Czytaj książkę: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA»
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
ATEŞ ETME İSTANBUL
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
BİN LOTLUK CESET
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Aysel “Ünal” Oker için.
Her şeye ama her şeye teşekkürlerimle…
Bölüm 6.1
Ölmedim.1
Yok, ölmedim.
Tabancanın sesini çok sonraları hatırladım. Nasıl boğuştuğumuzu da. Gençti Cenk Bozer. Korkmuştu belki yaptığından. Heyecanlıydı. Çok direnemedi anlaşılan. İyi hatırlamıyorum. Bir şeyler yaptım can havliyle. Apartmanın ince duvarları gürültümüzü dışarılara taşıyınca, apartman yöneticisi emekli asker dostum kapıya dayanmış, bir iki komşuya sonradan anlattığına göre. Kapıyı açar açmaz yere yığılmışım tabanca elimde. Kanlar içinde. Zor yetiştirdik diyor hastaneye. Polisleri hatırlıyorum bir de. İyi davrandılar. Haber ertesi gün gazetelerde çıkınca, Kadir Güler kulaklarına bir şeyler üflemiş olmalı. Cenk Bozer daha o akşam çözülmüş. Evi kimse aramamış her şey ayan beyan ortada olduğu için. Ama taşınmam farz oldu o akşamki patırtıdan sonra. Gülendam Şenalp’le Yıldız Turanlı etrafımda dört döndüler hastanede. Reklamcı arkadaşımın bulduğu avukata göre, haneye tecavüz yüzünden yırtarmışım darp suçlamasından.
İyiyim yani.
Bölüm 6.2
Telefonun çalması sanki bana biraz daha zaman kazandıracaktı, iyi oldu. Yıldız Turanlı’yla, evimde telefon çalmasının dünyanın en acayip işi olduğunda hemfikirmişçesine bakıştık. Gülümsemesiyle izin verdi bana. Kalktım yerimden. İkinci çalışta telefonun yanındaydım. Üçüncü kez çalmasına fırsat vermeden kaldırdım telefonu.
“Efendim!”
“Merhaba,” dedi reklamcı arkadaşımın sesi.
“Merhaba,” dedim. Bir tahmin yürüttüm içimden. Ya yarın sabahki çalışmaya gelmeyecekti, utancından hocayı aramak yerine beni arıyordu ya da gelecekti, benim de mutlaka gelmemi garantiye almak istiyordu. Bense kendimi iyileşmiş kabul ettiğimden beri hiçbir çalışmayı kaçırmıyordum.
“Evdesin?” dedi reklamcı arkadaşım.
“Kısa kes,” dedim Yıldız Turanlı’ya doğru bakarak. Ayağa kalkmış, pencereden dışarıyı gözlemliyordu.
“Ne o lan?” dedi reklamcı arkadaşım. “Seni tanımasam iş üstünde diyeceğim. Ne oluyor?”
“Kısa kesmeyeceksen sonra ara,” dedim.
Bir an sessizlik oldu karşı tarafta.
“Aksilenme,” dedi. “İlgilenirsen bir iş var diyecektim.”
Her şeyde bir hayır vardır, dedim içimden.
“Dinliyorum…” dedim telefona.
“Bir arkadaşım…” dedi reklamcı arkadaşım. “Daha doğrusu meslektaşım. Onun da ajansı var yani. Seninle ahbaplığımızı anlatmıştım çok önce. Aikido falan… Dün babasını kaybetti. Seninle bir konuşmak istiyor.”
“Başı sağ olsun ama,” dedim, “cinayetlere polis bakıyor bu memlekette.”
Yıldız Turanlı’nın omuzlarının dikildiğini gördüm aramızdaki beş metreye karşın. Belki de başka bir sözcük kullanmalıydım, dedim içimden.
“Saçmalama,” dedi reklamcı arkadaşım. “Adamcağız eceliyle öldü. Kalp krizi yani. Bayağı yaşlıydı zaten. Tanımam ben ama.”
“Eeee?” dedim.
“Arkadaşımın kafası karışmış…”
“Neden?”
“Önce geveledi biraz. İşte, kafası karışmış, hiç anlamadığı bir şey varmış falan. Üsteledim biraz. Bir şey söylemedi. Sonra lafı sana getirdi.”
“Evet,” dedim yeniden.
“İçinin rahat etmesi için ne kadar harcaması gerekirse karşılamaya hazır olduğunu söyledi. Laf aramızda, benden zengindir. Krizden en önce çıkan ajans belki onunki.”
“İyi,” dedim.
“Sen ‘he’ dersen numaranı vereceğim, arayacak.”
“Nasıl çalıştığımı söyledin mi arkadaşına?” dedim.
“Canım çok evvelden şişirmiştim seni yeteri kadar,” dedi reklamcı arkadaşım.
“Numaramı verebilirsin,” dedim. “Ama söyle, hemen aramasın, bir yarım saat versin bana.”
“Tamam,” dedi reklamcı arkadaşım. “Yarın geliyor musun? Oğlanın derdi neymiş, merak ettim. Anlatırsın.”
Anlatır mıydım çok emin değildim. Bunu ona söylemedim.
“Geliyorum,” dedim. Telefonu yerine koydum.
Yıldız Turanlı pencereden bana doğru döndü. Şiddet içeren bir dönüştü bu.
“Yarım saat yeterli mi?” dedi. Gözlerinde ateş vardı.
Baltayı taşa vurdum, dedim içimden. Hem de sert taşa.
“Yarım saat yeterli mi?” diye tekrarladı. İki elini beline koymuştu. Aynı cümleyi tekrarlaması gözlerindeki ateşi azaltmadı.
“Ne için?” dedim.
“Beni yeniden çalışmaya başlamak zorunda olduğuna ikna edip sepetlemen için,” dedi.
“Sepetlemek ağır kaçtı,” dedim.
“Ona takılma,” dedi. “Cümlenin ilk yarısına nasıl itiraz edeceksin?”
“Çalışmaya ihtiyacım var,” dedim.
“Bu sefer kurşunu nerenden yemeye ihtiyacın var?” dedi. Sesinin tonu bir önceki cümlesine göre daha yüksekti.
“Her zaman olmaz,” dedim.
“Doğru,” dedi, daha da yükselen bir ses tonuyla. “Gelecek sefer daha can alıcı bir yere değer kurşun, iş kökünden hallolur. Ben de rahatlarım, sen de rahatlarsın.”
“Abartıyorsun,” dedim.
Abartmadığını biliyordum halbuki.
“Abartmadığımı biliyorsun,” dedi.
“Her işin riskleri var,” dedim.
“Doğru,” dedi. Pencereden salonun ortalarına doğru yürüdü. Başını yere eğmişti. Ayaklarının ucuna bakıyordu sanki yürürken. Ağır bir söz yumurtlayacak, dedim içimden. Sırtımı duvara yasladım. Belki de zamanı gelmişti. Hayat böyleydi işte, sen konuşmazsan başkaları konuşurdu. Sen davranmazsan başkaları davranırdı. Bekledim.
Yürüyüşünü ani bir karar vermiş gibi yarıda kesti Yıldız Turanlı. Koltuğa oturdu birden. Her zaman oturduğuna değil ama. Benimkine.
“Bana bak Remzi Ünal!” dedi.
“Bakıyorum,” dedim.
Sehpanın üzerindeki paketten bir sigara aldı. Dudaklarına yerleştirdi. Bu daha kötüye işaretti. Etrafta sigarasını yakacak bir şey aradı. Sonra bana baktı. Cebimdeki çakmağı çıkardım, yavaşça fırlattım. İki bacağının arasında gergin duran eteğine düşmesine izin vermeden yakaladı. Sigarasını yaktı.
“Bak Remzi Ünal,” dedi yeniden.
Bu kez cevap vermedim. Kocaman bir nefes çekti sigarasından. Konuşmaya başlamadan önce ağzından saldı dumanları. Dumanlar tavana doğru yükseldi, benim daha önceden saldıklarımın arasına karıştı.
“Sen hastanedeyken…” diye başladı deminkinden çok daha alçak bir ses tonuyla. “Ses hastanedeyken…”
Gerisini getirmekte zorlanıyormuş gibi ağzını büzdü.
“Allah kahretsin!” diye bağırdı birden.
Bir sigara da ben yaksam, dedim içimden. Vazgeçtim sonra. Arkadan gelecekleri dikkatle dinlemem gerekiyordu, bunu çakmıştım.
Yıldız Turanlı dosdoğru gözlerimin içine bakmaya karar verdi konuşmaya başlamadan önce. Nefes falan almadı kendisini toparlamak için.
“Seni sevdiğimi o zaman anladım, tamam mı?” dedi.
Ne dedi, ne dedi, dedim içimden.
“Sen, dünyanın âşık olunacak en son adamısın, Remzi Ünal,” diye devam etti Yıldız Turanlı. “Dünyanın en son adamı, anladın mı? Ama fark etmez dedim, ölmesin, bir tarafı sakat kalmasın yeter dedim, bir yolunu buluruz dedim, duygularını belli etmekte zorlanıyor dedim. Yaşından…”
Yüzüme baktı. En az eteği kadar gergin olmalıydı yüzüm.
Sigarasından bir nefes daha çekti. İşin zor kısmını atlatmış gibi hissediyordu kendini, eminim. Ben de olsam öyle hissederdim.
“… Benden daha büyük olması canını sıkıyor olabilir dedim…”
Çok ileri gidip gitmediğinden emin olmadığı için gereğinden uzun bir es verdi. Sigarasını kül tablasına bırakmakla süsledi bu sessiz arayı.
“Çok daha büyük…” diyerek doğrusunu söyledim araya girip.
“Her neyse…” dedi, eliyle kafasının etrafında salınan yeni dumanları kovalayarak. “Hallederiz dedim. Direnirim dedim. Hayal bile kurdum. O reklamcı arkadaşının tanıdığı bir sürü şirket var. Birinde güvenlik şefi falan olur dedim… Bir bankada falan…”
Bende çıt yoktu.
“Senden çıt yok haftalardır,” dedi Yıldız Turanlı. “Tamam dedim, adam yalnız yaşamaya çalışmış bunca senedir. Yavaş yavaş dedim.”
Hiç gereği yoktu ama hafifçe gülümsedim.
Yıldız Turanlı hafifçe gülümsememin ne anlama geldiği konusuna hiç takılmadı. Söyleyecekleri bitmemiş, üstelik zor bitermiş gibi hızlandı.
“Ama benim de sabrımın bir sınır var,” dedi. “Bu akşam umutlandım. Yemek dedin. Evimde dedin…”
Yerimde karnım ağrıyormuşçasına kıpırdandım.
“Oynama yerinden,” dedi kızgın bir bakış atarak bana. “Zurnanın zırt dediği yer geldi, dinleyeceksin…”
“Dinliyorum,” dedim.
“Mumlar falan yoktu masada, tamam, daha erken, biraz laflar, sonra birlikte kurarız masayı. Üstelik senin tarzın değil, belki hiçbir şey söylemeden söyleyecektin söylemek istediklerini, oturur beklerdim. Pas atılacak yerde pas atardım. Akşamın programı buydu; güzeldi. Sonra ne oldu birden? Zırr telefon, beyimiz yeniden işe döndü. Yeniden kovalamaca, yeniden kavga, yeniden kurşunlar.”
“Daha belli değil işi alacağım,” diye girebildim araya. Bir etkisi olmadı.
“İşi alacağını daha telefonda ağzının sulanmasından anlayacak kadar tanıdım seni Remzi Ünal,” dedi söylediklerimi duyduktan iki mikro saniye sonra. “Bana maval okuma!”
“Alacağım, tamam,” dedim.
“Hiç olmazsa dürüstsün,” dedi.
“Beni biraz dinler misin?” dedim.
“Bunca zamandır başka bir şey yapmadım,” dedi. “Yani konuştuğun zamanlar.”
“Biraz daha iyi dinle,” dedim.
“Öt!” dedi.
Gözlerime bakıyordu. Gözlerimin içine, taa derinlere bakıyordu. Onu kandırmaya çalışırsam anlayacak gibi bakıyordu. Onu kandırmaya girişmedim. Onu kandırmak gelmedi içimden.
“Ben de çok düşündüm,” dedim. Sustum sonra.
“Eee?” dedi, ‘hepsi bu mu’ der gibi yüzüme bakarak.
Neyi, nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Zordu.
Yüzüme bakmaya devam etti Yıldız Turanlı.
İnsanın söyleyecekleriyle daha söylemeden hesaplaştığı anlar vardır. Bu anlardan biriydi. Kafanıza doğru sıradan bir Shomen Uchi sallayan uke’nizle yaşadığınıza çok benzeyen bir an. Ne yapacağınızı bilir uke’niz, yine de yapar. Siz ne yapacağınızı bilirsiniz, karşınızdakinin de bildiğini çok iyi bilirsiniz. İşin kötüsü, ne yapacağınızı bilen saldırganınız izin verir size. Yap yapacağını der, karşıla, kontrol et, eklemlerimi direnemeyecekleri açılarda bük, gücümü bana karşı kullan, kilitle beni, fırlat beni, ne yapacaksan yap. İyi yap ama. İyi yapmaya çalışırsınız. Yaptıklarınıza izin verdiği için içinizden ona teşekkür ederek. Sıranın ona geleceğini bilerek.
Söyleyeceklerimle tam olarak hesaplaşamadığımı biliyordum. Konuşmam gerekiyordu ama. Daha fazla bekletemezdim uke’mi. Sıra ona da gelecekti. Konuşmam gerekiyordu. Küçük bir nefes aldım.
Tam ağzımı açacakken telefon çaldı. Yıldız Turanlı’nın yüzü gerildi. Daha da gerildi. Bir telefona, bir ona baktım.
Eşşoğlueşek herif bekleyemedi yarım saati, dedim içimden. Ya da reklamcı arkadaşım söylemedi ona yarım saat izin istediğimi. Yıldız Turanlı bekliyordu. Ben de bekliyordum. Yüzünde anlayışlı bir gülümseme bekliyordum. Beklediğimi görmedim.
Telefon bir daha çaldı. Hiç beklemediğim bir üçüncü kişi saldırısıyla karşı karşıya gibi hissettim kendimi. Yılların içgüdüsüyle telefona doğru bir adım attım. Yıldız Turanlı ayağa kalktı. Kül tablasındaki sigara benmişim gibi hırsla bastırdı ateşi, iki parmağıyla birden ezdi, söndürdü. Attığım adımı geri alamadım.
Elimi telefonun ahizesine götürdüm, biraz sonra sakin sakin konuşacak olan ben değilmişim gibi kaldırdım. Yıldız Turanlı’nın kararlı adamlarla salonun kapısına doğru yürümesini seyrettim bir yandan.
“Dur, gitme!” diyemedim arkasından. Diyebilirdim oysa. Telefonu yerine koyabilirdim. Arayan bir daha arardı. “Dur, gitme!” diyebilirdim filmlerdeki gibi. Diyemedim.
Telefonun ahizesini iyice yapıştırdım kulağıma. Derin bir nefes aldım konuşmadan önce. Buna ihtiyacım vardı.
“Efendim,” dedim en efendi sesimle.
Salonun açık kapısından Yıldız Turanlı’nın mantosunu giymeye çalıştığını görebiliyordum. Benim tarafıma hiç bakmıyordu.
“Remzi Ünal lütfen,” dedi sesi kendisinden daha az görmüş geçirmişe benzeyen bir sekreter.
Yıldız Turanlı ayakkabısını giyerken eğildi.
Başlıyoruz, dedim içimden. Ya da bitiriyoruz.
“Benim.”
“Remzi Bey, değil mi?” diye ısrar etti kız.
Dış kapının önce açıldığını, sonra kapandığını duydum. Gereğinden biraz sert kapandı kapı. Başlıyoruz dedim ya, dedim içimden. Gitti giden.
“Benim,” dedim yeniden.
Derin bir nefes daha aldım. Bu birincisinden daha iyi geldi. Sanki damağımda duydum hara’ma kadar indirdiğim oksijenin kokusunu.
“Noyan Bey görüşmek istiyordu Remzi Bey,” dedi kız. “Telefonunuzu…”
Sözünü kestim.
“Telefonumu kimden aldığını biliyorum Noyan Bey’in,” dedim. “Bağlayın lütfen.”
“Hemen efendim,” dedi kız. “Bir saniye bekleteceğim sizi.”
Bir saniye bekledim. Bağlanmadı tabii. Biraz daha bekledim. Giden gitmişti nasıl olsa.
“Remzi Bey?” dedi telefonda bu kez sahibinin ne yaşını ne görüntüsünü yorumlamama izin vermeyen bir erkek sesi.
“Benim,” dedim üçüncü kez.
“Adım Noyan Sert,” dedi adam. “Bana yardım etmeyi kabul ettiğinizi duyunca çok sevindim.”
Cevap vermedim. Telefon kulağımda, ayak değiştirdim sadece. Yıldız Turanlı merdivenleri yarılamıştır çoktan, diye düşündüm.
“Telefonda mı anlatayım derdimi, yoksa karşılıklı görüşmek mi istersiniz?” dedi Noyan Sert.
Artık bir cevap vermem gerekiyordu. Bir kez daha ayak değiştirdim.
“Bir özetleyin,” dedim. “Gerekirse ayrıca konuşuruz.”
“Bu benim de işime gelir,” dedi Noyan Sert. “İlk izleniminizi hemen duymak isterim.”
Noyan Sert malı biraz görmek istiyordu almadan önce. Haklıydı elbette.
“Dinliyorum,” dedim.
Bir an sessizlik oldu telefonda. Sonra reklamcı arkadaşımın cumartesi çalışmalarından sonraki kahvaltılarda, önem verdiği bir şeyi anlatırken takındığı tavra benzer bir biçimde konuşmaya başladı Noyan Sert.
“Mesele basit aslında,” dedi. “Belki de ben abartıyorum. Kafam karıştı gerçekten. İçimin rahat etmesi için…”
“Evet,” dedim. Yıldız Turanlı dış kapıdan çıkmıştır, otoparka giden yaya yolunda yürüyordur, dedim içimden. Bir türlü almaya elimin değemediği kablosuz telefonlardan biriyle konuşuyor olsaydım, gidişini seyrederdim pencereden diye düşündüm.
“Babam,” dedi. “Babamı kaybettik dün. Kalp hastasıydı. Bekliyorduk diyemem. Beklemiyorduk da diyemem. Doktoru ‘iyi’ diyordu, dikkat etmesi gerekir filan. Her zamanki uyarılar… İlaçlarını alıyordu.”
“Bu arada başınız sağ olsun,” dedim.
“Teşekkür ederim,” dedi Noyan Sert. Sonra ara vermeden devam etti. “Nasıl olur bilirsiniz. Gelen giden. Akrabamız falan yoktur ama; bir kız kardeşim, bir ben. İşte müşteriler, dostlar falan geldi. Protokol ağırlıklı. Bugün eşyalarını toparlamak için evine gittim yeniden, el ayak çekilince.”
“Evet,” dedim dinlediğimi göstermek için. Taksi bekliyordur şimdi sokağın başında, dedim içimden.
“Gardırobunu boşalttım. Giysilerini, çamaşırlarını falan bir bavula koyuyordum. Bizim ajansta bir adamımız var görmüş geçirmiş, o nerelere verilebileceğini biliyormuş, ona verecektim.”
“Evet,” dedim yeniden. Bir kez daha ayak değiştirdim.
Noyan Sert anlatacaklarının en önemli yerine gelmiş gibi sesine yeni bir hava verdi.
“Gardırobunun üst bölümünde bir şapkası vardı. Humphrey Bogart şapkalarından. Çocukluğumdan kalan görüntülerden biridir şapkalı babam. Son zamanlarda giymez olmuştu. Birden heyecanlandım. Eve götüreyim, belki arada giyerim falan diye uzandım. Çekip almamla…”
Tepkimi almak istercesine sustu. Ben müşterisi değildim halbuki Noyan Sert’in. O benim müşterim olacaktı. Hiç ses çıkarmadım.
“…Şapkanın altında bir tabanca varmış. Çekmemle düştü. Şaşkınlıktan tutamadım. Yerde yığılı giysilerin falan üstüne düştü Allah’tan…”
Bir kez daha sustu. Bu kez üzmedim kendisini. Remzi Ünal geri geldi nerelerden geldiyse.
“Patladı mı yoksa?” dedim.
“Yok canım,” dedi Noyan Sert. Esprimi anlamamıştı. İyi bir espri değildi zaten. Neyse, gelecek sefere daha iyisini yapardım. “Patlamadı, niye patlasın,” diye devam etti Noyan Sert, sanki mutlaka açıklaması gerekiyormuş gibi. Sustu sonra. Daha çok nasıl biriyle karşılaştığını çözmeye çalışıyordu galiba.
Canım hafiften sigara istemeye başladı. Başladığım şeye devam edeyim, dedim içimden.
“Tamam,” dedim. “Tuhaf bir yer seçmiş tabancasını koymak için. Ama neden bu kadar şaşırdınız anlamadım.”
“Babamın tabancası yoktu ki,” dedi Noyan Sert, soruma şaşırmış bir sesle.
Evet, bir sigara iyi olacaktı.
“Yok muydu?” dedim. “Emin misiniz?”
“Eminim elbette. Ne alakası var babamın tabancayla mabancayla. Tek başına yaşayan, emekli bir adam. Tabanca edinecek son adam, bana sorarsanız. Neden benim kadar şaşmadığınıza şaştım doğrusu. Sizin tabancanız var mı?”
“Yoo,” dedim.
“Gördünüz mü, herkesin yok,” dedi Noyan Sert.
Neden tabancam olmadığına ilişkin bir açıklama yapmak istemedim.
“Bir yerde bulmuş olmasın?” dedim. “Ya da bir arkadaşının falan?”
“Bir yerde bulduğu tabancayı neden dolabında, şapkasının içine saklasın?” dedi Noyan Sert. “Arkadaşının olsa bile. Sonra hemen her gece konuşuyorduk kendisiyle. Hiç söz etmedi bana. Ne bulduğundan ne satın aldığından ne birisinin verdiğinden.”
“Tuhaf,” dedim.
Tuhaftı gerçekten.
“Tuhaf ya,” dedi Noyan Sert. “Onun için aradım sizi.”
Sigaranın yanına kahve istemiyordum şimdilik ama.
“Ne yapabilirim, pek anlamadım,” dedim.
“Bir yolunu bulup bu tabancanın nerden çıktığını anlayabilirseniz içim çok rahat edecek,” dedi Noyan Sert. “Babamın hayatında bilmediğim bir unsurun olması çok rahatsız ediyor beni. Anlıyor musunuz?”
“Anlıyorum,” dedim.
Pek anlamıyordum ama öyle söyledim.
“Dün gece uyumadım düşünmekten. İnsanın aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Benim babam. Tabanca. Gidip birini mi vuracaktı desem, ne alaka. Kendini vuracak desem, tövbe tövbe. Yani… Canım sıkıldı çok.”
“Kız kardeşiniz ne diyor?”
Yalnızca iki fırta bile razıydım.
“Daha bu tabanca işinden söz etmedim ona,” dedi Noyan Sert. “Zaten perişan. Üstelik benden çok daha pimpiriklidir, kafasını karıştırmayayım iyisi mi dedim. Bir yandan da doğru mu yapıyorum diye düşünüyorum. Belki bir şey biliyordur hani. Ama sanmam. Son yirmi dört saattir neredeyse son haftada konuştukları, yaptıkları ettikleri her şeyi en azından on kere dinledim. Tabancadan filan söz etmedi. Babamın gidip Carrefour’dan kendisine yeni bir uzaktan kumanda almasını istediğini bile anlattı ince ince, tabancadan falan hiç söz etmedi.”
“Başka kardeşiniz yok,” dedim soruyla karışık bir tonlamayla. Cevabını beklemeden ekledim. “Anneniz ne zaman…”
Sorumu bitirmeme izin vermedi Noyan Sert.
“Altı ay önce kaybetmiştik onu da,” dedi. “Bu çok dokunmuştu babama tabii. Bizim yanımıza gelme önerilerimizi falan hep reddetti. Yalnız yaşamakta ısrar etti.”
Sigara paketi çok uzaktaydı. Telefonun kordonu yetmezdi uzanmama. Belki kablosuz bir telefon alma işini çok daha ciddi bir biçimde ele almam gerekiyordu.
“Yanına birisini bulmayı denemediniz mi?” dedim.
“Denedik,” dedi Noyan Sert. “Nafile. ‘Gülsüm Hanım’dan sonra kimseyi istemem çatımın altında,’ dedi. Biz de çaresiz her gün telefonla aramaya karar verdik. Uyguladık da son güne kadar. Sabahları kardeşim, akşamları ben. Ha, bir de uzmanlığını bitirmeye çalışan bir doktor kız bulduk, haftada bir uğrayıp bakıyordu genel durumu ne diye. Ona itiraz etmedi artık.”
“Temizlik, yemek falan?”
“Kapıcının karısı. Başkasını istemedi. Zaten annem hayattayken de gelirdi kadın evlerine. Ona alışıktı.”
Doğrudan sormayayım dedim.
“Ne iş yapardı babanız?”
Noyan Sert güldü. İlk kez gülüyordu.
“Mirasyedi…” dedi.
Ben gülmedim. Bir daha telefona gelmeden önce sigaramı peşin peşin yakmaya karar verdim.
“Gerçekten de öyleydi,” dedi Noyan Sert, sesindeki gülücüklerin dozu gitgide azalarak. “Dedemin dedesinin falan çok büyük toprakları varmış Konya taraflarında. Sata sata bitirememişler. Ben çocukken de hatırlıyorum, arada bir yok olurdu babam. Döndüğünde bayağı keyifli olurdu. Bize acayip hediyeler getirirdi. Soranlara, arazi sahibiyim, derdi. Sonra biz okulları falan bitirdik. Ayça evlendi. Siz sıranızı savdınız, artık bir şey satarsam torunlara, diyordu…”
“Başka kimse var mı ailede?” dedim. Bu miras konusu hoşuma gitmişti. Bir de sigara olsaydı parmaklarımın arasında.
“Yok,” dedi Noyan Sert. “Ben, kız kardeşim, bir de kocası. Yani eski kocası. Bir iki ay önce ayrıldılar. Ayça’nın bir kızı var, daha altı yaşında. Başka kimsemiz yok.”
Bir an sessizlik oldu aramızda. Artık sormam gerektiğini düşündüm. Benden istediği şeyle ne alakası olduğunu bilmiyordum. Ama sormalıydım. Canı sıkılacaksa da çaresi yoktu. Nasıl olsa defalarca anlatmıştı birilerine. O anlatmadıysa kız kardeşi.
“Nasıl oldu?” dedim. Gerekli sözcüğü bulamıyormuş gibi bir an durakladım. “Vefatı?”
Noyen Sert hatırı sayılır bir soluk verdi telefonun öteki ucunda.
“Dün sabah küçük doktorun uğrama günüydü. Babam böyle diyordu kıza. Küçük doktor. Ayça kızın gelip gitme saatini bildiği için, muayenesi bitsin, durum nasıl, öyle sorayım diye biraz geç aramış. Telefon açılmamış. Biraz bekleyip yeniden aramış. Yine açan olmayınca kapıcının karısını aramış, gidip bir baksın diye. İçine kötü bir şeyler doğduğu için… Kapıcının karısı çıkmış yukarıya. Babamı yatakta bulmuş. Bana haber verdiler sonra.”
Bunu bilmenin neye yarayacağını da bilmiyordum ama yine de sordum.
“Defin ruhsatını sizin küçük doktor mu verdi?” dedim.
“Hayır,” dedi Noyan Sert. “O gelememiş zaten dün. Bir işi çıkmış. Babamın hastalığını teşhis eden bir doktoru vardı, ona ulaşmaya çalıştık, bulamadık. Süleyman gidip belediyeden mi ne aldı raporu.”
Bir soluk da ben verdim. Süleyman da kim, demedim artık.
“İşte böyle,” dedi Noyan Sert, anlatılabileceklerin bittiğine işaret edercesine.
Aynı fikirde değildim ama bunu ona söylemedim. Noyan Sert aradaki boşluğu değerlendirdi.
“Ne diyorsunuz bu tabanca işine?”
Aklıma bir şey gelmiyordu. Aklıma gelen Noyan Sert’in de aklına gelmiş olmalıydı. Yine de bir deneyeyim dedim.
“Babanızın evraklarına falan baktınız mı?” dedim. “Bir ruhsat falan var mıydı? Bulundurma, taşıma?”
“Yok,” dedi. “Bakmadım. Hiç aklıma gelmedi. Denese miydim?”
“Herhalde yoktur,” dedim. “Arazi sahiplerine ruhsat verirler genellikle. Bir ihtimal dedim.”
“Yok canım,” dedi Noyan Sert. “Adamın tabancası olsa, bunca yıl bir tek kere söz etmez mi, göstermez mi? Evimizde tabanca sözünün edildiğini bile hatırlamam.”
“Nasıl bir tabancaydı?” dedim, daha önce sormayı akıl etmediğim için kendi kendime kızarak.
Bir an durakladı Noyan Sert.
“Eee, bilmem…” dedi. “Tabancadan falan anlamam ben. Öyle normal bir tabanca. Zaten şaşkınlıktan uzun uzun bakamadım bile.”
Namlunun ucunu koklayıp koklamadığını sormamın gereği yoktu herhalde. Sormadım.
“Her neyse,” dedi Noyan Sert, aramızdaki sessizliği değerlendirerek. “Bulabilir misiniz bu meret tabancanın nereden çıktığını?”
Konuşmaya başlamadan önce bir kez daha ayak değiştirdim. Telefonun ahizesini dayadığım kulağımı da. Beni çok iyi dinlemesini sağlamalıydım.
“Noyan Bey,” dedim. “Hiç sonuçlanmayacak gibi görünen şeylerden sonuçlar çıkardığım olmuştur. Deneyebilirim. Ama peşinen söylemem gerek. Bir tabancanın gelmişini geçmişini, bir şeylere karışıp karışmadığını bulabilmenin başka yolları da var.”
“Biliyorum,” dedi Noyan Sert. “Gazete okumak işimin önemli bir parçasıdır.”
“Devletin elindeki teknolojik imkânlar benim elimde yok.”
“Polise ya da savcılığa başvurmak aklımın köşesinden bile geçmedi,” dedi Noyan Sert. “Başvursam bile beni ciddiye almazlar herhalde. Ortada suç falan yok.”
“Bilemem,” dedim. “Benzer bilgilere daha karışık yollardan ulaşabilecek insanlar da var.”
Noyan Sert yorum yapmadı bu kez.
“Belki onlardan biriyle tanışmanızı sağlayabilirim. Ama uyarayım, dostlarınızın listesinde görmek istemeyeceğiniz tipte birisidir. Çıkaracağı fatura da benimkinden on kat daha kalın olur.”
“Hayır, hayır!” dedi Noyan Sert. “Hayır. Benimki… Benimki masum bir merak. Durduk yerde başıma iş açmak istemem.”
“Vallahi ben de,” dedim. “Ama nereye kadar gitmek istediğinizi bir sormam gerekirdi.”
“Teşekkür ederim. Açıkçası doğru insanla konuştuğuma şimdi daha çok inandım. Bana hakkınızda söylenenleri düşünüyorum da, siz kendi yeteneklerinizi biraz küçümsemiyor musunuz?”
Cevap vermedim. Bir soru sordum cevap yerine. Malı satmıştım. Nasıl olsa bir yerden başlamam gerekiyordu. Sonrası Allah kerimdi. Bana pahalıya patlamıştı ama malı satmıştım.
“Babanızın evine bir göz atabilecek miyim?” dedim.
“Elbette,” dedi Noyan Sert. “Bana ihtiyacınız olacak mı?”
Kendisine başka bir nedenle ihtiyaç duyuyordum ama bunu da söylemedim.
“Fark etmez,” dedim.
Konuşmanın sonunun yaklaştığını görünce rahatlamıştım biraz.
“Tamam,” dedi Noyan Sert. “Ne zaman isterseniz haber verin. Süleyman götürür sizi. Gerçi kapıcının karısında da anahtar var ama.”
“Anlaştık,” dedim. “Bu akşam bir göz atayım istiyordum.”
“Akşam olursa ben de gelirim. Evin girdisini çıktısını biliyorum nasıl olsa.”
Evin girdisini çıktısını bilenlerin gizlenen bir şeyi bulma şansının kimi zaman daha düşük olduğunun farkında değildi doğallıkla. Onu bu konuda aydınlatmayı gerekli bulmadım.
“Tabanca nerede?” dedim onun yerine. “Sizde mi, evde mi?”
“Babamın koyduğu yere bıraktım,” dedi Noyan Sert. “Yatak odasında iki kapılı kocaman bir dolap vardır. Sağdaki bölmede. Yukarıda. Şapkanın altına mı, yanına mı bıraktım hatırlamıyorum. Orada ama.”
Saatime baktım. Akşama çok vardı. Denizin kenarında biraz yürüyüş yapmak iyi gelecekti. Kadir-Muazzez Güler çiftini anardım. Olanları düşünürdüm.
“Bulurum,” dedim. “Sizin Süleyman beni yedide alabilir mi? Beşiktaş’tan?”
“Tamam,” dedi Noyan Sert. “Nerden alsın?”
“İskelenin önünde beklerim. Tam yedide.”
“Anlaştık. Mercedes’i almasını söylerim. Siyah Mercedes. Plakası…”
Siyah Mercedes’in plakasını ezberledim.
“Tamam,” dedim. “Gelirseniz görüşürüz.”
“Son anda müşterilerden biri tuhaf bir şey çıkarmazsa geleceğim,” dedi Noyan Sert hafifçe kıkırdayarak. “Hem sizle konuşacağımız bir konu daha var.”
“Konuşuruz,” dedim. Malı satmıştım nasıl olsa. Konuşmamızı tek başına gözden geçirince fiyat daha da artardı. “Hoşça kalın.”
Telefonu kapadım.
Paketimin durduğu sehpaya erişmem iki saniyeden kısa sürdü herhalde. Saldırdım.
Sigarayı yakıp üst üste iki nefes çektikten sonra etrafıma baktım. Koltukların iki yanına, sehpanın, masanın üstüne. Yıldız Turanlı geri gelmesini sağlayacak bir şey unutmamıştı arkasında. Arkasında bir sürü şey bırakarak gitmişti. Belki gelirdi, belki gelmezdi. Portmantonun oralara da baktım. Bir şey unutmamıştı.
Birkaç nefes daha çektim sigaramdan. Sonra Yıldız Turanlı’nın sigarasının yanına söndürdüm. Saate baktım yeniden. Telefonun başına gittim.
Reklamcı arkadaşımın ajansını çevirdim.
Adıma aşina olan resepsiyoncu kız hemen bağladı beni. Reklamcı arkadaşıma değil elbette, kişisel sekreterine. O da tanıyordu beni az çok, arama nedenimi filan sormadan hedefime ulaştırdı.
“Alooo,” dedi reklamcı arkadaşım neşeyle.
“Yarın sabah gelemem belki antrenmana,” dedim peşin peşin.
“Neden?” dedi. “Hani dedikodu verecektin bana?”
“Çalışmam gerek,” dedim.
“Anlaştınız mı?”
“Evet,” dedim.
“Derdi neymiş?”
“Bunu sana söyleyemem,” dedim. “İsterse kendi söyler. Kendine sor. Ama sen bana bir bilgi verebilirsin meslektaşın hakkında.”
“Pis dedikoducu,” dedi reklamcı arkadaşım. “Sor bakalım.”
“Senin Noyan Sert’in sevgilisi var mı?” dedim. “Birlikte yaşadığı biri falan?”
Reklamcı arkadaşım cevap vermeden önce kıs kıs güldü kulağımın dibine.
“Remzi Ünal,” dedi. “Bu soruyu böyle sorduğuna göre ya çok safsın ya da çok uyanık.”
Hangisi olduğumu bilmiyordum. Sesimi çıkarmadım.
Reklamcı arkadaşım devam etti.
“Noyan Sert’in memleketin en çok satan kadın yazarlarından birinin sevgilisi olduğunu cumartesi geceleri dışarı çıkan herkes bilir.”
Edebiyata ilgim yoktu. GalaŞamdanAlem ahalisiyle de. İkisinin arasında bir yerdeydim. Ama bu bilgi reklamcı arkadaşımın ukalalığını açıklamıyordu yeterince.
“Ama?” dedim.
“Aynı zamanda ajansının genel müdürlüğünü bihakkın yürüten cadaloz karıyla da evlidir.”
“Adları gelsin,” dedim nereden duyduysam.
”Yazarı tanıyorsundur canım,” dedi. “Simin Saraylı.”
Gecenin ikisinde tekrar yayınlanan bir programda gördüğümü hatırladım kadını. Saçları oğlan gibi kesilmiş, ince suratlı, kendinden emin bir kadındı. Sunucuyla heyecanlı heyecanlı konuşurlarken Muazzez Tahsin Berkant’ın kitapları sık sık görüntüye geldiğine göre, benzer şeyler yazıyor olmalıydı. Televizyonun sesi kısık olduğu için neler konuşulduğunu duyamamıştım. Simin Saraylı’nın sesinin neye benzediğini de.
“Tanıyorum,” dedim. “Cadaloz?”
“Yasemin Sert.”
“Yasemin Hanım’ın Simin Hanım’a bir itirazı yok mu?” dedim.
“Vallahi bilmem,” dedi reklamcı arkadaşım. “Epeydir evli olduklarına göre yok demek ki.” Gülmemi bekler gibi bir es verdi telefonun öteki ucunda. Hiç gülmedim.
“Anladım,” dedim. “Sağ ol.”
“Ne anladım ben bu işten?” dedi reklamcı arkadaşım. “Hani biraz verirdin, biraz alırdın?”
“Kuralları en iyi, onları iyi bilenler bozabilir,” dedim. “Hoşça kal.”
Cevabını beklemeden kapattım telefonu.
Bir kural daha bozulmamıştı. Saptırdığı ya da sakladığı bir şey mutlaka olurdu bütün müşterilerimin. Mutlaka.