Czytaj książkę: «Kahramanlık Mitleri»
BIRINCI BÖLÜM
ALGONKINLER VE IROKUALARIN KAHRAMAN-TANRILARI
Yenidünya’nın1 keşfi sırasında Hudson Körfezi ile Savannah Nehri ve Mississippi Nehri ile Atlantik kıyısı arasında uzanan geniş alanda, iki dil ailesinin üyeleri yaşıyordu: Algonkinler ve İrokualar. Bu iki halk hemen hemen aynı kültür sahasınaydı fakat mizaçları ve bilhassa da dilleri bakımından birbirlerinden ayrılıyorlardı. Fakat dini inanışları benzeşirdi.
1. Algonkinlerin Miçabo Miti
Mitleri korunmuş olan tüm Algonkin kabileleri arasında her türden gücün atfedildiği bir dev tavşandan bahsedildiğini görüyoruz. Bu dev tavşan, bütün hayvanların efendisiydi. İnsanlara balıkçılık ve avcılık zanaatlarını öğreten ilk öğretmendi. Algonkinlere dini ritüellerinin esrarlarını açıklayan oydu. Ayrıca onlara resim yazısını ve rüya tabirini öğretmişti. Ama bundan çok daha fazlası vardı. O yalnızca Algonkin ulusunun değil bütün insan ırkının atasıydı. Esasen, yeryüzünü yapıp üzerinde yaşayan her şeye hayat vermiş olan ilk yaratıcının ta kendisiydi.
Tavşan gibi sıradan ve zayıf bir hayvan için bütün bunların söylendiğini duyan ilk misyoner ve seyyahların, bu tür fabllardan açık bir küçümsemeyle bahsetmelerine ve böylesi saçmalıkları kayda geçirdikleri için bahaneler sunmadan bunları zikretmemelerine şaşırmamalı.
Fakat bana öyle geliyor ki görünürde zayıf olan bu hikâyelerin altında derin bir gerçek gizli. Yerliler bu gerçeğin anlamını büyük ölçüde unuttu. Ancak bunun başlangıçta gece ile gündüzün, kış ile yazın ve fırtına ile gün ışığının birbirini izleyişindeki fasılasız ve kudretli ritmi kıymetli imgelerle ifade eden asil bir mit olduğu ortaya konulabilir.
Bu hikâyelerden birkaçını ilk kaynaklarda anlatıldığı haliyle ve ham sadeliklerini göstermek adına hiçbir şey eklemeksizin alıntılayacağım. Ardından, bu ümit vermeyen cevherin, dilbilimsel analiz testine tabi tutulduğunda, hakiki mitolojinin saf altınını verip vermediğine bakacağım.
Ottawalar ve diğer kuzey Algonkinlerine göre her şey, yeryüzünün uçsuz bucaksız sularla kaplı olduğu bir dönemde başlamıştı. Bu sonsuz okyanusta bir sal süzülüyordu. Bu salın üstünde birçok hayvan türü bulunuyordu. Bunların kaptanı ve şefi ise Miçabo yani Dev Tavşan’dı. Hayvanlar, yaşayabilecekleri bir toprak parçası arzuluyordu. Bunun üzerine bu kudretli tavşan, suya dalıp ona küçücük bir çamur parçası getirmesi için kuzguna emir verdi. Kuzgun bu emre itaat edip uzun süre suyun altında kaldı. Öyle ki yukarı çıktığında bitkin haldeydi. Fakat suyun dibine ulaşamadığını bildirdi. O zaman Tavşan, susamurunu aşağı gönderdi ama o da yorgunluktan neredeyse ölü halde ve başarısız olarak geri döndü. Sal üzerindeki ahali büyük hayal kırıklığına uğramıştı çünkü kuzgun ile susamurundan daha iyi dalgıçlar bulmaları mümkün değildi.
Endişeyle bekledikleri sırada (dişi) misk sıçanı öne çıkıp suyun dibine inmeyi denemek istediğini bildirdi. Misk sıçanının teklifi alayla karşılandı fakat acil bir durumda ufacık bir yardım dahi değerli olduğundan Tavşan ona izin verdi ve misk sıçanı suya daldı. O da çok uzun süre aşağıda kaldı. Koca bir gün ve gece geçtiği halde geri dönmemişti. Bu yüzden kaybolduğunu düşünerek ondan ümidi kestiler. Ancak sonunda misk sıçanı su yüzüne çıktı. Baygındı ve sanki ölmüş gibi karnı şişmişti. Hemen onu salın üzerine çekip patilerine tek tek baktılar. Dört patisinin sonuncusunda küçücük bir çamur parçası buldular. İşte zafer! İhtiyaçları olan tek şey buydu. Misk sıçanı çok geçmeden kendine geldi. Dev Tavşan ise yaratma gücünü kullanarak küçük toprak parçasını şekillendirmeye başladı. Bu sırada toprak bir adaya, bir dağa, kırlara ve nihayet üzerinde yaşadığımız şu büyük yeryüzüne dönüştü. Dünya büyürken Tavşan da ne kadar büyük olduğunu görmek için dünyanın etrafında dolanıyordu.
Hikâyeye göre Tavşan eserinden halen memnun değildir. Bu yüzden hâlâ yolculuğuna ve çalışmaya devam etmekte, sürekli dünyanın etrafında dolanıp durmakta ve onu her an daha da genişletmektedir.
Saldaki hayvanlar çok geçmeden yeni yuvalarını buldular. Fakat yeryüzü henüz ağaçlarla kaplanmamış ve insanlar doğmamıştı. Dev Tavşan toprağa oklarını atarak ağaçları oluşturdu. Oklar, ağaçların kökleri oldu. Sonra bunları dallar haline gelecek olan başka oklarla yere mıhladı. İnsanlara gelince, bazılarına göre onları belli hayvanların ölülerinden yaratmıştı. Bu hayvanlar zaman içinde Algonkin kabilelerinin “totem”leri olmuştur. Fakat muhtemelen daha eski ve doğru bir hikâyeye göre ise Dev Tavşan, ona çok büyük bir hizmette bulunmuş olan misk sıçanıyla evlendi ve bu birliktelikten günümüzde dünyayı dolduran farklı insan ırklarının ataları doğdu.
Kendi yarattığı dünyaya bu şekilde getirdiği çocuklarını ihmal etmedi. Örümceğin sinekleri yakalamak için ağını nasıl yaydığını inceledi. Böylece balık tutmak için ağ örme zanaatını icat ederek bunu çocuklarına öğretti. Dev Tavşan’ın yerin içinde bulunan bir hazine evi vardı. Kimi zaman burada yaşardı. İşte Superior Gölü kıyısında bulunan bakır parçalarını bu hazine evinden çıkarmıştı.
Dev Tavşan, yaşamın efendisidir. Tehlikedeki bir kişiye rüyada görünürse bu, kıl payı bir kurtuluşun kesin işareti demektir. Av esnasında şans dağıtır. Bu yüzden avcılar ona yalvarır ve kaya yarıklarına ya da tek tük kaya parçalarının üzerine koydukları tütün ve diğer leziz şeyleri sunarlardı. Adı Dev Tavşan’dır ama ondan daima açıkça insan tabiatına sahip bir adam, bir dev, belki de bir yarı tanrı olarak söz edilir. İnsanoğlunun kudretli babası yahut ağabeyidir.2
İşte Algonkin kabilelerinin bunu ilk işitenlerce parçalar halinde bize aktarılmış olan ulusal yaratılış miti bu şekildedir. Peki, bu mitin bir anlamı var mıdır? Çocuksu bir masaldan fazlası mıdır?
Bilinçdışı söz oyunlarının bazılarının gerçek bir doğa mitini bozup bozmadığına bir bakalım. Belki de kişileştirme ve seslerin tahrif edilmesi gibi genel dil süreçleri gerektiği şekilde ele alındığında bu anlatıyı orijinal anlamına kavuşturmamıza yardımcı olur.
Algonkin dilinde Dev Tavşan’ın karşılığı Missabos olup “büyük, kocaman” anlamındaki mitchi veya missi ile “tavşan” anlamındaki wabos kelimelerinden oluşmaktadır. Fakat oldukça farklı algılara işaret eden ama wabos’a çok benzeyen bütün bir akraba kelimeler sınıfı mevcuttur. Bu kelimeler genel bir wab kökünden gelir. Bu kökten birbiriyle ilişkili anlamlara sahip şöyle kelimeler türetilmiştir: wabi “görüyor”, waban “doğu, şark”, wabish “beyaz”, bidaban (bid-waban) “şafak”, wában “gündüz, gün ışığı”, wasseia “ışık” vs. İşte Missabos adının gerçek manasını burada arayacağız. Bu kelime esasen Büyük Işık, Kudretli Kâhin, Doğu, Şafak Vakti gibi anlamlara geliyordu. Bunlardan dilediğimizi kabul edebiliriz zira hepsi de açık bir şekilde orijinal fikre, yani ışığı ve görme yeteneğini, bilgiyi ve yaşamı getirene işaret etmektedir. Zaman içinde bu anlam belirsizleşti ve kuzey kışlarında tüyleri beyaza döndüğü için, muhtemelen aynı kökten gelen tavşan fikri bunun yerini aldı. Böylece ışık miti bozularak bir hayvan masalına dönüştü.
Benzer bir analiz sayesinde misk sıçanının hikâyede oynadığı rolün açıklanacağına inanıyorum. İlkel okyanusun dibinden çamur parçasını getiren odur ve dünya işte bu çamurdan, şimdi Işık ve Gündüzün Efendisi olarak gördüğümüz kişi tarafından yaratılmıştır. Ardından misk sıçanı, Dev Tavşan’ın oğullarının annesi olur. Algonkin dilinde misk sıçanı anlamındaki kelime wajashk olup ilk harfi, “Nin nod-ajashkwe,” (“Misk sıçanı avlarım,”) cümlesinde olduğu gibi çoğu kez düşer. Hiç şüphesiz ki burada da seslerin tahrif edilmesi ve kişileştirme işin içine girip özgün basit ifadeye bir hayvanın şeklini ve adını vermiştir.
Bu ifade, güneş ışığıyla kurutulan ıslak çamurdan yeryüzünün oluşturulmasıdır. Yine güneş ışığıyla ısınan ve tohumlanan bu ıslak topraktan organik yaşam, hatta insanın ta kendisi doğdu. Hakikaten, pek çok mitolojide insan “topraktan doğmuş”tur, homo ab humo ve homo chamaigenes’dir.3
O halde Algonkinlerin kozmogoni mitine dair getireceğim yorum budur. Bu mitin fazla zarif olduğunu yahut eski dünya öğretilerini çok fazla anımsattığını söyleyerek itirazda bulunan mı var? Öyleyse cevabım şöyle olacaktır: Bu hikâyeyi kaydeden ilk seyyahlar ve onlara anlatan yerliler bunun manasını anlamamıştır ve bu mit, burada modern analiz metotlarıyla ele alınana kadar da hiç açıklanmamıştır. Dolayısıyla, bu mite Algonkin kabile tarihinin uzak bir döneminde yerli ve doğal bir menşe dışında bir şey atfetmek imkânsızdır.
Gecenin karanlığının ardından insan, doğuda yanan ışık sayesinde ilk önce nerede olduğunu öğrenir. İlk insan, yolu olmayan ormanlarda dolanıp dururken doğu, onun için uzaydaki sabit noktalardan birincisi ve en önemlisi olmuştu. Batı, kuzey ve güney yönleri onun sayesinde belirlenmiş, insanı karşılayan şafak vakti ondan yayılmış, muhteşem güneş onda doğmuştu. Doğu, ümit ve bilgiyle doluydu. Bu yüzden insan için hayat, ışık ve bilgelik tanrılarının yuvası haline gelmişti.
Dünyanın her yerinde bilinen ve insanların günlük yaşamları ve sağlıklarıyla yakından ilişkili olan sabit fiziksel bağıntılar tarafından belirlenmiş dört ana yöne gelince, bunlar neredeyse tüm eski mitlerde başlıca figürler halini almış ve ilahlar olarak kişileştirilmiştir. Rüzgârlar onlardan gelişlerine göre sınıflandırılmıştır. Ayrıca pek çok dilde dört ana yönün isimleri o yönlerden esen rüzgârlarla aynıdır. Fakat doğu öteki yönlere göre bir üstünlüğe sahiptir zira yalnızca doğu rüzgârının değil, aynı zamanda ışığın ve şafak vaktinin yuvasıdır. Bu yüzden mitlerde belirgin bir şekilde ağır basmaktadır. Ya kişileştirme yoluyla ana yönleri ve dört rüzgârı simgeleyen dört biraderin en büyüğü, en bilgesi ve en yeteneklisidir ya da Işık Tanrısı dörtlü gruptan ayrılmış olup onları yöneten beşinci bir kişi olarak karşımıza çıkar ve esasen hem ruhani hem de maddi dünyanın yüce hükümdarıdır.
İşte Algonkin halkının dimağında gerçekleşen ve iki mit döngüsünü meydana getiren zihinsel süreçler böyleydi. Bu iki döngüden biri, Wabun ya da Miçabo’yu dört ana yönle aynı isimlere sahip dört biraderden biri olarak tasvir ederken ikincisi ise onu kardeşlerinin üzerine yerleştirir.
Dört birader, Algonkin efsanesinde önde gelen karakterlerdir ve tüm Amerikan uluslarının mitolojisinde olağanüstü bir sıklıkla tekrar ettiklerini görürüz. Hakikaten, Mısır ve Hindistan ile Yunanistan ve Çin’in ve daha pek çok eski dünya ülkesinin kadim dini telakkilerinde bu unsuru rahatlıkla gösterebilirim ancak bu mukayeseleri, genel mitoloji prensiplerinden bahsetmek isteyenlere bırakıyorum.
En çok kabul edilen efsaneye göre bu dört erkek kardeş, tek doğumda dünyaya gelmiş dördüzlerdi. Anneleri onları dünyaya getirirken ölmüştü. İsimleri kabilelere göre değişse de genellikle pusuladaki dört ana yönün ismiyle aynıdır ya da bu yönlerle ilgilidir. Gündelik dildeki Wabun “doğu”, Kabun “batı”, Kabibonokka “kuzey” ve Shawano “güney” onlara verilen isimlerdir. Wabun onların şefi ve lideri olup kardeşlerine çeşitli görevlerini, özellikle de rüzgârları estirme görevini vermişti.
Bunlar, yaşadıkları toprakların her yanında Algonkin halkının birincil ve baş ilahlarıydı. Kaptan Argoll henüz 1610 senesinde, o zamanlar Potomac Irmağı’nın kıyılarındaki toprakların sahibi olan kabileleri ziyaret edip dinleri hakkında sorular sorduğunda yerliler şöyle cevap vermişti:
“Hepimizin içinde yaşayan tanrılar var. Baş tanrımız kudretli bir yabantavşanı kılığında bize sık sık görünür. Öteki dört tanrının görünür şekilleri yoktur fakat doğrusu onlar dünyanın dört köşesini tutan dört rüzgârdır.”4
Burada Wabun yani doğunun Miçabo’dan (missi-wabun) ayrı tutulduğunu, ayrıca tabii ve şeffaf bir süreç sonucu doğu ışığı doğu rüzgârından ayrıldığında ilk baştaki dört sayısının beşe çıktığını görüyoruz. Aşağıda ortaya koyacağım üzere Meksika’da Quetzalcoatl konusunda da tamamen aynı ayrışma gerçekleşmişti. Bu durum Quetzalcoatl’un kutsal beş köşeli yıldızı olan Yoel adlı yel değirmeninde görülmektedir.
Ayrıca bu gelişmeyi Peru sahilinde yaşayan Huaroçiri yerlilerinin bir mitiyle ortaya koyacağım. Onların rivayet ettiğine göre eşyanın başlangıcında Condorcoto Dağı’nın tepesinde beş yumurta vardı. Zamanı gelince bu yumurtalar açıldı ve içlerinden beş şahin çıktı. Bunlar her şeyin yaratıcısı Pariacaca ile biraderleri olan dört rüzgârdan başkası değildi. Sihirli güçleriyle kendilerini insana dönüştürüp mucizeler gerçekleştirerek dünyayı dolaştılar ve zamanla o halkın tanrıları oldular.5
Bu çarpıcı benzerlikler, dini düşüncenin birbirinden en uzak bölgelerde dahi nasıl aynı biçimde geliştiğini göstermektedir.
Miçabo’ya geri dönersek, Işık Tanrısı ve ayrıca Rüzgârlar ile onların getirdiği Fırtına ve Yağmurların Tanrısı olarak yüklendiği ikili tabiat, onu bu iki farklı açıdan gösteren iki mit döngüsünün oluşmasına neden olmuştur. Döngülerin birinde ışık tanrısı olarak karanlığı alt eden güçtür; dünyaya sıcaklığı ve güneş ışığını, insanlara ise bilgiyi getirmiştir. Bu tanrı, avcıların koruyucusu olmuştur zira avcılar yol alırken onlara rehberlik etmesi için ışığa ihtiyaç duyar ve istikametlerini daima dört ana yöne göre belirlerler.
Belli vakitlerde güneşin doğuşunu müjdeleyen sabah yıldızı onun için kutsaldı. Sabah yıldızının Ojibwav dilindeki ismi ise Wabanang olup Waban yani “doğu” kelimesinden gelir. Işık huzmeleri ise onun hizmetçileri ve ulaklarıdır. En doğuda yani “dünyanın kesilip koparıldığı yerde” oturup buhar kulübesinde etrafı gözleyen yahut da karanın dört tarafını çevirmiş uçsuz bucaksız okyanusta balık tutarak vakit geçiren Miçabo, mitte Gijigouai yani “Gündüzü Yaratanlar” denen bu ulakları yollar ve onlar da dünyayı aydınlatırlar.6 Miçabo asla güneşle özdeşleştirilmemiştir, Güneşte yaşaması da gerekmez fakat açık bir şekilde ışığın kişileştirilmiş halidir.7
Mitin bir versiyonunda Miçabo, ayın torunuydu. Babası batı rüzgârıydı, annesi ise kısa süren esintiyle mucizevi bir şekilde gebe kalan genç bir kızdı fakat onu doğururken ölmüştü. Gelgelelim, Miçabo bir annenin ilgisine gereksinim duymayacaktı zira muazzam bir beden gücü ve edinilmesi mümkün her bilgiyle donanmış olarak doğmuştu. Hemen babasına saldırdı. Böylece uzun ve müthiş bir mücadele yaşandı. “Her şey dağlarda başladı. Batı pes etmek zorunda kaldı. Oğlu onu nehirler, dağlar ve göller boyunca sürükledi. Nihayet dünyanın ucuna geldi. ‘Dur!’ diye haykırdı. ‘Oğlum, benim kudretimi ve beni öldürmenin imkânsız olduğunu biliyorsun.’” Batının, kudretli oğlunun üstünlüğünü kabul etmesiyle, dövüş sona erdi.8
Bu ince imgeler örtüsünün altında aydınlık ile karanlık, gündüz ile gece arasındaki günlük mücadelenin bir tasvirini görmemek neredeyse imkânsızdır. Bahsi geçen genç kız, bakire rahminden güneşi tüm ihtişamıyla doğuran şafak vaktidir. Ne var ki güneşin gelişiyle şafağın kendisi gözden kaybolur ve ölür. Bu mücadele günün ilk ışıkları dağ tepelerini yaldızlarken başlar ve batı, dünyanın ucuna sürüklenene dek devam eder. Yani bütün gün sürer. Akşamın sabahtan önce gelmesi gibi batının da mecazi olarak şafağı döllediği söylenebilir.
Hikâyenin bir diğer biçiminde batı, bir çakmaktaşı ve Miçabo’nun ikiz kardeşi olarak temsil edilmekteydi. Aralarında şiddetli bir düşmanlık vardı, çekişmeleri uzun ve dehşet vericiydi. Toprağın yüzü bu kudretli dövüşçülerin güreşi yüzünden yara bere içinde kalıp parçalanmıştı. Öyle ki yerliler, çayırlardaki devasa kayalıkları öfkeli biraderlerin birbirine fırlattığı silahlar olarak göstermekteydi. Nihayet Miçabo ikiz kardeşini alt edip onu parçalara ayırdı. Yeryüzüne dağıttığı bu parçalardan bereketli asmalar yetişti.
Çakmaktaşını tabiatın ilk yaratıcı kuvvetleriyle ilişkilendirerek sunan buna benzer bir mit, Amerika kıtasında Algonkinlerin memleketinden çok uzaktaki diğer bölgelerde de yinelenmektedir. Aztek takviminde Tecpatl yani Çakmaktaşı günü ve tanrısı belirgin bir yer tutmuştur. Aztek mitlerine göre eşyanın başlangıcında gökten bu tür bir taş düşüp bin altı yüz parçaya ayrılmıştı. Bu parçaların her biri bir tanrı olmuştu. Mayaların Hunpic-tok yani Sekiz Bin Çakıltaşı ile Kiçelerin Toh’u aynı ilişkilendirmeye işaret etmektedir.9
Çakmaktaşının bir parça pirite sürtüldüğünde kıvılcım çıkaracağı biliniyor olsa da muhtemelen bu çağrışım, çakmaktaşının ateş yakmakta kullanılmasından kaynaklanmıyordu. Zira çakmaktaşı, ok ve mızrak başlarının yapımı için her yerde kullanılıyordu. Yanıp sönen ışıklar, şimşek ve aniden fırlayıp şiddetle çarpan her şey; hızla atılan ok veya vın diye geçip giden mızrağa benzetiliyordu. Bu bilhassa şimşek fenomeni için geçerliydi. Her gök gürültüsünde gökyüzünden bir taş fırlatıldığı inancı İngilizcedeki thunderbolt (“yıldırım”) kelimesinde görülmektedir. Bugün dahi pek çok ülkedeki eğitimsiz halk belli taş formlarının bu kaynaktan geldiğini söylemektedir. Gök gürültülü fırtınaya eşlik eden tazeleyici yağmur, bitkilere yeni bir hayat aşılayıp yazın kuraklıktan kavrulmuş toprağı yapraklar ve çimlerle örter. Aynı şekilde, mitte çakmaktaşı parçalarının bereketli asmalara dönüştüğü şeklindeki ifade de ilk önceleri yaz sağanaklarının toprağı bereketlendiren etkilerini ifade eden açık bir metafordur.
Bu mitte Işık Tanrısı Miçabo, yerli düşüncesinde hâlâ karanlığa ait güçlerle savaş halinde olarak gözükmektedir. Ama bu artık gecenin değil gökyüzüne doğru yığılarak gündüzün gözünü kör eden yoğun ve kasvetli bulutların karanlığıdır. Miçabo’nun silahları şimşek ve yıldırımdır. Elde ettiği zafer ise yarattığı dünyanın faydasına çevrilir.
Bir Ojibva mitinde bu, daha da açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Mitte anlatıldığına göre eski zamanlarda muazzam bir yılan vardı. Tüm yılanların kralıydı ve evi ise Büyük Göller’deydi.10 Sihirli güçleriyle suları artırmaya başlayarak toprağı taşkına uğrattı ve yeryüzünü bütünüyle su altında bırakmakla tehdit etti. Bunun üzerine Miçabo gün doğumunda kanepesinden kalkıp devasa sürüngene saldırdı ve okunu fırlatarak onu öldürdü. Yılanın derisini yüzdü. Sonra bu savaş ganimetine bürünerek diğer yılanların hepsini güneye sürdü.11 Güneyde yani Ojibvaların ülkesinde şimşek son olarak sonbaharda görüldüğünden ve Algonkinler hem dillerinde hem de resim yazılarında şimşeğin zikzak şeklindeki yolunu yılanın12 kavisli hareketine uyarlamaya alışmış olduğundan bu mitin meteorolojik karakteri çok açıktır.
Dolayısıyla, Angonkinlerin kahraman-tanrısı Miçabo’nun hem ışık ile gündüzün ve rüzgârlar ile yağmurların tanrısı hem de insanlığın yaratıcısı, eğitmeni ve öğretmeni olduğunu görürüz. İsminin kökeni, mitolojik bir varlık olduğu en eski formunun ışık tanrısı olduğunu şüphe götürmez biçimde göstermektedir. Sonraları rüzgârlar ile fırtınaların tanrısı, yani hava akımlarının göksel mücadelesinin kahramanı olarak daha tanıdık hale gelmiştir.
Bu, Aryan dininin erken zamanlardaki dönüşümlerinde izleyebildiğimiz değişikliğin tam olarak aynısıdır. Burada da bir zamanlar Hint-Avrupa ailesinin tüm üyelerine mahsus olan eski gök ve ışık tanrısı Dyâus, daha yerel ilahlar olan Indra, Zeus ve Odin’e yol vermiştir. Bunlar fırtına ve rüzgâr ilahları olmakla birlikte nihayetinde o kadim ilahın diğer görünüşlerinden ibarettir ve dini bakımdan onun yerini işgal etmiştir.13 Kadim mitolojiyi kavrayabilmek için bu iki katmanlı karakteri anlamak ve birinin ne kadar doğal bir şekilde ötekine karışıp yine ondan kaynaklandığını takdir etmek esastır.
Bilinen dinlerin neredeyse hepsinde kuş, gökyüzünün, bulutların ve rüzgârların bir sembolü olarak kabul edilir. Bu yüzden, Algonkinlerin kuşları bilhassa da öten kuşları Miçabo için özellikle kutsal saydığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Miçabo kuşların babası ve koruyucusuydu. Şafak sökerken gündoğusunu evinden bizzat yollardı. Karanlık ve soğuk diyarlardan esen yıldız yelini yaratması için de bir baykuşu görevlendirmişti. Buna karşılık, güneşli güneyden esen rüzgâr ise kelebek tarafından gönderilirdi.14
Dolayısıyla, Miçabo kimi zaman ışık tanrısı kimi zaman da rüzgâr tanrısıydı. Rüzgârlar yağmurları getirdiğinden, Miçabo’dan bazen de suların tanrısı olarak bahsediliyordu. Balık avlanacak alanlar ve kunduz barajları olsun diye göllerin havzalarını oyup nehirlere şelaleler kurduğu söylenir.15
Öğretmen ve eğitmen sıfatıyla, Amerikan yerlilerinin atalarına hangi kök ve bitkilerin ateş yakmaya uygun, hangilerinin ise şifalı olduğunu gösteren Miçabo’ydu. Onlara ateşi verdi ve köylerinde ateşin asla tamamen sönmesine izin vermemelerini nasihat etti. Meday yahut geleneksel dini törenin kutsal ayinleri onun tarafından belirlenip öğretildi. Mısır onun armağanıydı. Keyifli tütün içme sanatı da onun icadıydı.16
Hikâyeye yapılan ilginç bir ek, Delaware Nehri civarına yerleşen ilk İsveçli yerleşimcilere yine bu nehrin kenarında yaşayan Algonkin kabileleri tarafından anlatılmıştı. Yerliler, ev yaşamları ve avcılığa dair çeşitli zanaatların onlara çok uzun zaman önce saygıdeğer ve belagat sahibi bir adam tarafından öğretildiğini söylüyordu. Bu adam uzaktan gelmiş ve onlara bilmek istedikleri her şeyi öğrettikten sonra gitmişti. Fakat bir başka bölgeye gitmiş ya da ölümün tabii yolunu izlemiş değildi. Aksine gökyüzüne yükselerek oradan ayrılmıştı. Algonkinler, bu kadim ve iyiliksever öğretmenin uzun sakallı olduğunu da eklediler.17 Bu son özelliği sakallı Avrupalıları gördükten sonra eklediklerinden şüphelenebilirdik fakat kıtanın başka bölgelerindeki mitlerde ve bu yeni kıtanın keşfinden çok önce tamamlanmış eski sanat eserlerinde sık sık karşımıza çıkıyor olması bunun için başka bir açıklamayı gerektirmektedir. Kahramanları pek çok kez “doğudan gelen beyaz ve sakallı adamlar” olan daha güneydeki mitlerden bahsederken bunun ne olduğunu ele alacağım.