Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Tarzan’ın Dönüşü»

Czcionka:

Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.

Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.

Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.

İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.

Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.

İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.

Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.

Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.

İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.

Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).

1. BÖLÜM
YOLCU GEMİSİNDEKİ HADİSE

“Muhteşem!” diye heyecanla fısıldadı Kontes de Coude.

“Hı?” dedi Kont, genç karısına dönerek. Etrafa bakınarak karısında hayranlık uyandıran şeyi aradı. “Neymiş o muhteşem olan?”

“Ah, hiçbir şey, canım.” diye cevap verdi Kontes; zaten pembe olan yanakları bir anlığına biraz daha kızarmıştı. “Sadece, hani şu New York’taki gökdelen dedikleri müthiş binalar vardı ya… İşte bir an onlar aklıma geldi de.” Güzel Kontes, buharlı gemideki sandalyesine iyice yerleşip “hiçbir şey” yüzünden kucağına düşürdüğü dergisini geri alarak okumaya devam etti.

Kocası tekrar kitabına gömüldü lakin karısının, daha üç gün önce New York’tayken korkunç olarak addettiği o binalara şimdi birdenbire hayranlık duymaya başlamasına bir miktar şaşırmıştı.

Bir süre sonra Kont kitabını bıraktı. “Ben çok sıkıldım, Olga.” dedi. “Gidip bir bakacağım, benim kadar sıkılan birileri var mı diye. Belki bir el kâğıt oynayacak kadar kişi toplayabilirim.”

“Pek centilmen bir refakatçi değilsin, kocacığım.” diye karşılık verdi genç kadın, gülümseyerek. “Fakat ben de bir o kadar sıkıldığım için seni mazur görebilirim. İstersen git oyna o sıkıcı kartlarınla.”

Adam gidince kadın da çaktırmadan bakışlarını az ötedeki sandalyesinde tembel tembel yayılan uzun boylu genç adama kaydırdı.

Muhteşem!” diye fısıldadı bir kez daha.

Kontes Olga de Coude yirmi yaşındaydı; kocası ise kırk. Çok sadık bir eşti lakin koca seçimi konusunda kendisine hiç danışılmadığından, kaderinin ve Rus bir aristokrat olan babasının ona münasip gördüğü kocasını tutkuyla sevdiği de söylenemezdi. Ancak sırf gördüğü fevkalade bir yabancı karşısında duyduğu şaşkınlıkla ağzından böyle ufak bir hayranlık ifadesi kaçtı diye de eşini herhangi bir şekilde aldatma fikrine kapıldığı düşünülmesin. Sadece hayranlık duymuştu; herhangi bir türden, güzel bir canlıya duyacağı şekilde bir hayranlıktı bu. Ayrıca genç adam da beğenilmeyecek gibi değildi, şüphesiz.

Kaçamak bakışları adamın profiline odaklanırken genç adam ayağa kalkıp güverteden ayrıldı. Kontes de Coude, oradan geçen bir garsonu eliyle işaret ederek yanına çağırdı. “Şu beyefendi kim?” diye sordu.

“Rezervasyonda adı Afrikalı Mösyö Tarzan olarak geçiyor, hanımefendi.”

“Epey geniş bir mülkü varmış.” diye düşündü genç kadın fakat şimdi ilgisi daha da artmıştı.

Tarzan sigara içme odasına doğru yavaşça ilerlerken kapının önünde heyecanlı heyecanlı fısıldaşan iki adama denk geldi. Adamları bir anlığına bile kafasına takmazdı aslında ama bir tanesi ona doğru, sanki bir suçu varmış gibi tuhaf şekilde bakmıştı. Adamlar, Tarzan’a Paris’teyken melodramatik sinema filmlerinde gördüğü kötü adamları hatırlatmıştı. İkisi de oldukça esmerdi; buna bir de düpedüz şüpheli omuz silkmeleri ve kaçamak bakışları eklenince bu benzerlik daha da kuvvetleniyordu.

Tarzan sigara odasına girip odadaki diğer insanlardan biraz uzakta bir sandalyeye geçti. Hiç sohbet havasında değildi. Pelin otu likörünü yudumlarken bir yandan da kederli bir şekilde, hayatının son birkaç haftasında olanları zihninden geçiriyordu. Tekrar tekrar düşünüyordu; acaba mirasından vazgeçip haklarını hiçbir şey borçlu olmadığı bir adama bırakmakla hata mı etmişti? Clayton sevdiği biriydi, doğru ama… Ah işte, mesele o değildi ki. Mirasından feragat etmesinin sebebi Greystoke Lordu William Cecil Clayton değildi. Sebebi, hem kendisinin hem de Clayton’ın âşık olduğu ve kaderin tuhaf bir oyun neticesinde kendisi yerine Clayton’a verdiği kadındı.

Kadının da aslında kendisini seviyor olması, vaziyete tahammül etmeyi iki kat daha zorlaştırıyordu lakin yine de biliyordu ki o gece Wisconsın’ın ücra ormanlarındaki küçük tren istasyonunda yaptığından başka bir şey yapması mümkün değildi. Hepsinden önce düşündüğü şey, genç kadının mutluluğuydu ve medeniyet ile medeni insanlara dair edindiği kısa tecrübesi ona öğretmişti ki parası ve sosyal konumu olmayan insanların çoğu için hayat, tahammül edilemez bir şeydi.

Jane Porter hem zenginliğe hem de sosyal konuma sahip bir ailede doğmuştu; Tarzan bunları müstakbel kocasının elinden alsaydı, genç kadının hayatı şüphesiz ki sefil bir işkenceye dönüşecekti. Clayton’ın hem unvanını hem de mülklerini kaybettiği anda genç kadının onu reddedebileceği Tarzan’ın aklının ucundan bile geçmemişti; zira kendisinde doğuştan bulunan dürüstlük ve sadakat vasıflarının başkalarında da bulunduğu fikrindeydi. Bu konuda haklıydı da; Jane Porter’ı Clayton’a verdiği söze daha da bağlayacak tek bir şey varsa o da adamın başına böyle bir talihsizliğin gelmesi olurdu.

Tarzan’ın düşünceleri geçmişten ayrılıp geleceğe yöneldi. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği; yirmi iki yıllık ömrünün yirmi yılını sürdürdüğü o zalim, vahşi ormana döneceği günü şevkle beklemeye çalıştı. Fakat o sayısız hayvanatın içinde onun dönüşünü hoş karşılayacak kim ya da ne vardı ki? Kimse. Arkadaş diyebileceği sadece fil Tantor vardı. Diğerleri ise eskiden olduğu gibi yine ya onu avlayacak ya da ondan kaçacaklardı.

Kendi kabilesindeki maymunlar dahi ona dostluk eli uzatmayacaktı.

Medeniyet; Maymunların Tarzanı’nı pek fazla değiştirmese de ona bir dereceye kadar, kendi türünden birinin yarenliğini arzulamayı ve kafa dengi birinin arkadaşlığının verdiği samimi sıcaklığı hissetmeyi öğretmişti. Bu sebeple de başka türlü bir hayattan aynı derecede tat alamaz hâle gelmişti. Arkadaşsız bir hayat tahayyül etmesi, zamanla çok sevdiği o yeni dilleri konuşan bir canlının yoldaşlığı olmadan hayatını sürdürmesi zordu. Bu sebeple Tarzan, kendisi için çizdiği geleceğe pek de hevesli bir şekilde bakamıyordu.

Oturduğu yerde düşüncelere dalmış bir şekilde sigarasını tüttürürken gözüne karşısındaki aynadan akseden görüntüdeki dört adam ilişti; adamlar bir masada oturmuş kâğıt oynuyorlardı. Bir süre sonra bir tanesi kalkıp gidince masaya başka bir adam yaklaştı ve kibar bir şekilde, oyun yarıda kalmasın diye kalkanın yerini doldurmayı teklif etti. Tarzan’ın, sigara odasının hemen önünde fısıldaşırken gördüğü iki adamdan ufak tefek olanıydı bu.

Bu durum, Tarzan’da ufak bir ilgi uyandırmıştı ve bu şekilde, bir yandan geleceğini düşünürken bir yandan da arkasındaki masada kâğıt oynayan adamların aynadaki aksini izlemeye koyuldu. Oyuna az önce katılan adamın haricinde, diğer oyunculardan yalnızca bir tanesinin adını biliyordu. Yeni oyuncunun karşısında oturan adamdı bu; aşırı ilgili bir garsonun, gemideki ünlü kişilerden biri olarak bahsettiği Kont Raoul de Coude’du. Söylediğine göre Fransız harp nazırının ailesinden, yüksek rütbeli bir adamdı.

Birdenbire Tarzan tüm dikkatini aynadaki yansımaya verdi. Diğer esmer dalavereci de odaya girmişti; Kont’un sandalyesinin arkasında dikiliyordu. Tarzan, adamın dönüp odayı kaçamak bakışlarla taradığını gördü fakat bakışları tek bir noktada yeterince uzun kalmadığından aynadan kendisini seyreden Tarzan’ı fark etmedi. Adam, cebinden sinsice bir şey çıkardı. Adam cebinden çıkardığı nesneyi elinde sakladığı için, Tarzan nesnenin ne olduğunu seçemiyordu.

Adam, elini yavaş yavaş Kont’a yaklaştırdı ve sonra elindeki şeyi büyük bir ustalıkla Kont’un cebine koydu fakat Fransız’ın arkasından ayrılmadı. Durduğu yerden Fransız’ın kâğıtlarını görebiliyordu. Tarzan’ın kafası karışmıştı ama şimdi pürdikkat kesilmişti; tek bir ayrıntıyı dahi gözünden kaçırmaya niyeti yoktu.

Oyun bundan sonra bir on dakika kadar daha devam etti ve Kont, oyuna sonradan katılan adamdan kayda değer miktarda para kazandı. O sırada Tarzan; Kont’un sandalyesinin arkasında duran herifin, ortağına başıyla işaret ettiğini gördü. Oyuncu hemen ayağa kalktı ve parmağını Kont’a doğrulttu.

“Mösyönün bu denli profesyonel bir hilebaz olduğunu bilseydim, bu oyuna hiç girmezdim.” dedi.

Kont ve diğer iki adam da derhâl ayağa kalktılar.

De Coude’un beti benzi attı.

“Siz ne diyorsunuz, efendim?” dedi. “Siz kiminle konuştuğunuzun farkında mısınız?”

“Oyunda hile yapan kişiyle konuşuyorum!” diye karşılık verdi adam.

Kont, masanın üzerinden uzandı ve avucunun içiyle adamın ağzına vurdu. Diğerleri hemen araya girdi.

“Bir yanlışlık oldu herhâlde, efendim.” dedi diğer oyunculardan biri. “Bu adam Fransa’dan Kont de Coude.”

“Yanlışım varsa seve seve özür dilerim lakin önce Mösyö Kont, cebine attığını gördüğüm fazla kâğıtları açıklasın.” dedi itham eden adam. Tam o sırada, Tarzan’ın kâğıtları koyarken gördüğü adam arkasına dönüp odadan sıvışmak istedi lakin odanın girişinin uzun boylu, gri gözlü bir adam tarafından kapatıldığını görünce sinirlendi.

“Pardon!” dedi adam kaba bir şekilde, yanından geçip çıkmaya kalkışarak.

“Bekleyin.” dedi Tarzan.

“Ama neden, mösyö?” dedi adam aksi bir sesle. “Bırakın da geçeyim, mösyö.”

“Bekleyin.” dedi Tarzan. “Zannediyorum ki buradaki meseleye siz bir açıklık getirebilirsiniz.”

Adamın sabrı taşmıştı artık, kısık sesle bir küfür savurup Tarzan’ı tuttu; niyeti onu kenara itip geçmekti. Maymun adam sadece gülümsedi ve iri adamı çevirdiği gibi paltosunun yakasından kavradı; adamın beyhude bir çabayla debelenmesine, küfürler savurmasına aldırış etmeden tekrar masaya sürükledi. Bu; Nikolas Rokoff’un, Tarzan’ı aslan Numa ve koca erkek maymun Terkoz’a karşı galip kılan kaslarla ilk karşılaşmasıydı.

De Coude’u suçlayan adam ile oyundaki diğer iki adam ayağa kalkıp beklenti içerisinde Kont’a baktılar. Birkaç yolcu daha merak edip münakaşa mahalline gelmişti ve hepsi akıbetin ne olacağını görmek için bekliyordu.

“Bu adam delirmiş!” dedi Kont. “Beyler, istirham ediyorum, biriniz üzerimi arasın.”

“Bu itham çok saçma!” dedi oyunculardan biri.

“Yapmanız gereken tek şey elinizi Kont’un ceketinin cebine sokmak. O zaman bu ithamın gayet ciddi olduğunu görürsünüz.” diye diretti suçlayan adam. Ardından, diğerlerinin hâlâ tereddüt ettiklerini görünce kendisi ileri çıkıp Kont’un yanına gitti: “Hadi gelin, siz yapmayacaksanız ben kendim yaparım.”

“Olmaz, mösyö.” dedi De Coude. “Sadece bir beyefendinin beni aramasına müsaade ederim.”

“Kont’un üzerini aramak gereksiz. Kâğıtlar cebinde. Koyarken bizzat gördüm.”

Herkes şaşırmıştı; araya giren yeni kişiye döndüklerinde boylu boslu genç bir adamın, yakasından tuttuğu bir adamı, direnmesine aldırış etmeden masaya doğru getirdiğini gördüler.

“Tezgâh bu!” diye bağırdı De Coude öfkeyle. “Cebimde kâğıt falan yok!” dedi ve elini cebine daldırdı. Küçük kalabalığa gergin bir sessizlik hâkim oldu. Kont’un beti benzi attı, elini çok yavaş bir şekilde geri çıkardığında elinde üç adet kâğıt duruyordu.

Şaşkınlıktan dili tutulmuş ve dehşete kapılmış bir hâlde kâğıtlara bakakaldı; sonra yüzü utançtan yavaş yavaş kızardı. Bir adamın şerefinin yok oluşuna şahit olanların yüzlerinden ise acıma ve ayıplama ifadeleri okunuyordu.

“Tezgâh kurdular, mösyö.” Konuşan kişi, gri gözlü yabancıydı. “Beyler…” diye devam etti, “Mösyö Kont, o kâğıtların cebinde olduğundan habersizdi. O oynarken kâğıtlar, cebine ondan habersizce konuldu. Şuradaki sandalyede otururken olup biteni önümdeki aynadan gördüm. Kaçmaya teşebbüs ederken mâni olduğum bu şahıs, Kont’un cebine kâğıtları koyan şahıstır.”

De Coude bakışlarını Tarzan’dan ayırarak yakaladığı adama baktı.

Mon Dieu, Nikolas!” diye bağırdı. “Sen miydin?”

Sonra itham eden adama döndü ve kısa bir süre dikkatle süzdü.

“Sen, mösyö, sakalsız tanıyamadım seni. Kılık değiştirmişsin, Paulvitch. Şimdi anlıyorum her şeyi. Her şey apaçık ortada, beyler.”

“Bu adamlara ne yapalım, mösyö?” diye sordu Tarzan. “Kaptana teslim edelim mi?”

“Hayır, dostum.” dedi Kont aceleyle. “Şahsi bir mesele bu; rica ediyorum, siz de peşini bırakın. Böyle bir ithamdan temize çıkmış olmam benim için kâfi. Bu tiplerle ne kadar az muhatap olursak, o kadar iyi. Fakat mösyö, bu büyük iyiliğiniz için size nasıl teşekkür edebilirim? Müsaadenizle size kartımı vereyim, bir gün ihtiyacınız olursa ben de size yardımcı olmak isterim. Unutmayın, ne zaman ihtiyacınız olursa emrinizdeyim.”

Tarzan, Rokoff’u bırakmıştı ve o da suç ortağı Paulvitch’le beraber sigara odasından apar topar çıkmak üzereydi. Rokoff tam çıkarken Tarzan’a dönerek şöyle dedi: “Mösyö, başkalarının meselelerine karıştığı için büyük bir pişmanlık duyacak.”

Tarzan gülümsedi ve sonra Kont’a reverans yaparak kendi kartını verdi.

Kont kartı okudu:

M. JEAN C. TARZAN

“Mösyö Tarzan asıl benimle dostluk kurduğuna pişman olacak.” dedi. “Zira temin ederim ki tüm Avrupa’daki en arsız iki düzenbazın düşmanlığını kazandınız. Ne yaparsanız yapın, onlardan uzak durun, mösyö.”

“Ben bunlardan daha azılı düşmanlar da gördüm, sevgili Kont.” diye karşılık verdi Tarzan, usulca gülümseyerek. “Lakin hâlâ hayatta ve ayaktayım. Bu ikisinin bana bir zarar verebileceğini zannetmiyorum.”

“Ümit edelim ki öyle olsun, mösyö.” dedi De Coude. “Lakin tetikte olmaktan ve bugün en az bir düşman kazandığınızı bilmekten de bir zarar gelmez. Hem de öyle bir düşman ki asla unutmaz, asla affetmez; o habis beyninde, yoluna taş koyanlar ya da bir şekilde canını sıkmış olanlar için her daim yeni hunharlıklar planlayıp durur. Nikolas Rokoff şeytandır desem, şeytanın kendisine hakaret olur.”

O gece Tarzan kamarasına girdiğinde, görünüşe göre kapının altından içeri itilmiş bir not buldu. Katlı kâğıdı açtı ve okudu:

M. TARZAN:

Besbelli ki işgüzarlığınızın tehlikesinin farkında değilsiniz, yoksa bugün yaptığınız şeyi asla yapmazdınız. Bu davranışınızı cehaletinize vermeye ve bir yabancının canını sıkmak gibi bir niyetinizin olmadığına inanmaya razıyım. Bu sebeple size özür dileme fırsatı tanıyorum. Bir daha sizi alakadar etmeyen meselelere müdahil olmayacağınıza dair beni temin ederseniz, ben de bu mevzunun peşini bırakırım. Aksi takdirde ise… Neyse, eminim ki siz akıllı davranıp tavsiyeme uyarsınız.

Saygılarımla,
NIKOLAS ROKOFF

Tarzan’ın dudaklarında kısa bir an, acı bir gülümseme dolaştı. Sonra meseleyi kafasından tamamen attı ve uyumaya gitti.

Yakındaki başka bir kamarada Kontes de Coude kocasıyla konuşuyordu.

“Yüzün neden asık, sevgili Raoul’um?” diye sordu. “Tüm akşam boyunca olabildiğince kederliydin. Seni endişelendiren nedir?”

“Olga, Nikolas gemide. Haberin var mıydı?”

“Nikolas mı?” dedi hayretle. “Ama bu imkânsız, Raoul. Olamaz. Nikolas, Almanya’da tutuklu.”

“Bugün onu görene kadar ben de öyle zannediyordum; o ve diğer şerefsiz, düzenbaz Paulvitch. Olga, onun zulmüne daha fazla katlanamam. Senin hatırına bile yapamam bunu. Er ya da geç onu yetkililere teslim etmem gerekecek. Hatta tüm olanları gemiden inmeden kaptana anlatmayı düşünüyorum. Bir Fransız gemisindeyken bu azılı düşman meselesini kökten halletmemiz daha kolay olur, Olga.”

“Yapma, Raoul!” diye haykırdı Kontes; divanda başı yere eğik şekilde oturan adamın önünde diz çökerek. “Bunu yapma. Bana söz vermiştin, unuttun mu? Bunu yapmayacağını söyle bana, Raoul. Sakın onu tehdit bile edeyim deme, Raoul.”

De Coude; karısının ellerini avucuna aldı ve sanki bu adamı korumasının asıl nedenini güzel gözlerinin içinde bulabilecekmiş gibi kadının solgun, dertli simasına bir süre baktıktan sonra konuştu.

“İstediğin gibi olsun, Olga.” dedi sonunda. “Anlayamıyorum. Senin sevgin, sadakatin ya da saygın üzerindeki tüm hakkını kaybetti. Bu adam hem senin hem de kocanın canına ve şerefine karşı bir tehdit teşkil ediyor. Ümit ediyorum ki bir gün, onu savunduğuna pişman olmazsın.”

“Onu savunmuyorum, Raoul!” diye şiddetle araya girdi. “İnanıyorum ki ben de ondan en az senin kadar nefret ediyorum ama Raoul, ahh, insan kendi kanından olandan vazgeçemiyor işte.”

“Keşke bugün fırsatım varken kanından bir numune alsaydım onun!” diye kükredi De Coude acımasızca. “O ikisi kasten şerefimi lekelemeye kalkıştı, Olga.” Sonra da sigara odasında yaşananları karısına anlattı. “O yedi kat yabancı olmasaydı, başaracaklardı da. Üzerimden çıkan lanet olası kâğıtlara karşı benim delilsiz sözüme kim inanacaktı? Ben bile kendimden şüphe etmeye başlamıştım ki Mösyö Tarzan senin kıymetli Nikolas’ını sürüye sürüye getirip karşımıza dikti ve kurdukları o korkakça tezgâhı anlattı.”

“Mösyö Tarzan mı?” diye sordu Kontes, şaşkınlığı aşikârdı.

“Evet. Yoksa tanıyor musun, Olga?”

“Görmüştüm. Garsonlardan biri göstermişti.”

“Meşhur biri olduğunu bilmiyordum.” dedi Kont.

Olga de Coude konuyu değiştirdi. Garsonun, yakışıklı Mösyö Tarzan’ı ne sebeple ona göstermiş olabileceğini açıklamasının zor olabileceğini fark etmişti birdenbire. Hatta birazcık kızarmış bile olabilirdi; zira Kont, yani kocası, ona yüzünde tuhaf ve sorgular gibi bir ifadeyle bakıyordu. “Ah, suçluluk hissi kadar şüphe uyandıran başka bir şey daha yok!” diye düşündü.

4,15 zł
Ograniczenie wiekowe:
0+
Data wydania na Litres:
11 lipca 2023
ISBN:
978-625-6486-43-0
Wydawca:
Właściciel praw:
Elips Kitap

Z tą książką czytają