Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Kod Adı Türkistan: Mustafa Çokay»

Czcionka:

ÖNSÖZ

Mustafa Çokay, Türkistan milli mücadelesinin önde gelen isimlerinden birisidir ve kendini idrak ettiği ilk gençlik yıllarından son nefesine kadar, bu mücadele onun temel hayat gayesi olmuştur. Onun Seyhun boylarında başlayan hayatı, mücadelesinin büyüklüğüne uygun olarak, Taşkent’ten Petersburg’a, Orenburg’dan Paris’e kadar yaşlı kıtanın geniş topraklarının pek çok yerinde izler bırakmıştır. Mustafa Çokay’ın bu izleri mücadelenin gerektirdiği şartlara uygun olarak kimi zaman gazete ve dergi yazıları gibi gayet açık, kimi zaman da gizli yürütülmek zorunda kalınmıştır.

Mustafa Çokay’ın hayatı, adeta Türkistan millî mücadelesinin ana omurgasını oluşturmaktadır. Rusya Devlet Duması’nda aktif görev üstlenen, Türkistan Millî Muhtariyetinin Kurucu Meclis Başkanı, Millî Muhtariyetin Dışişleri Bakanı, daha sonra Devlet Başkanı, Alaş Orda Millî Muhtariyetinin Dışişleri Bakanı, Türkistan Cedidcilerinin siyasî önderi Mustafa Çokay, yaşana olayların en yakın tanığı ve pek çok olayın bizzat öznesi durumundaki şahsiyettir. Türkistan Millî Mücadelesinin siyasî mülteci sıfatıyla Avrupa’ya giden ve bu sıfatı Avrupa’da ilk kullanan kişi olarak Mustafa Çokay’ın hayatı, Sovyetler Birliği döneminde muhaceretteki Türkistan Mücadelesinin de ana eksenlerinden biridir.

Mustafa Çokay’ın hayatıyla tanıştığım günden itibaren bu hayatın, uğruna mücadele verdiği Türkistan halkları başta olmak üzere bütün dünyaya en iyi şeklide anlatılması gerektiğine inandım. Fakat böyle geniş bir coğrafyada büyük bir mücadele vermiş kahramanın vefatının üzerinden yıllar geçtikten sonra bu çalışmaları yapmak hiç de kolay değildi. Nitekim onun hakkında yazılan yazıların hemen hepsi bu bütüncü yaklaşımdan ve birikimden uzak, her biri Çokay’ın mücadelesinin bir kesitini yansıtan makalelerdi.

Çokay’ı en iyi anlatan belki de yine Çokay’ın kendisiydi. Onun Avrupa’da siyasî sürgün yıllarında bizzat yayınladığı veya yayın heyetinin içinde yer aldığı Yeni Türkistan ve Yaş Türkistan dergilerindeki yazdıklarını tek tek okudum. Yayınladığı Promete Dergisindeki yazıları ile diğer bazı yayın organlarında takma isimle yer alan makalelerini de inceleme imkanı buldum. 1998 yılında Yüksek Lisans tezi olarak savunduğum çalışma Mustafa Çokay’ın Hayatı, Faaliyetleri ve Fikirleri adıyla 2001 yılında Ankara’da yayınlandı.

Yüksek lisan tez çalışmam ve onu esas alarak yayınladığımız Mustafa Çokay kitabı, Türkiye’de bu konuda yapılmış ilk derli toplu çalışmaydı ve kendisinden sonra yapılacak yayınları da büyük ölçü de etkiledi. Oradan parçalar, bölümler alıntılanarak, bazen hiç değiştirilmeden yeni “bilimsel” makalelerin ve diğer yazılar kaleme alındı.

Biz Mustafa Çokay’la ilgili çalışmalarımızı devam ettirdik.

Biyografik bir eser yazarken, hayatı yazılan kişinin yaşadığı yerleri görmek, oralarda bulunmak bazen olayları anlamak ve yorumlamakta büyük imkanlar verir. Ben de imkan buldukça Mustafa Çokay’ın yaşadığı şehirleri ve o şehirlerde Çokay’la ilgili mekanları ziyaret etmeye özel önem verdim. Bu gayeyle Çokay’ın hayatında önemli şehirler olan Taşkent, Hokand, Kazan, Petersburg, Orenburg, Bakü, Tiflis, İstanbul ve Paris gibi şehirlerde Çokay’ın bulunduğu, yaşadığı, çalıştığı yerleri gördüm.

Edebî eserler okuyucuya ulaşmak bakımından genellikle bilimsel tarzda yazılan eserlerden daha şanslıdırlar. Belki daha kolay okunmaları ve okuyucunun kendisini edebî eserdeki kahramanlarla özdeşleştirmesi roman veya hikaye tarzında yazılan kitapları, okuyucu üzerinde etkili yapmaktadır. Ben de bu durumu dikkate alarak Mustafa Çokay’ın hayatını romanlaştırarak Mustafa adıyla yayınladım. Sonuç beklediğimiz gibi oldu ve romanın baskısı kısa sürede tükendi.

Mustafa Çokay’ın benim ve ailemizin üzerindeki etkisi, Mustafa kitabının Kazakistan’da yayınlandığı yıl doğan oğluma, bu değerli fikir ve mücadele adamının ismini vermemizle daha da derinleşti.

Elinizdeki eser ise Mustafa Çokay’ın hayatını edebî bir biyografi tarzında okuyucuya sunmaktadır. Bilimsel yazıların kuru üslubunu ve roman ve hikayedeki yazarın kurgu kısımlarını metine dahil etmemeye gayret ederek, bir Kazak obasında başlayan çocukluğundan ve II. Dünya Savaşı sırasında Berlin’de Türkistan esir kamplarında vefatına kadar, onun hayatı ve mücadelesindeki ayrıntıları atlamadan ama ayrıntılara da takılıp kalmadan kaleme aldık.

Bu vesileyle, tez konusu olarak vererek beni bu konuda çalışmaya yönlendiren değerli hocam Prof.Dr. İsmail Aka’ya hususi minnettarlığımı bildirmek isterim. Ayrıca pek çok kere görüştüğümüz ve Mustafa Çokay ve Türkistan Millî Hareketi konularında sorularımıza samimiyetle cevaplar veren, bu konudaki bazı bilgilere ulaşmamızda yardımlarını esirgemeyen Dr. Baymirza Hayıt, Prof.Dr. Ahmet Temir, ve Çokay’ın eşinin değerli elyazmaları ile bir çok arşiv belgelerini bize bırakan Hasan Oraltay’ı rahmetle anıyorum. Çalışmalarım sırasında büyük destek gördüm Prof.Dr. Timur Kocaoğlu ve Prof.Dr. Ahat Andican hocalarıma, arşivini bize açan pek çok makaleye dikkatimizi çeken değerli Ömer Özcan’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca Türkçe yayının redaksiyon işlerinde emeği geçen Ufuk Tuzman ve şair Ali Akbaş’a da minnettarım. Son olarak kitabı okuyucu ile buluşturan değerli Yakup Ömeroğlu’na ve Avrasya Yazarlar Birliği Bengü Yayınlarına şükranlarımı iletiyorum.

Uzun yıllar üzerinde emek verdiğimiz Kod Adı Türkistan: Mustafa Çokay kitabı, Türk bilim ve edebiyat çevrelerinde Mustafa Çokay’ın hayatı, fikirleri ve mücadelesi hakkında ne kadar büyük etki bırakırsa biz de onun manevî şahsiyetine karşı görevimizi yapmış olmaktan o derece memnun olacağız.

Ruhu şad olsun!

Prof. Dr. Darhan Kıdırali
17.07.2020

YUVA

Gürültüyü duyunca oturduğu yerden fırlayarak telaşla dışarı çıktı. Sokakta insanların tozu dumana katarak telaşla sağa sola koşuşturduklarını gördü, hiçbir şey anlamadı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınırken evin yanından koşuşturarak geçenler az kalsın onu ezeceklerdi. Tanıdık simalardı, komşu köylüler olmalıydı. Tedirgindiler, telaşlı ve yüksek sesle konuşuyorlardı. Koşuşturmalar yüzünden yere düşmüştü, gürültüyü duyan küçük annesi de arkasından koşturup gelmişti. Onu yerden kaldırıp kucaklayarak bağrına basmıştı, bir yandan da korkusunu alsın diye başparmağıyla damağını yukarı iteliyordu. Bahti’nin kendisine yakın olduğunu hissediyordu ancak bir türlü onu kabullenememişti. Sıkılıp kucağından fırladı ve yanlarına gelen babasının elini sımsıkı tuttu. O zaman anladı ki babası, üzgün ve çaresiz bir hâlde sessizce başını sallıyordu. İri yarı, güçlü kuvvetli bu adamın çaresiz hâlini görünce çok şaşırdı. Onun neye endişelendiğini, niçin üzüldüğünü anlayamamıştı.

Babası Çokay Biy,1 ağırbaşlı ve oldukça sakin bir adamdı. Uzun boylu, gür sakallı ve çevresinde saygı gören birisiydi. İki defa hacca giden Torğay Datka, Jumık Biy’in kızından dünyaya gelen oğlunun adını Şokmuhammed koymuştu. Peygamber ismini yersiz kullanmaktan çekinen yengeleri ise onu şımartarak Çokay diye çağırıyorlardı.

Bahtı, ilk çocuğu Sıddık gibi bu yavrusunu da birinci eşinin bakımına vermişti. Hiç çocuğu olmayan ilk hanımı da Çokay’ı kendi oğlu gibi çok sevmişti. Doğumundan itibaren kendisine bakan Baybişe,2 onun her hareketine, her davranışına çocukça seviniyordu. “Allah’ım, onu kem sözden ve kem gözden koru!” diyerek onun için her zaman dua ediyordu. Akşam olunca yanına alıp masallar anlatarak uyutuyor, bakım ve beslenmesini üzerine titreyerek yapıyordu. Koşturmaktan yorgun düştükten sonra dizlerine yatıp uyuyakalan yavrusunu ertesi sabah nazikçe uyandırıyor, geceden hazırladığı ciğer katılmış geleneksel Kazak yemeğini ve sıcak sütünü veriyordu. Orta boylu, etine dolgun Baybişe’nin gözlerinden bunları yaparken şefkat ışıkları yayılıyordu. Geceleri huzursuzlaşınca yerinden fırlayıp yanına geliyor, elleriyle ağrıyan yerini okşayarak sakinleştiriyordu onu. Bütün bunları uzaktan izleyen Bahti, doğurduğu evladın yanına yaklaşamıyor, oğlu için sadece içten içe dualar ediyordu. Ailedeki erkeklerin Mustafa diye çağırdıkları yavrusuna Kuması Baybişe’yi incitmemek için hiçbir zaman annelik sevgisini gösterememişti.

Çok eskiden beri süregelen ananelere uygun olarak babası onu kardeşi Osman’ın eğitimine vermişti. Böylece Bahadır amcası onu küçük yaşta yanına almıştı. Mustafa, Osman amcasına benzemek istiyordu çünkü cesur, uzun boylu, iri gövdeli, gür sesli, ciddi yüzlü amcasıyla gurur duyuyordu. Onun yiğitliklerini dinliyor, onun gibi olmayı hayal ediyordu. Özellikle amcasının on üç yaşında iken Hive Hanının safkan üç atını çapul etmesiyle ilgili hikâye onu kahramanlık hayallerine sürüklüyordu…

Bir seferinde amcasının, büyüklük taslayarak silahsız insanları ezmeye, halkı sindirmeye çalışan polis müdürünü kamçısıyla vurarak atından devirdiğini görmüştü. İşte o zaman fark etti ki, silahlı çar askerleri dâhi amcasının karşısında durmaktan çekiniyordu. Anasının anlattığı masallardaki kahramanlar gibi gördüğü amcasıyla gurur duyuyordu. Bozkır Kazaklarının saygı gösterdiği amcasına bakarak Mustafa da onun gibi bir bahadır olmak istiyordu. Yiğitlik yaparak halkına kol kanat germeyi, yurdunu düşmanlara karşı korumayı hayal ediyordu.

Komşu çocuklarla oynarken bu olay aklına geldiğinde;

– Benim amcam Canazar bahadırdan da güçlüdür diye övünüyordu.

Yanındaki çocukların kendine karşılık vermediğini fark edince de;

– Osman amcam Hacıbay bahadırdan daha cesurdur diyerek sesini daha da yükseltiyordu.

Biraz daha düşündükten sonra sonra ise;

– Kobılandı bahadırdan da güçlü bahadırdır o, deme cesaretini gösteriyordu.

Böyle basit şeyler için Kıpçak uruğunun (boyu) övündüğü bahadırlarının adlarını andığını duyan anası ise Allah’tan mırıldanarak af dilerdi.

Boyu ve görünüşü benzemese de Mustafa’nın azmi, kararlılığı, inatçılığı, şeref ve haysiyetine düşkünlüğü gerçekten de amcasına benziyordu. Lakin herkes onu anne tarafına daha çok benzetirdi. Ünlü bir bahadır olan dedesi askerlerin önünde sancaktarlık etmiş, anası Bahtı da savaş zamanında saçlarını erkek gibi toplayıp at binmiş ve er yürekliği ile tanınmıştı. Köyde otuzdan fazla ev vardı ve bunların çoğu birbiriyle akrabaydı. Köyün lideri ise Çokay Biy idi. Bundan dolayı bu bölgeye Çokay Biy’in avılı denirdi. Çokay hem biy hem de Rus Çarlığı’nın resmî köy yöneticisi olmasına rağmen bütün uruk halkı gibi mütevazı ve yoksul bir hayat yaşardı. Babasından tevarüs ettiği hayat tarzı dolayısıyla sırf zengin olmak uğruna mal ve mülk biriktirmemiş, çiftçilik yaparak bağ ve bahçe işleriyle uğraşmıştı.

Bozkır Kazakları ise otlakta yüzlerce hayvanlık sürüye sahip olmayanı yoksul sayıyorlardı. Çokay’ın ailesi çok cömertti. Köye gelen her konuk onların evinde ağırlanır, hatta kimileri çoluk çocuğuyla haftalarca konuk edilirdi. Tanrı misafirinin hiç eksik olmadığı bu evde sanatçılar ve ozanlar da ağırlanır, misafir edilirdi. Çokay’ın davetiyle Sırderya boyunun Bazar Cırav, Şadi Töre, Ergöbek, Turmağambet gibi ünlü ozanları ve destancıları kızıl kerpiçten yapılmış bu büyük eve uğrar, sabahlara kadar çalıp çığırarak yarenlik ederlerdi. Özellikle ünü bütün Orta Cüz’e3 yayılan Budabay’ın Yedi Ata Saçlı Hakkında uzun destanını yorulmadan dinlerlerdi. Bu destanlar, küçük Mustafa’nın zihninde ve gönlünde yer ediyor, hayallerini süslüyordu. Rus Çarlığı’na karşı mücadele eden, ulusunun özgürlüğü yolunda canını ortaya koyan Cankoca Nurmağambetoğlu’nun eşsiz kahramanlık hikâyesini tekrar tekrar dinlemek istiyordu. Belki de onun etkisiyle beş yaşındayken dombıra4 çalmayı öğrenmiş ve yine o yaşlarda alfabeyi bellemişti; ilk öğretmeni ise anası Bahtı olmuştu.

Zeki ve kabiliyetli bir çocuk olan Mustafa, üçüncü göbekten akrabası Almuhammed’in açtığı okulda eğitime başladı. Aliş amcasının, hükûmete iki kez resmî mektup yazarak özel izinle açtığı, evlerinin bitişiğindeki bu okulda Türk asıllı bir hocadan ders alıyordu. Tuhaf görünüşlü, nereden geldiği bilinmeyen, kaşları daima çatık, yüzü asık, kartal burunlu bu Türk hoca, Kuran’ı ezbere biliyordu. Bundan dolayı köy cemaati ona saygı duyuyor ve adını söylemek yerine Hafız diyorlardı. Mustafa da onun adını bilmiyordu. Sert görünüşlü bu hocası, farklı bir yeteneğe sahip olduğunu fark edince Mustafa’ya özel ilgi göstermeye ve eğitimiyle yakından ilgilenmeye başladı. Hocasının söylediklerini hemen kapan bu yetenekli öğrenci, işittiği her şeyi eksiksiz olarak anında tekrarlıyordu. Bu yeteneği diğer çocuklarca da takdir edilen Mustafa, çocuk yüreğiyle bundan kendisine bir övünç vesilesi çıkarıyordu. Annesi ve babası da onunla gurur duyuyordu. Bunun farkında olduğu için de eve gelen konukları hemen karşılıyor, onlar sormasa bile öğrendiklerini ezbere söyleyiveriyordu. Konukların kulak kesilerek dinlemesi onu sevindiriyor, kendisini övmeleri kıvandırıyordu. Fakat önemsenmeyince veya dinlenmeyince şevki kırılıyor, suratı asılıyordu. Bunun için herkes ona sevgiyle yaklaşıyor, onu üzmemeye çalışıyordu.

Her işte birinci olmayı hedefkeyen Mustafa, gördüğü özel ilgi ve eğitim sayesinde zengin bir hayal dünyasına sahip özgür bir insan olarak yetişiyordu.

İlkin Arap harflerini öğrenen Mustafa, Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak tecvitle kıraat ediyor, güzel sesiyle dinleyenleri duygulandırıyordu. Çok geçmeden ilmihal ve Arapça dil bilgisi öğrenmeye başladı. Daha sonra Ahmet İşan’dan5 Çâr Kitap, Mırza Bîdil, Sufi Allahyâr gibi ileri seviyede kitaplar okudu. Otuz yaşına yeni girmiş Ahmet İşan’ın yaştaş ve adaş oğluyla derste yan yana otururdu. Ahmet’in Mustafa’sı ona kıyasla daha çekingen ve kibardı. İkisi de “seçkin” anlamına gelen peygamber ismini taşımaktan gurur duyuyordu. Çağdaş eğitim yöntemlerini benimseyen Erimtöre onlara Kızıl Ev’deki okulda beşerî ilimleri öğretirken Ibıray Altınsarin adlı büyük öğreticiden sık sık bahseder, eğitim ve bilimin faydalarını anlatırdı. Rusça da bilen, ileri görüşlü bu öğretmeni, Aliş amcası özel olarak getirtmişti.

Bazen bunların bilgi derecesini ölçmek için İmam Ayım-bet de gelirdi. Yerinde duramayan Mustafa’ya bakıp: “Deden Torğay, Hive’de yöneticiydi. Hokand Hanlığı zamanında halkı yönetmiş Rus general ile anlaşmalar yapmıştı. Çok iyilik yaptı. Merhum ‘Benim iki kanadım var, biri ermiş İygilik, diğeri bahadır Canazar.’ derdi. Ben ermiş İygilik’i de, bahadır Canazar da tanıdım. Kimler geldi, kimler geçti bu hayattan… Babana Allah uzun ömür versin, sen doğduğunda kulağına ezan okuyup dua etmiştim. İsmini ise imam Ebubekir koymuştuk.” diyordu. Bazen “Şiir, şeytanın işidir. Peygamberlik yaşına girdin, hâline şükret, ünlü ozan Buvrabay’ı secdeye varmaya teşvik ettim ben.” şeklinde öğütler verirdi. Dersten sıkılan Mustafa ise böyle durumlarda aniden beklenmedik bir soru sorardı:

– Dede, kâfirin içtiği kâseden bir Müslüman da su içebilir mi?

– Eğer kâfirin burnu çok uzun ise ve kâsenin içindeki suya değer ise şeriata göre ondan su içilmez. Eğer burnu küçük ve basık ise, suya da değmezse o zaman suyu içebilirsin. Yoksa kâfir kızıyla mı evlenmeyi düşünüyorsun sen? Onlar can yakar, deyip gözlerini kısarak bakardı yaşlı imam.

O vakit çocuklar Türk Hoca’nın uzun burnuna bakarak kıs kıs gülmeye başlarlardı.

Mustafa böylece Almuhammed amcasından Rus alfabesini, babasından Kazakça yıl kayırmayı6 ve yıldız adlarını öğrendi. Sözün hakkını vererek konuşan hoşsohbet babası ona Torğay, Kuvatbay, Temir, Canay, Kilt, Kaldav, Arıs, Boşay ve Şaştı/Saçlı ataları ile uruk şeceresini öğretiyordu.

– Baba bizim uruğumuza neden Saçlı diyorlar diye sordu.

– Savaş zamanında kaybolan Kenceğul atamız, Allah’ın kudret ve yardımıyla uzun zaman sonra bulunduğunda upuzun saçlıymış, ermişlere benziyormuş, bundan dolayı Şaştı/ Saçlı adını vermişler.

– Peki, buraya niye göç ettik?

– Hım, “Arka’da istikrar varsa arkar7 neden göç etsin!” diye bir söz vardır. Bir taraftan Hokand, diğer taraftan Hive yönetimleri baskı kurdu ve sonunda Ruslar geldi. Bu karışık dönemde halk, kendini kurtarmak için dedelerimizle birlikte buraya göç etmiş. Şilik katliamından sonra deden Torğay’ın önderliğindeki Şaştı/Saçlı uruğunun bir kolu Evliya Toranğıl’a geldi. Halkın bir kısmı memlekette kaldı. Deden, Sulutöbe’nin batısından doğusuna doğru kanal bir açtırdı ve ev inşa etti fakat senin doğduğun yıl Sırderya taşınca bu Köksu’nun kenarındaki Narşoku’ya yerleştik.

Mustafa geçen günkü sohbeti hatırladı. Yaşlı amca Şayımbet, Sırderya’nın taştığına ve köyün su altında kaldığına üzülmüştü. İmam Ebubekir “Amca, her şey Yaradan’ın emrine tabidir. Takdir Tanrı’dan. Bu dünyada hiçbir şey öylesine sebepsiz olmaz. Kâinatın sırrını okuyabilene çevrede olup biten olayların hepsi bir işaret, bir uyarıdır. Yalnız onu da hissedebilmek lazımdır. Sırderya’nın suyu yükselip donmuş buz kütleleri erimişse o da bir işarettir belki.” demişti. Bunun neyin işareti olduğunu Mustafa geçen sefer sormadı ama aklına takılmıştı.

– Baba, Hokand hanı mı güçlü, yoksa Rus çarı mı?

– Hokand büyük bir hanlıktı fakat Kazaklara çok eziyet çektirdi. Kenesarı’yla savaştı. Birlik bozulup güç kaybolduktan sonra Rus çarı gelişmiş silahlarıyla geldi hanlığı yıkarak kendisine tabi kıldı.

– Peki, Hokandlılar ve Kazaklar birleşirlerse çarı yenebilirler mi?

Böyle sorulara babası cevap vermez sessiz kalırdı.

Çokay Biy dört yıllık köy okulunu iki yılda başarıyla bitiren bu zeki çocuğu, Rus okuluna vermek istedi. Bu meselede Rusça eğitim görmüş, devrin gereklerini anlayabilen kardeşi Almuhammed’in tavsiyesini dikkate alan Biy, yedi yaşındaki oğlunu Akmescit’e götürme hazırlıklarına başlamıştı. Bunu öğrenince duygulanan iki anası da oğulları gurbete çıkacağı için ağıt yakarcasına ağlayıp inlemeye başladılar. Onlara köyün birkaç kadını da eşlik edince feryatlar daha da yükseldi. Akrabaları, köylüleri, birlikte büyüdüğü arkadaşları çevresine toplandı ve ona hüzünle bakarak “Akmescit’te Rusça eğitim alacaksın, başına Rus şapkası takıp üzerine Rus giysileri giydirecekler. Artık Kazaklara benzemeyeceksin. Rusça konuşursun, Ruslaşırsın.” dediler. Pek fazla konuşmayan Türk Hoca ise usulca yanına sokularak “Rus okulunda boynuna zincirli haç takacaklar ve seni Hıristiyanlaştıracaklar.” diye kestirip attı. Bazıları ise “Biy ne yapmaya çalışıyor? Ne güzel Kuran okuyan çocuk Ruslaşmaz mı?” diye kendi aralarında fısıldaşıp dedikodu yapıyorlardı. Bunu duyan Mustafa’nın korkusu daha da artıyor, az önce şehirdeki okul hayatını düşünerek heyecanlanan yüreği hayal kırıklığına uğruyor, heyecanın yerini garip bir korku alıyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başlayınca hemen yolculuk hazırlığını yapmakta olan babasına gidip “Baba, sakın beni Akmescit’e götürme, Rusça eğitim almayacağım. Ben Rus olmak istemiyorum.” diye yalvarıp öfkeyle ağlamaya başladı. Bu kafa karışıklığının nereden kaynaklandığını anlayan babası, hıçkırıklara boğulmuş oğlunu bir kenara çekip yavaşça;

– Sen akıllı bir çocuksun, yavrum. Başkalarının boş sözlerine inanma. Sen analarının ve ninelerinin sözlerini dikkate alma, benim dediklerime kulak ver. Ben ne zaman senin bir kötülüğünü düşündüm? Hıristiyanlaşacaksın diye korkutanlar da kim? Sen Akmescit’e Rus olmak için değil eğitim almak için gidiyorsun. Rusça eğitim alanların hepsi mi dinden çıkıyormuş? Bak, Aliş amcanı görmüyor musun? Allah’a şükür, İslam yazısını ve Kuran’ı çok iyi öğrendin. Şimdi devrin gereklerine uygun olarak Rusçayı da öğrenmen gerek. Rusçayı öğrenirsen gelişirsin, millete faydalı olursun. O zaman malı mülkü, yeri yurdu yağmalanan, iliklerine değin sömürülerek zulüm ve işkence gören, kör itlerin öldüğü yere yani Sibirya’ya sürülen köylülere destek olursun. Eğer Rusça bilmezsen başkaları senin hakkını yer ve böylece zavallı ve ahmak durumuna düşersin. Almuhammed amcan da bu görüşte, diye öğüt verdi.

Omuzlarına bir nevi sorumluluk yüklercesine konuşan babasının sözleriyle Mustafa’nın korkusu birden kayboldu, yüreğine bir cesaret geldi. Düşününce Rus köylülerinin kendi evlerini nasıl yağmaladığını hatırladı. Sonraları da birçok kez zıvandan çıkan göçmen Rus çiftçiler, tarlalarını gasp ederek kendi aralarında paylaşmışlardı. Halk ayaklanmıştı lakin buna rağmen mesele yine Rus göçmenlerin lehine karara bağlanmıştı. Hukuk, yasa ve hükûmet onlardan yana olduğundan aklına eseni yapıp Kazakları soyuyorlardı. Polise şikâyet ediyorlar ve köy halkını sebepsiz yere öldüresiye dövdürüyorlardı. Çaresiz kalan Kazaklar ise Rusçayı ve dolayısıyla yeni idarenin kanunlarını bilmedikleri için Rus göçmenlerin yanında dilsiz gibi ellerini kollarını sallamaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Bu duruma aşırı derecede içerleyen Biy, dönemin gereklerine uyarak oğullarından birini Rusça mektebinde okutmaya karar vermişti. Yaşı çok küçük olmasına rağmen Mustafa meseleyi anlamış ve babasının sözlerine başını sallayarak cevap vermişti. Babasının kararını “tamam” diyerek onayladığının göstergesiydi bu.

Akrabalar arasında Çokay Biy’e kimse karşı gelemez, itiraz edemezdi. Dalayısıyla toplanmış kalabalık sessizce dağılmaya başladı. Anaları ağlayarak Mustafa’yı alnından öptüler. Mustafa çok duygulanmasına rağmen gözyaşlarına hâkim olmasını bildi. Çünkü babasının sözlerini zihnine iyice kazımıştı. Çokay Biy, oğlunu önüne oturtup “deh” diyerek atını mahmuzladı. Halk bir ağızdan hayırlı yolculuklar dileyerek arkalarından bakakaldı.

Akmescit’e pazar günü varan Çokay ile babası, kocaman bir binanın önünde durdular. Bu bir otel olmalıydı. Büyük şehre ilk kez gelen Mustafa, kaybolmak korkusuyla babasının eline sımsıkı yapışmıştı. Günlerden pazar olduğu için çok kalabalık olan şehri dolaşa dolaşa çarşıya geldiler. O güne değin hiç bu kadar insanı bir arada görmemişti. Pazardan babası gerekli eşyaları satın aldı. Parayı ilk defa o gün gören Mustafa’ya her şey ilginç görünüyordu, çocuk her şeyi meraklı gözlerle izliyordu. Etrafta koşuşturan insanlara, resmî kıyafetli memurlara, ağzını burnunu eğerek konuşan Ruslara şaşkın şaşkın bakarak öfkelendi. Gürültüden kulakları çınlayıp başı döndü. “Şehre hiç alışamayacağım, Rusça da konuşamayacağım.” diye düşünüp umutsuzluğa kapıldı.

Çokay Biy akşamleyin oğlunu da alıp bir dostunun evine gitti. Tatar asıllı bir tüccar olan arkadaşı, konuklarını açık yüreklilikle karşıladı, onurularına bir koyun kesti, onları güzelce ağırladı. Sohbet arasında babası ev sahibine şehre geliş sebebini anlattı ve oğlunu ona emanet etti. Mustafa’nın Rusça eğitim alacağını da söyleyince ev sahibi çok sevindi, bu kararı doğru bulduğunu bildirirken Mustafa’nın sırtını okşadı. “Müsait olduğun zamanlarda eve gel.” dedi. Bu teklife sevinen Mustafa evin çocuklarıyla tanıştı ve onlarla hemen kaynaşarak oyuna daldı. Tatar çocuklar Kazakçayı o kadar güzel konuşuyorlardı ki, Mustafa şaşkınlığını gizleyemiyordu. Sonra onun bu şaşkınlığı daha da arttı çünkü oyun oynamaya gelen Rus çocuklar da su gibi Kazakça konuşuyorlardı. Özellikle Vaska isimli çocuğun konuşması mükemmeldi, Mustafa’ya “Rusçadan ne biliyorsun?” diye sordu. Mustafa sessiz kaldı. Ne desin? Hiçbir şey bilmiyordu ki! Köylü çocuğun saflığından istifade etmek isteyen Vaska “Rusça öğrenmek istiyorsan ben öğretirim?” dedi. Sonra da;

– Kazakçada dede ne demek, diye sordu.

– Ata.

– Peki anne?

– Şeşe.

– O zaman aklında tut, atanın Rusçası atets, şeşenin Rusçası ise şeşets; anladın mı, dedi Vaska kurnazca.

– Anladım.

– Unutmazsın değil mi?

– Hayır unutmam.

Tatar çocuklar kendi aralarında gülüşüp eğlendiler. Mustafa ise Rusçanın bu kadar kolay bir dil olduğuna çok sevindi.

Ertesi gün okula gittiler. Görüştükleri Tatar öğretmen güler yüzlü bir adamı, babasıyla selamlaştı ve;

– Nereden geliyorsunuz, meseleniz nedir, diye sordu.

– Benim adım Torğayev Çokay, bu da oğlum Mustafa, burada okutmak için getirdim onu, dedi babası. Biz bu Perovsk ilçesine bağlı Grodekov bucağının 3 numaralı köyünden geldik.

– Ha, evet, sizin babanız Torğay Datka değil mi, adını duymuştum. Kendisinden çarlık coğrafyasında basılan kitaplarda söz edilmektedir. Böyle bir adamın uruğundan çıkan çocuğun da başarılı olması lazım, öyle değil mi, deyip Mustafa’ya baktı:

– Yazabiliyor musun?

Mustafa usulca başını salladı.

– Kaç yaşındasın?

Bu sefer ortama alışmaya başlayıp başını dik tutarak;

– Yedi yaşındayım. Pars yılında dünyaya geldim, diye cevap verdi.

Öğretmeni gülümseyerek başını okşadı ve çocuğu biraz övdü. Övüldüğü için keyfi yerine gelen Mustafa, Rusça bildiğini de söyledi. Çokay şaşkınlıkla oğluna baktı. Öğretmenin;

– Hadi söyle bakalım hangi kelimeleri biliyorsun deyince hiç vakit kaybetmeden;

– Ata , atets; şeşe, şeşets, dedi. Öğretmen de babası da güldü.

Öğretmenle konuşup anlaştılar. Okulun başlayacağı tarihi de öğrendikten sonra baba oğul birlikte köye geri döndüler. Köye geldiklerinde herkes onları şehir hakkında soru yağmuruna tuttu. Mustafa bütün gördüklerini övünçle kendi gözünden sırasıyla tek tek anlattı. “Hadi ya ne güzel!” diye hayranlıkla dinleyen arkadaşları ona gıptayla bakıyorlardı. Kendisi de şehri sevmiş ve bunun için Akmescit’te okuma kararı daha da pekişmişti. Şimdi bir an önce şehre dönmek istiyordu.

Artık hiç kimseyi gözü görmüyordu, “Her neyse yakında şehre gideceğim, okula başlamadan önce oyuna doyayım.” düşüncesiyle sabahtan akşama kadar dışarıda her türlü yaramazlığı yapıyordu. Ne yandan bakarsan bak ucu bucağı görünmeyen, yeryüzü ile gökyüzünün birleştiği engin bozkırlarda koşturup durdu. Amcası Sıddık’ın tayına binip yorgun düşene kadar dörtnala koşuşturmayı çok severdi ama bu sefer tay su kanalından atlarken yere düştü ve canı çok fena yandı. Bacağından sakatlandığı için köye dönemedi. Tayın eve yalnız döndüğünü görünce korkudan yürekleri ağzına gelen yakınları bağıra çağıra onu aramaya başladılar, hava kararınca ancak bulabildiler. Bu olaydan sonra tay gütmesi yasaklandı.

Bunun üzerine Mustafa arkadaşlarıyla birlikte buzağı gütmeye başladı. Ayaklarına kara su inene kadar bozkırlarda yorgun argın dolaşmasına rağmen yaramazlığı azalmayan Mustafa, arkadaşlarına öncülük eder, buzağıya binip sürerlerdi. Koşsun diye köyden ilaç getirip hem inatçı hem de küçük olan buzağılara sürerlerdi. Kırmızı biberle canı yanan buzağılar önlerine arkalarına bakmadan koştururlardı. Çocuklar bu manzaraya bayılır, kahkahaya boğulurlardı. Biber sürünce canı burnuna gelen buzağılar, kendilerine Sırderya’nın serin sularına atarlar, çocuklar da üstlerine binip yarışırlardı. Büyükler meseleden haberdar olup onları azarlarlardı ancak onların sözünü dikkate almayan Mustafa önderlik eder, oyunlarını sürdürürlerdi. Bazen demir yoluna gider orada oynarlardı. Hayli uzakta olmasına rağmen üşenmeden gidip telgraf direkleri boyunca yarışırlardı. Mustafa ise demir yolu üzerinden geçen trenlere binip çarın yaşadığı büyük, güzel şehre gitmek istiyordu. Büyüklerden bunlar vasıtasıyla çar ile görüşebileceklerini duymuş olan çocuklar, direklere tırmanıyorlardı. Tellere ulaşamayınca uzun direkleri kırbaçlıyor ve çarın yedi ceddine, bütün akrabalarına sövüyorlardı. Sonra dedikleri sanki çarın kulaklarına varmış da büyük iş yapmışlar gibi gururla köye dönüyorlardı.

Böylece yaz ayları çabucak geçiverdi. Sonbahar geldi ve Mustafa okul için hazırlanmaya başladı. Akmescit’e gidip eğitim alması gerekiyordu. Ancak yolculuk hazırlıkları yapmakta olan Mustafa aniden hastalanıp yatağa düştü. Çiçek hastalığına yakalanmıştı. Ateşi yükselmiş, geceleri deli gibi sayıklayan Mustafa’nın baş ucunda anası nöbet tutmuştu. Merhametli Baybişe’nin şefkatli ellerinde üç haftada tamamen iyileşmişti ama okula da geç kalmıştı. Ancak bütünüyle iyileşip ayağa kalktıktan sonra okul konusu tekrar gündeme geldi.

1.Biy: Göçer Kazak toplumunda anlaşmazlıları çözen, her konuda görüşüne başvurulan, gerektiğinde devlet yöneticilerine de danışmanlık yapan bilge kişi; aksakal.
2.Baybişe: Çok eşli adamın ilk karısına verilen unvan; başkadın.
3.Orta Cüz: Kazak ulusunu oluşturan üç büyük boydan biri.
4.Dombıra: Mızrapsız çalınan, iki telli, bağlamaya benzeyen Kazak millî çalgısı.
5.İşan: Hoca, şeyh, seyyit.
6.Yıl kayırma: On iki hayvanlı geleneklik takvime göre insanın yaşını hesplama işi.
7.Arkar: Dağ koyunu.
4,54 zł