’daki Uygur kardeşlerimizin ekmekleri de en az çocukluğumda yediğim ekmekler kadar lezzetliydi. Allah kimseyi açlıkla, ekmeksizlikle sınamasın. Hamdolsun şu anda ülkemizde açlık yok ama Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde insanlar karınlarını doyuracak ekmek bulamıyor. Dünyada ekmek israfının önüne geçilse yeryüzünde açlık sorunu ortadan kalkar. Ekmek nimetinin kıymetini bilip şükrederek israftan kaçınmalıyız.

TADI DAMAĞIMDA KALANLAR

Beş altı yaşlarımda olmalıyım. Babam Almanya’da. Anamla beraber birkaç kez Çetindere, Çukuryurt, Cafo yaylalarına göçtük amcamlarla birlikte. Dağlar ne kadar yüksek, küçük düzlükler ova gibi görünürdü gözüme. Kadınlar erkenden kalkar ilk iş olarak deri tulumdan yapılmış yannık (yayık) yayarlardı. Sabah pınarın soğuk suyu yannığın içine doldurulur sonra da şişirilip ağzı bağlanır, dizinle döv Allah döv. Bizim için yannığın bir an evvel “olması” önemliydi. Yayığın olması demek yoğurttaki yağla ayranın birbirinden ayrılması anlamına geliyordu. Analarımız yannık olduktan sonra yağlı dürüm verirlerdi çünkü. Sıcak bazlama arasına sürülen taze tereyağı dünyanın en lezzetli yiyeceğiydi şüphesiz.

Ortaokuldayım, 75-77 yılları. Babam yazları boş kalarak haylazlık yapmayayım diye çobanlık yaptırırdı. Bir yıl kırk kadar oğlak yaydım, başka bir yıl bir ineğimiz ve düvesi vardı onları otlattım. İnekle düveyi erkenden önüme katardım ver elini Çay. Öğleye doğru öyle bir sıcak olurdu ki bunalırdım. Beni asıl bunaltan sıcak mıydı yalnızlık mıydı bilmiyorum.

Öğle vaktinin gelmesini iple çekerdim. Çünkü Yeter Ebem (Babaannem) öğle vakti olunca bize gel diye tembihlemişti. Ebemgilin haymaları (dallardan yapılmış barınak) Gala’nın karşısında Çay’ın üst tarafındaydı. Öğleye doğru ineği ve düveyi önüme katar ebemin yanına giderdim. Ebem, haymada ben dinlenirken çalıların arasına gider, folluğu bıraktığı yerden bir yumurta getirirdi. Tavada tereyağını erittikten sonra üzerine yumurtayı kırardı. Yanına bir de taze ekmek verirdi. O kadar lezzetli yumurtayı dünyanın hiçbir tavuğu yumurtlamıyordu herhalde…

DOMATES

Hacılarlı Ömar Amcayı Rahmetle Anarak


Domates Amerika’nın keşfinden sonra dünyanın başka yerleriyle tanışmış meyvelerden biri. Fakat diğer meyvelere göre en ücra köylere kadar ulaşması zor olmamış zaman içerisinde. Gerek lezzeti ve besleyiciliği gerekse kolay yetiştirilebilirliğinden dolayı fakirin sofrasına da kolayca girmiş. Domates üzerine yapılan çalışmalardan başta kanser olmak üzere pek çok hastalığın önleyicisi olduğu da ortaya çıkarılmış.

Bizim Helete’de benim çocukluğumdan beri tarlası bahçesi olmayanlar bile başkasına muhtaç olmayalım diye birkaç karık domates dikerlerdi komşunun veya akrabanın tarlasına, bahçesine. Biz de köyün hemen yanı başındaki Hacılarlı Ömer Amcanın bahçesine dikerdik. Bahçe sabahın erken vaktinde veya akşam serinliğinde sulanmalıdır. Karıklara su bırakılıp toprağın suyu emerken çıkardığı keyifli hışırtıyı duyarsınız sessizce dinlerseniz. Bahçede bir yerlerde çıkınlanmış vaziyette tuz mutlaka bulunur. Güneşin doğduğu vakitlerde yazın sıcak günlerinde de olsa dalında domates adeta buzdolabından çıkarılmış gibi serindir. Biz çocukken kocaman kıvrımlı domatesler daha çoktu. Şimdilerde çeşitleri arttı. Domateslerin bazıları da pembe renkli olurdu. Ben bu pembe renkli domatesleri koparıp yemeyi severdim. Dalların arasında, kocaman pembe renkli domatesi elinizle koparıp pantolonunuz veya kolunuza silersiniz, iki elinize alıp ortadan ayırırsınız, sonra bir de çaprazlamasına. Bunu yaparken suları akar, küçük küçük tomurcuklanmış sular görünür içinde. Çıkınınızdaki tuzdan üzerine serpiştirirsiniz. Orta boy bir domates açlığınızı yatıştırır. Burada en güzel şey burnunuza gelen taze domates kokusudur. Dallardan elinize sinen domates kokusu yıkayıncaya kadar gitmez, damağınızdaki domates tadı da. Şimdinin hormonlu domateslerine hiç benzemeyen, bahçemizde dalından kopardığımız domatesler dünyanın en güzel lezzetlerinden biriydi. Çocukluk alışkanlığımızla büyüyünce de domatesi mevsiminde bolca tüketmeye devam ettik.

Biz Türk insanın çoğu gibi haftalık meyve sebze ihtiyacımızı semt pazarımızdan karşılarız. Ankara Eryaman’da bizim Cuma pazarımız vardır. Yaz aylarında her hafta yaklaşık altı yedi kilogram, iki çeşit domates alırız. Biri nispeten daha ucuz olan yemeklik diğeri salata yapmak için daha iyicesi. Birkaç ay öncesine kadar domatesin fiyatı bir lira civarlarında dolanıp dururdu. Evlendiğimiz zamandan beri pazara ya eşimle birlikte gideriz veya ben yalnız. Geçen hafta otuz yıldan beri olmayan bir şeye şahit oldum. Sabah bir göz attım evin yirmi metre ilerisindeki semt pazarına. Normal kalitedeki domatesin fiyatı beş lira idi. Alış verişimizi güneş batınca serinlikte yaparız. Sabahleyin hangi pazarcıda nasıl ürünler var diye bakarak yer yaptım. Akşamüzeri çıktığımızda sabah 5 lira olan domates 6 lira olmuştu. Bunu hayatımda ilk kez gördüm. Çünkü insanlar pazarlara akşama doğru çıkarlar. Pazarcılar da ellerindeki mallarını bitirmek için daha ucuza verirler ürünleri. İlk kez akşam sabahtan daha pahalı idi. Bu sabah da pazarı bir kolaçan ettim ve çok şaşırdım. Domatesin iyisi pazarda 10 lira. Hakikaten inanılır gibi değil. Türk insanı için domates önemli. Soğan kadar, patates kadar, buğday kadar, ekmek kadar önemlidir. Bunu yetkililerimiz biliyor olmalılar. Domatesin tadı kaçınca memleketin tadı da kaçar.

Yetkililerin yerinde olsam konuyu ciddiye alırdım!

ALIÇ

Sevgili Kardeşim Prof. Dr. Pervin Çapan Hanımefendiye.


Biz Kahramanmaraş’ın Helete kasabasında çocukluğumuzu yaşarken “organik” kavramı henüz icat olmamıştı. Hatta bu kavram yeni ortaya çıktı da diyebiliriz. Fakat tabii olarak tükettiğimiz hemen her şey organikti. Bugünden çocukluğumuza baktığımızda böyle olduğunu anlıyoruz.

Evimizde beslediğimiz keçinin, ineğin pakete girmemiş taze sütünü içiyor, annemizin çaldığı yoğurdu yiyor, yayığından elde ettiği ayranı içiyor, deriye basılmış kaymağını, çökeleğini, tereyağını tüketiyorduk. Kuru üzüm, pekmez, pestil, bastık, samsa, sucuk, ıravandı (çürük üzüm suyu), teh bağımızdan kendi ellerimizle yaptığımız kışlık zahiremizdi. Buğdayı ekiyorduk, biçiyorduk, harmanı dövüyorduk, samanı savuruyorduk. Unumuz, bulgurumuz, dövmemiz ve bundan yaptığımız tarhanamız da tabiat ananın kucağından doğrudan kilerimize, oradan soframıza geliyordu. “Koz”umuz ceviz ağacından, yemekten çok tokuşturmasını sevdiğimiz “yımırta”mız evimizde beslediğimiz tavuğumuzdandı. Elma, armut, şeftali, bostan, salatalık, domates, biber, patlıcan, reyhan, kabak, taze fasulye bahçemizdendi. Hatta bahçemizde evimizi süpürdüğümüz süpürge otlarını bile yetiştiriyorduk.

Yayla toprağında taze kengerimiz, çiğdemlerimiz, göbeleklerimiz, burunçalık, pekmez otu, kuzukulağımız vardı. Körmen dediğimiz yabani sarımsağımız dünyanın en lezzetli bulgur pilavına katık olurdu. Dilik (tirşik) toplardık ardıç diplerinden.

Bir de mevsimine göre yabani meyvelerimiz vardı. Nisan ayında çağla (badem), sonbaharda, ekim kasım ayında alıç ve yabani armutlar bu yabani meyvelerin önde gelenleriydi. Yabani, kirazlarımız, dağdağan, yabani incirlerimiz de vardı.

Biz Yirce’deki bağımızı eylül ayının ikinci yarısıyla Ekim ayının ilk yarısında keserdik. Yaklaşık bir ay kadar bağa göçer gece gündüz çalışırdık “şire” yapmak için. Bağımızın içinde armut ve alıç ağaçları da vardı. Ama en güzel alıç, bizim bağda değil arka tarafımızdaki komşunun siyecinde kocaman bir ağaçta oluyordu. Dünyanın en acımasız dikenleri alıç ağacındadır. Diken de denmez buna, kocaman budaklardır. Bu yüzden dallardan tutunarak alıç ağacına çıkamazsınız. Çıksanız da nereye dokunsanız dikenler batar. En iyi yol kocaman taşlar alarak ağaç dallarına fırlatmaktır. Burada en tehlikeli şey ağaca taş atayım derken birbirinizin kafasını kırmanızdır. Büyüklerden birini çağırıp dallardan tutturarak silkeletmek en güvenli yoldur alıçları dökmek için. Siyeçlerin (çalı çırpıdan çit), çalıların içine dökülen alıçları tek tek bulmak da ayrıca zahmetli bir iştir. Şimdi aşılı alıç ağaçlarının neredeyse ceviz büyüklüğünde etli alıçları oluyor. Bizim alıçlar o kadar büyük değildi. Kurtlu olup olmadığını ısırarak kontrol ederdik. Karnımız açsa kontrol etmeden bütünüyle ağzımıza atar çekirdekleri tükürürdük. Kurtları da afiyetle yemiş oluyorduk tabi. Bugün elmanın, yemişin kurtlu olup olmadığına bakılıyor “organik” olup olmadığını anlamak için. Bizim zamanımızda kurtlu olan makbul değildi ama doğal olarak biz istemesek de kurtluydu. Bizim organik alıcımızın dünyanın en şifalı bitkilerinden biri olduğu anlaşıldı son zamanlarda. Tansiyona, sindirime, strese iyi geliyormuş alıç.

Şimdi bağlar da, o ağaçlar da, o lezzetli alıçlar da yok. Veya var da bizim çocukluğumuz mu uçup gitti avuçlarımızdan minik bir kuş misali… Gitse de ne gam, yaşadık ya! Tadı damağımızda hâlâ…