Czytaj książkę: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF»
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
ATEŞ ETME İSTANBUL
BİN LOTLUK CESET
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Gönül ve Sevil’e…
Beyaz Eldiven Sarı Zarf
Kapıyı beyaz eldivenli bir adam açtı. Eldiveni takip ederek balıksırtı bir ceketin kolundan yukarıya, geniş omuzları hızla geçip kalın bir ensenin üzerinde hiç yokmuş gibi duran boynuna ve daha yukarı bakınca da kuşkulu bakışlara ulaşıyordunuz.
Gülümsüyordu adam ama öğrenilmiş bir gülümsemeydi bu.
Kravatını düzeltirken benim o olmazsa olmaz aksesuvardan yoksunluğumu belli etmek ister gibiydi.
“Bekleniyorum,” dedim 1940’lardan kalma bir filmin, sahibi çoktan ölmüş gitmiş dublaj sesiyle.
“Remzi Bey?” dedi genizden gelen, hiç konuşmasa kendisini daha iyi hissedeceği belli olan bir sesle.
“Remzi Ünal,” diye karşılık verdim.
Kapıyı açan adam saatine bakar gibi bir hareket yaptı.
“Erken geldiğimi biliyorum,” dedim. “Yol tahmin ettiğimden daha açıktı.”
Bir adım geri çekildi kapıdan.
İçeri girdim.
Eldivenli elini uzattı paltomu çıkarıp vereyim diye.
“Kalsın. Belki çıkarken yanımda götürmem gerekir,” diye espri yaptım.
Hiç gülümsemedi. Ben de gülmedim. Eldivenli adam uzattığı elini indirdi, başgarsonlar gibi arkadan belinde kavuşturdu. Öteki eli yumruk halini almıştı. Başgarsonların yaptığından biraz farklı bir biçimde.
“İçeride mi patroniçe?” dedim ilk adımımı attıktan sonra. Sonra saçma bir soru sorduğumun farkına vardım. Paltomun düğmelerine elimi bile sürmedim elbette.
Başını mutfağın en iyi yemeğini seçmişim gibi eğdi.
Kocaman bir antredeydik. Varsa eğer misafirlerin üzerlerindeki ıvır zıvırları koyacakları bir dolap, çok iyi gizlenmişti. Antrenin tek süsü olan belime kadar gelen vazonun benzerini Arkeoloji Müzesi’nde görmüştüm bir gidişimde. Üstündeki işlemelerde birileri birilerini kovalıyordu. Ayrıntısının peşine düşmedim.
Beyaz eldivenli uşak antrenin açıldığı iki kemerin büyük olanını işaret etti sol eliyle.
“Böyle buyurun efendim,” dedi. Yok, efendisi değildim ama öyle dedi. Sesimi çıkarmadım. Önüne geçtim.
Kemerin altından uzunca bir koridor uzanıyordu. Üstünde yürüdüğüm halı, yumuşaklığını ayakkabımın içinden bile hissettiriyordu tabanlarıma. Duvarlarda ikişer metre arayla asılı tabloların genel teması Boğaziçi manzaralarıydı. Koridor genişleyip yine kemerler altında dört kapının buluştuğu bir aralığa gelinceye kadar altı tablo, koridora açılan üç kapı saydım. Kapıların tokmağı yoktu. Tek ses duymadım bu kısa yolculuğumda. Arkamdan gelen kılavuzum sessizliği bozdu.
“Karşıdaki kapı efendim,” dedi.
Beni yönlendirdiği kapı, dört kemerin altındaki dört kapının en koyu renkli olanıydı. Söylemese de oraya giderdim muhtemelen. Bu kapının da tokmağı yoktu. Elimin tersiyle iterek açtım. İçeri girdim.
Beyaz eldivenli uşağın görev bölgesi bu kapının ötesine geçmiyordu şimdilik anlaşılan, tokmaksız kapı arkamdan kapandığında yalnızdım.
Gözlerimi kırpıştırdım.
Kapının açıldığı salon, salonluktan çıkmıştı. Bir zamanlar iki aile, birbirlerinden habersiz yaşayıp gidiyorlardı burada. Sonradan aradaki duvar yıkılmış, iki salon birleştirilmişti. Yıkılan yalnızca salonları birbirinden ayıran duvar değildi. Arkada, apartmanların arasında kalan bir ceza sahası büyüklüğündeki bahçeye bakan duvarlar da yıkılmıştı. Bahçe camla kapatılarak evle birleştirilmiş, içindeki çam ağaçlarının büyümesine tavanda açılan bir delikle izin verilmişti. Çamların arasından dolanıp duran çakıltaşlı yollar dışında her taraf adını bilmediğim çiçeklerle doluydu.
Gözümü kamaştıran bahçe değildi ama. Cam tavanın üstünde biriken karlar olduğu gibi durduğu için ortalık bembeyazdı. Nereden geldiğini tam olarak anlayamadığım ışık bahçeye süzülürken çoğalıyor, gözünüzü kamaştırıyordu. Elimi gözüme siper ederek baktım.
Çevresi yumruğum büyüklüğünde taşlarla çevrelenmiş küçük bir süs havuzunun yanında ev sahibesi oturuyordu.
Ona doğru ilerledim. Kadın beni karşılamak için ayağa kalkamazdı, çünkü bir tekerlekli sandalyede oturuyordu. Yüzünde kocaman, yuvarlak güneş gözlükleri vardı. Elindeki çay fincanını solundaki ağacın yanına gömülü içi çakıllı kocaman saksının üstüne koydu, ev sahipliğini hatırlatırcasına tekerlekli sandalyesini bana doğru çevirdi hafifçe.
Yüzüme bir gülümseme kondurdum. Elimi uzatarak yaklaşırken kılığını kıyafetini inceledim.
İncelemem kısa sürdü. Kilim desenlerine benzer şekillerle süslü bir panço şal vardı üstünde. İki yandan siyah ince bir kumaşla kaplı kollar çıkıyordu. Şalın eteklerinin altından uzanan yemenili ayakları hareketsizce duruyordu.
Elimi rastladığım birçok erkekten daha sıkı ve daha kişilikli bir sertlikte sıktı.
“Hoş geldiniz Remzi Bey,” dedi. “Ayağa kalkamadığım için özür dilerim.”
Kulağa telefondakinden çok daha hoş gelen bir rengi vardı sesinin. Tonu hiç özür dilemiyordu ama. Bakalım ne olacak, diye geçirdim içimden.
“Rica ederim,” dedim.
“Doktorlar bu kadarını becerebildiler, ona da şükürler olsun,” dedi. Sol eliyle burnuna dokunarak başını önüne eğdi. Bunu evine ilk kez gelen her konuğuna söylüyordur herhalde, diye düşündüm.
Bir şey söylemedim. Kadın da sesini çıkarmadı. Derin bir soluk verdi yalnızca. Diğer elini şalın içine götürdü. Beyaz bir mendil çıkardı. Saatte yarım santimetre hızla yüzüne doğru kaldırdı elini. Sonra bir köşesini güneş gözlüklerinin altına soktu, belli belirsiz bir hareketle sildi gözünün kenarını.
“Teşekkür ederim,” dedi yüzünü yukarıya kaldırarak. Güneş gözlüklerinin ardından nereme baktığını çıkaramadım. Biraz uzun sürdü görmediğim gözlerindeki bakışları.
Karşılık vermedim. Bekledim.
“Teşekkür ederim,” dedi yeniden sonra. “Hemen geldiğiniz için teşekkür ederim. Rıfat biraz meşgul bir adam olduğunuzu söylemişti. Ararken hemen gelebileceğinizden kuşkuluydum.”
“Meşgul olmadığım anlaşıldı,” dedim. “Başka yönlerimi nasıl buldunuz?”
Bir kez daha soluk verdi. Çok uzun bir süredir içinde tutup bir türlü salamadığı havayı dışarı bırakır gibi. Elini tekrar şalına soktu, boş olarak çıkardı.
“Çok alıngan bir adam olduğunuzu söylememişti,” dedi.
Yeni müşteri adayımla karakter tahlili muhabbetlerine girmeye niyetim yoktu.
“Oturabilir miyim?” dedim etrafıma bakarak.
“Bir de bir şeyden bahsetmişti,” dedi. “Aikido mu yapıyormuşsunuz ne?”
Allah Allah, dedim içimden.
“Çalışıyorum,” diye karşılık verdim.
“Nasıl bir şey?” diye sordu.
“Birbirinizi karşılıklı mindere fırlatıp duruyorsunuz,” dedim konunun nereye varacağını feci halde merak ederek.
“Her neyse,” dedi kadın. “Bana bir iki numara gösterebilir misiniz?”
Fesuphanallah, diye geçirdim içimden bu kez.
“Âdetten değildir pek,” dedim.
“Size verebileceğim iş buna bağlı olabilir,” dedi.
İçimi çektim çaktırmadan. Beraber çalıştığım çalışmadığım bütün hocalarımdan özür diledim içimden.
“Size karşı mı göstereceğim?” dedim.
Kadın esprimi algılayıp algılamadığını, algıladıysa beğenip beğenmediğini gösteren bir hareket yapmadı. Ellerini kuvvetlice çırptı iki kere yalnızca.
Arkamı döndüm.
Kapı açıldı. Beni karşılayan eldivenli uşak içeri girdi. Ellerini önünde bağlayarak dikildi kapının hemen önünde. Arkada çağrılmayı beklerken de mi aynı böyle duruyor diye merak ettim.
“Remzi Bey aikido yapıyormuş, pardon, çalışıyormuş,” dedi kadın. “Bana bir iki numara gösterecek. Yardımcı olur musun lütfen?”
Eldivenli adam yüzünün ifadesini hiç değiştirmeden bana doğru ilerledi. Tam karşıma geldi, durdu. Dudağının çizgisi biraz keskinleşmişti sadece. Ellerini iki yana saldı sonra.
Dur bakalım, dedim içimden. Belki özür dilememi gerektirecek bir şey yapmadan da sıyrılabilirim bu gösteri işinden.
Derin bir nefes aldım. Bayağı derin bir nefes.
Sağ kolumu dirseğimi bükerek uzattım adama.
“Tut,” dedim.
Bileğimi tuttu. Junte katatetori tekagami yapmamı bekleyen bir uke gibi duruyordu. Gücünü göstermek için ilave çaba göstermiyor gibiydi ama bayağı sıkı tutuyordu.
Bileğim adamın elinde öylece durdum.
Ne olacağını merak ediyordu eldivenli uşak. Ne olacağını merak ediyordu gözlüklü, tekerlekli sandalyede oturan ev sahibesi.
Bir şey olmadı. Öylece durduk. Eli bileğimde öylece durduk. Karnımı şişirmiş, ağırlığımı yere doğru vermiştim yalnızca.
Eldivenli uşak iki yanına baktı düşerse nereye düşeceğini kestirmek için. Daha sıkı tuttu bileğimi.
Öylece durmaya devam ettik.
“Eee?” dedi kadın sonra. “Aikido nerde?”
“Aikido bu,” dedim kafamı çevirmeden.
“Allah Allah!” dedi.
Sesimi çıkarmadım.
“Bu ne biçim aikido?” dedi. “Adam sizi bileğinizden tutmuş kontrol ediyor bir yere kıpırdamayın diye.”
“Hayır,” dedim. “Ben onu kontrol ediyorum.”
“Ya öteki eliyle vurursa falan size?”
“Vurmuyor ama,” dedim elleri eldivenli uşağın gözlerine bakarak.
Zoraki uke’m yere baktı. Sonra gözlerime. Ardından bileğimi bıraktı. Bir adım geri çekildi.
Ev sahibesi ellerini yavaş yavaş birbirine vurarak alkışladı beni. Uşağa seslendi sonra.
“Teşekkür ederim Zülfikâr,” dedi. “Sen istersen şimdi arabayı alabilirsin servisten. Remzi Bey buradayken hallet şu işi bir koşu.”
Uşak yeniden birleştirdi ellerini önünde. Hafifçe eğildi. Sonra döndü, yürüdü kapıya doğru.
“Oturabilir miyim şimdi?” dedim kadına.
“Berbat bir ev sahibiyim, farkındayım,” dedi hiç de özeleştiri içermeyen bir ses tonuyla. “Kusuruna bakmayın bu hasta kadının. Şöyle oturun lütfen.”
Eliyle hemen sağ yanındaki kocaman bahçe sedirinin köşesini gösterdi. Sedirin üzerindeki minderler oldukça rahat görünüyorlardı. Oturdum. Hafifçe yanlamasına, ev sahibesine dönerek oturdum mecburen. O da benimle yüz yüze gelebilmek için birazcık sola doğru döndürdü tekerlekli sandalyesini.
“Ne içersiniz diye sorayım hiç olmazsa,” dedi belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Belki de çayın yanında çörek ister misiniz diye de sormam gerekir…”
Çayı ve çöreği de ben mi servis edeceğim, diye sordum kendi kendime.
“Teşekkür ederim, istemem,” dedim. “Belki sonra.”
Ellerini kucağına koyup bütün ilgisini bana verdiğini belli eden bir tavırla, “Kızmadınız ya bana?” dedi. “İnsan dışarıya çıkamayınca misafirlere karşı çok meraklı oluyor.”
Gülümsedim.
“Alışkınım,” dedim. “Beni tutacak olanların, paralarının boşa gidip gitmeyeceğini görmek istemelerine.”
Sanki beni neden çağırdığını o an hatırlamış gibi yüzü buruştu. Gözlüklerinin dışında kalan bölümleri yani.
“Sizi neden çağırdığımı merak ettiniz belki…” dedi.
“Hayır,” dedim. “Nasıl olsa anlatacaksınız.”
“Doğru ya,” diye karşılık verdi.
Sırıttım yeniden.
Ama ifadesi hiç değişmedi. Bütünüyle kendi dünyasında gibi konuşmaya başladı.
“Remzi Bey,” dedi. “Kaybettiğim bir evrakı bulmanızı istiyorum. Hayati önemde bir evrak.”
“Neyle ilgili?” diye sordum.
“Bunu size söyleyemem,” dedi sanki bu cümleyi nasıl söyleyeceğini daha önceden birçok kez prova etmiş gibi. “Bunu size söylemem mümkün değil. Ama çok önemli olduğunu bilmenizi istiyorum. Birçok insanın hayatını değiştirebilecek önemde. Ben istemeden kimsenin eline geçmesine izin veremeyeceğim kadar.”
İnsanların hayatının değişmesinden hiç hoşlanmazdım.
“Burasını anladım,” dedim. “Ama en azından neye benzediğini söyleyebilirsiniz, hani bulduğumda tanımam için.”
“Sarı bir zarfın içinde,” dedi.
“Tebligat zarfı gibi mi?” diye sordum.
“Hayır,” dedi yüzünde hafif bir gülümsemeyle. “Noter, vergi dairesi ya da karakoldan tebligat zarfı değil. Sıradan sarı bir zarf. Öyle ince uzun olanlardan değil, hani şu mektup zarflarının sarı, ucuz olanlarından.”
“Nerede kaybettiğinizi de söyleyebileceksiniz umarım?” dedim.
“Burada,” dedi. “Bu bahçenin içinde.”
“Kaybettiğinizi ne zaman anladınız?” diye sordum.
“Bu sabah,” dedi. “Daha doğrusu sizinle konuşmadan önceki üç telefon görüşmesini yapmadan önce. O telefonlar da sizi, ya da sizin gibi birisini bulmak içindi.”
“Bundan polisin karışmasını istemediğinizi çıkarırsam yanılmış mı olurum?” dedim.
“Olmazsınız,” dedi.
“Gerçekten önemliymiş,” dedim.
“Evet,” dedi. “Bu gibi şeylerle motivasyonunuz artar mı bilmem ama eğer bulabilirseniz sizi memnun ederim. Gerçekten.”
“Beni motive ettiniz bile,” dedim. “Nerede duruyordu son gördüğünüzde?”
“Tam üstünde oturuyorsunuz,” dedi.
Yerimden kımıldamadım.
“Aradınız mı?” diye sordum kafamı bahçeye dönüşmüş çifte salonun kapısına doğru çevirerek. “Ya da arattınız mı?”
“İkinci sorunuza önce cevap vereyim,” dedi. “Zarfın kaybolduğunu Zülfikâr’a söylemeyi aklımdan bile geçirmedim.”
“Neden?” dedim. “Güvenmiyor musunuz?”
“Güvenmesine güveniyorum,” dedi. “Ama bu zarf konusunun öneminin farkına varmasını istemiyorum. Olur da siz de bulamazsanız…”
“Onun bulması muhtemel…” diye tamamladım sözünü. “Belki açar içine bakar…”
“Her şey olabilir,” dedi. “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir.”
Artık yavaş yavaş bir sigara içme isteğinin bedenimi kaplamaya başladığını fark ettim.
“Siz söylemeden de öneminin farkına varmış olma olasılığını hiç aklınıza getirmediniz mi?” dedim.
Kadın kafasını sert bir hareketle bana doğru çevirdi.
“O mu aldı diyorsunuz?” dedi.
Bacak bacak üstüne attım oturduğum yerde. Altımdaki minderlerle zor oldu ama başardım.
“Olayı anlatma biçiminizden sabahtan beri buraya başka birisinin girip çıkmadığı anlaşılıyor,” dedim. “Birisi olsaydı baştan onu söylerdiniz doğal olarak… Eğer bilemediğim bir nedenle siz almadıysanız geriye bir tek sizin Zülfikâr kalıyor. Üstelik arabanın servisten alınmasının acelesi olduğunu da sanmıyorum. Demin mecbur tuttuğunuz gösteri de cabası.”
Sigara içiyor olsam şimdi havaya bir dolu duman salardım, dedim içimden.
Ev sahibesi tekerlekli sandalyesini bir sağa bir sola hareket ettirdi konuşmadan önce.
“Ben alsam niye çağırayım sizi?” dedi sanki çok komik bir şey söylemiş gibi sesinde titreşimlerle.
“Müşterilerimin tuhaf davranışlarına alışığım,” dedim. “Her ne olursa olsun, siz almadıysanız geriye Zülfikâr kalıyor bir tek. Hani filmlerde olduğu gibi: Katil… uşak! Allah’tan kimseyi öldürmemiş. Sanırım beni de asıl bunun için çağırdınız. Dönünce şöyle bir konuşayım diye.”
“Bilmiyorum,” dedi. “İşlerin oraya varmasını da istemiyorum pek. Belki siz uzman gözüyle, önce şöyle bir ararsınız ortalığı diye düşünmüştüm.”
“Siz aradınız yani?” dedim.
“Şu meretin izin verdiği ölçüde,” dedi kadın tekerlekli sandalyenin kolçağına vurarak. “Yastıkların falan altına baktım. Çevreyi dolaştım biraz. Yolların gidebildiği yerlere kadar. Dip bucak bakamadım elbette.”
“Zülfikâr burada yalnız kaldı mı hiç?” dedim.
“Emin değilim,” dedi ev sahibem. “Sabah bir ara, eee, şeye gittiğimde…”
Ayağa kalktım.
“İyi para veriyor musunuz Zülfikâr’a?” dedim.
“Sanırım,” dedi. “Başka yerde bu kadar kazanacağını hiç sanmam. Yeni zenginler pek pinti.”
Aklıma bir şey geldi.
“Yatılı okuyup okumadığını biliyor musunuz peki?” dedim gözlerimi etrafta gezdirerek. Çiçeklerde, ağaçlarda, çakıllı yollarda.
“Çok emin değilim ama olabilir,” dedi kadın elini alnına götürerek. “Bir ara televizyonda Ferhan Şensoy’u görünce, ‘Lisedeyken aynı sahneye çıkmıştık…’ falan gibi laflar etmişti. Ailesinin Adanalı olduğunu biliyorum. Niye sordunuz?”
Yerime oturdum. Bacak bacak üstüne attım. Evet, bir sigara çok iyi olurdu.
“Bana ne kadar vereceksiniz?” dedim kadının gözlüklerinin üstünde, alnının ortasında bir noktaya bakarak.
“Neden?” diye sordu.
“Beni çağırdığınız işi yaptığım için,” dedim.
“Ne yaptınız ki?” dedi.
“Sizin şu önemli sarı zarfın nerede olduğunu buldum,” dedim.
“Saçmalamayın,” dedi. “Daha bir şey yapmadınız ki. Bir kez ayağa kalktınız, sonra hemen oturdunuz.”
Yüzümde her anlama gelebilecek bir sırıtışla öylece durdum.
“Gerçek mi?” dedi. “Eğer gerçekse…”
Başımı salladım.
“Anlamıyorum,” dedi. “Gerçekten anlamıyorum. Orada oturup saçma sapan bir iki soru sordunuz. Sonra karşıma geçip ciddi ciddi…”
“Nakit tercih ederim,” dedim.
“Siz ciddisiniz galiba?” dedi.
Bir kez daha salladım başımı.
“Bu deminki aikido numarasından daha başarılı,” dedi iki elini birden şalının içine sokarak. “Hiçbir şey yapmadan sonuca gitmek…”
“Aikido’da henüz bir öğrenciyim,” dedim. “Mesleğimde ise çok tuhaf şeyler gördüm.”
Kumaşın altında birtakım hareketlenmeler oldu. Sonra çıktı eller dışarı. Sağ elinde ikiye katlanmış bir banknot tomarı duruyordu.
Elini bana doğru uzattı, sonra geri çekti.
“Sıra sizde,” dedi. “İtiraf edeyim zarfıma kavuşmaktan çok nasıl sonuca gittiğinizi öğrenmek heyecanlandırıyor beni.”
Çoğunlukla böyle olurdu, alışkındım.
“Anlatayım,” dedim geriye doğru yaslanarak. “Çok uzun sürmez zaten.”
“Can kulağıyla dinliyorum,” dedi.
Bir sigaranın tam zamanıydı. Cesaret edemedim ama.
“Zarfı siz saklamadıysanız işin içinde Zülfikâr’ın olduğunda anlaşmıştık,” diye başladım. “Başkası olamaz. Gel gelelim, bunu bildiğinizi açık etmek istemiyordunuz, en azından yüzüne karşı. Zülfikâr’la ilişkiniz aşağı yukarı az önceki aikido pozisyonumuza benziyor. Siz onu ne kırmak istiyorsunuz ne de belgenin önemine uyandırmak. Onun size hizmete devam etmesini de istiyorsunuz zarfı bulmayı da. O da aynı durumda sanki. İşini kaybetmek istemiyor, ama belki şansını denemekte de bir tür fayda görüyor. En azından zarfın içinde önemli bir şey olduğunu sezmiş gibi. Bileğinizi her an bırakabilir ama.”
Kadın sanki ikiye katlanmış gibi öne doğru eğilmiş beni dinliyordu.
“Ben de yatılı okudum,” dedim. “Bir sürü abuk subuk şey öğrendim bu arada.”
Sesini çıkarmadan yüzüme bakıyordu gözlüklerinin arkasından.
“Bunlardan biri de şu: Bir şeyi araklamak istiyorsunuz. Bir yerden. Herkesin ortak kullanımında olan bir yerden. Ama işin sizi işaret etmesini de istemiyorsunuz. Zamanınız da var. Ne yaparsınız?”
“Ne yaparım?” dedi kadın lafım biter bitmez.
“Alıp götürürseniz hemen belli olur,” dedim. “Fırsatınız olduğu anlaşılırsa herkes dönüp size bakar. Size bakmasalar bile kim aldıysa çıkarsın şu bilmem neyi teklifi yapılır ortalığa. O yüzden hemen alıp götürmezsiniz.”
“Ne yaparım be adam?” diye bağırdı kadın.
“Basit,” dedim. “Yerini değiştirirsiniz.”
“Ne?”
“Yerini değiştirirsiniz,” dedim. “Kimse ses çıkarmazsa bir süre sonra koyduğunuz o yerden alıp gidersiniz. O yer neresiyse… Başkaları da girip çıktıkları için zanlıların sayısı denetlenemeyecek kadar çoğalır. Kimse kimseye bir şey diyemez. İş biter. Yok kıyamet koparsa vazgeçersiniz, o şey neyse bulunur, karizma çizilmez.”
“Rüzgâra göre,” dedi.
“Aynen öyle,” dedim.
“Peki, nerede?” diye sordu. “Ben bakılabilecek her yere baktım. Nerede?”
“Tek başınıza aradığınızda hayatta bulamayacağınız bir yerde,” dedim. “Ortalığa çıkması gerekirse kolaylıkla çıkabilecek bir yerde üstelik.”
“Allah Allah!” dedi kadın. “Allah Allah!”
Elimi uzattım sağ elindeki para tomarına doğru. Önce anlamadı. Biraz salladım elimi. Ne yaptığının farkında değilmiş gibi bıraktı avucumun içine tomarı.
Parayı aldım. Ayağa kalktım. Paltomun cebine soktum.
“Eee?” dedi.
Kısa kesmeye karar verdim.
İki adımda tekerlekli iskemlesinin arkasına geçtim.
İskemlenin arkalığındaki kromajlı boru ile vinileks kaplamanın arasına sıkıştırılmış küçük sarı zarfı çektim çıkardım. Elimde evirip çevirmedim bile. Başının üstünden kucağına bıraktım.
“Aaaa!” diyebildi yalnızca kadın. Bir de yutkundu. Başka bir şey demesini beklemiyordum. Demedi de.
Kısa kesme kararımı hatırladım.
“Yolu biliyorum,” dedim girdiğim kapıya doğru ilk adımımı attığımda. “Başka bir şeye ihtiyacınız olduğunda telefonumu biliyorsunuz. Hoşça kalın.”
Arkama bakmadan yürüdüm. Attığım her adım beni sokağa kavuşur kavuşmaz yakacağım sigaraya yaklaştırıyordu. Daha epey yolum vardı ama.
Habil ya da Kabil
Giriş
İçinde oturduğu mekâna bu kadar uygun düşmeyen bir adam görmemiştim daha önce. Oturduğu masa formika kaplamaydı. Adamın ipek bir kravatı vardı. Ceketinin cebinde de mendil. Usulüne göre katlanmış. Buluşmamıza aracılık eden kuyumcunun tarifi yeterliydi. Yanılmam imkânsızdı. Ona doğru yaklaştım. Masasının önünde dikildim.
Kafasını kaldırdı.
“Remzi Ünal?” dedi. “Tam saatinde.”
“Remzi Ünal,” dedim.
“Adımı illa bilmek istiyor musun?” dedi.
“Çek yazmayacaksanız hayır,” dedim.
Cevabımı beğenmiş olmalı ki güldü. Dolgun yanakları hopladı. Sergilediği dişleri düzgündü.
“Otursanıza,” dedi. İlk raundu kazandığımı düşündüm.
Karşısına oturdum. Son üç aydır oturduğum en rahatsız sandalyeydi. Hoparlörde son bir yıldır duyduğum en saçma sapan şarkı çalınıyordu. İkisine de alışmaya çalıştım. Tam karşımdaki duvarda burada sigara içenlere ve içilmesine izin veren işletme sahibine verilecek para cezalarını bildiren kocaman bir pano asılıydı. Panonun altındaki masada oturan deri montlu iki adamdan kafası sıfır numara tıraş edilmiş olanı sigarasının külünü önündeki tablaya silkti. Cebimden paketimi çıkardım. Masaya koydum.
“İçmezseniz sevinirim,” dedi adam. Gülümsemesinden bir iz vardı hâlâ yüzünde.
Başımı salladım. Paketi cebime koymadım ama.
“Benimle iş görüşmeleri hep zor olmuştur…” dedi. Arkasını getirmedi.
“Bu aralar boşum,” dedim. “Sigarasızlığa da dayanabilirim.”
“Sizden isteyeceğim işi tuhaf bulabilirsiniz ama,” dedi sonra bu kez gözlerimin içine bakarak.
“Bir sürü tuhaf işle karşılaştım,” dedim. “Kalkmak kolay. Önemli olan oturmaktır.”
Bunu da beğendi. Yüzümü ilk kez dikkatle incelediğini hissettim. İzin verdim baksın.
Tepemize bir garson dikildi. Garsondan çok otopark kâhyasına benziyordu. Bir şey söylemedi. Sadece yüzümüze bakarak öylece duruyordu. Sipariş verecek olursam doğru alıp alamayacağı şüpheliydi. Sesimi çıkarmadım. Adam elini sallayarak gitmesini işaret etti. Garson sessizliğini koruyarak çekildi.
Adam bana döndü.
“Problemimi çözerseniz zengin bir adam olacağınızı biliyorsunuz, değil mi?” dedi.
“Aracınız söyledi,” dedim. “Ama eve giderken cebimde taksi param olsun isterim.”
“Avans…” dedi. “Evet, avans.”
Sesimi çıkarmadım.
“O kolay,” diye tamamladı sözünü.
Ceketinin cebinden ikiye katlanmış bir para destesi çıkardı. Kravat iğnesine benzeyen bir kıskaçla tutturul muştu. Banknotların rengi aklımdaki avans miktarıyla uyum gösteriyordu. Kalınlığı da. Desteyi gömleğimin cebine yerleştirdim.
“Size buna karşılık bir makbuz falan veremeyeceğimi biliyorsunuz, değil mi?” dedim.
“Duydum,” dedi.
“Sizi dinliyorum o zaman.”
“Asıl miktarı sormayacak mısınız?”
“Size güveniyorum.”
Sağ eliyle para konusunun şimdilik kapandığını belirten bir hareket yaptı. Sonra ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Aramızdaki sessizliği onun bozacağını biliyordum. Bekledim.
“Bana yakışıklı bir ölüm planlamanızı istiyorum,” dedi sonra ellerine bakarak.
“Tuhafmış gerçekten,” dedim. “Kimin ölmesini istiyorsunuz?”
“Kendimin.”
“Bunun için kimseye ihtiyacınız yok,” dedim. “Bana da. Bir sürü yol var herkesin bildiği.”
“Ama ölümüm intihar gibi gözükmemeli,” dedi. “Birileri beni öldürmüş olmalı.”
“Belirli birisi mi?”
“Hayır,” dedi. “Tam aksine. Sonsuza kadar belirsiz kalacak birileri olmalı. Faili meçhul bir cinayete kurban gitmeliyim. Bunu bana garanti etmelisiniz.”
Hoparlörde çalan müzik değişti. İlkinden daha berbattı. Aklıma gelen ihtimali ortadan kaldırmak istedim.
“Bu sonuca fiilen katkıda bulunmamı istemeyi düşünmüyorsunuz umarım?” dedim. “Öyleyse avans gider.”
“Hayır,” dedi. “O kadar salak değilim. Sizden yalnızca proje geliştirmenizi bekliyorum.”
“Ve gerçekten ölmelisiniz?” dedim içim zerre kadar rahatlamadan. “Bu proje gerçekleştiğinde. Meğerse ölmemiş olan ölü adam Türk filmlerinde olur.”
“Hayır,” dedi. “Mezardan geri gelmeye hiç niyetim yok. Gerçekten ölmeliyim. Ama bakanlar beni bilinmeyen birileri öldürdü sanacak. Polis falan. Dosya kapanacak.”
“Neden?” diye sordum.
Müşterilerimin, müşteri adaylarımın, müşterimin işi yüzünden yoluma çıkan insanların bazı sorularıma doğru cevap vermelerini beklemem. Cevap vermeleri yeterlidir. Doğru bir cevaptan bir şeyler çıkarırsınız. Bütünüyle palavra bir cevap da işe yarar. Sonradan öğrendiğiniz kimi gerçeklerle çarpıştırdığınızda hatırlayacağınız bir cevap yani. En azından başka sorulara yol açar. O yüzden karşımda oturan kravatlı adamın konuşmadan önce gözlerini masanın üzerinde ne varsa onların üzerinde gezdirmesini yadırgamadım. Elleri, içinde ne olduğunu asla bilemeyeceğim türden bir sıvı olan rakı kadehi, sigara paketim, boş kül tablası, önceki buluşmalardan kalmış lekeler… Yüzünde çoktandır alıştığı ama aklına her geldiğinde onu daha da yıpratan gerçeğin izini görür gibi oldum. Galiba doğruluk oranı yüksek şeyler duyacaktım. Şimdilik.
“Zaten çok yaşamayacağım,” dedi.
Buna nasıl cevap verilir bilemedim. Bekledim yalnızca.
“Kimse bilmiyor,” dedi. “Doktorum, iki oğlum ve şimdi sizin dışınızda. Beynimde bir tümör var. Kelek türden. Kelek yerde. Çok kelek türden, çok kelek yerde. Şu masadan kalkamadan bile ölebilirmişim, bırak ameliyat masasını. Öyle diyor.”
“Neden savaşmıyorsunuz?” dedim. “Tıp ilerledi. Anladığım kadarıyla paradan yana da sıkıntınız yok.”
“Hayatım boyunca sonunda avantajlı çıkamayacağım hiçbir işe girmedim,” dedi adam benden çok kendisine konuşuyormuş gibi. “Şimdi sonucu belli bir kavgada sürekli dayak yemek istemiyorum. Yenilgiden hiç hoşlanmam. Bir başka derdim de karım.”
Tanımadığım birisinin bu durumda ne hissedeceği konusunda yorum yapmak gereksizdi. Bekledim devam etsin diye.
“Hastalığımı açıkladığımda kıyamet kopacak evde. Elbette en iyi tedaviyi görmem için harekete geçecek karım. O doktor, bu hastane. Her sabah nasılım diye gözümün içine bakmalar. Üzüntüsünü bana çaktırmamak için tiyatrolar. Yalanlar, umut pompalamalar. İstemiyorum.”
“Allah’tan umut kesilmez,” dedim. Diyebildim sonunda.
“Kesilir!” dedi sanki bu lafı ettim diye bana değil, lafın kendisine kızmış gibi bir ses tonuyla. Alçak sesle bağırdı resmen. Defalarca içinden söylemiş, ilk kez seslendirmek zorunda kalınca daha da sinirlenmiş gibi. Sigara içemediğime ilk kez canım sıkıldı.
“Pardon,” dedim.
Ne dediğimin üzerinde zerre kadar durmadan devam etti.
“İstemiyorum,” dedi. “Bana acınmasını istemiyorum. Tanıdıklarımın durumuma kahrolmasını istemiyorum. Kendi kendime kahrolmayı istemiyorum.”
Burada teknik bir soru sormam gerekiyordu.
“Ama sizi kaybettikten sonra da üzülecekler,” dedim.
Hafifçe, ama çok hafifçe gülümsedi.
“Geçer,” dedi. “Ölenle ölünmediğini iyi bilirim. Tamam, üzülürler falan, biraz yas. Sonunda geçer. Hayatlarına devam ederler. Herkes öyle yapar. Ben de yaptım. Onlar da öyle yapacaklar. Ne kadar süreceği belli olmayan bir eziyet sürecinin içinde yaşamaktan iyidir.”
Bir teknik soru daha vardı aklımda.
“Madem tedaviyi düşünmüyorsunuz, neden her şeyi oluruna bırakmıyorsunuz?” dedim.
Akıllıca bir soru sormuşum gibi başını salladı.
“Basit,” dedi. “Beklersem, eninde sonunda bir belirti verecek hastalığım. Saklayamayacağım bir belirti. Bir yerde bir şey olacak. Düşeceğim. Bayılacağım. Her neyse. Saklamam mümkün olmayan o belirti nefretlik bir tedavi çukuruna mecburen düşürecek beni. O zaman geri dönüşü yok. Önceden halletmem lazım.”
Kovaladığımız garson yeniden tepemde belirse isteyeceğim sade kahve yerine papatya çayı getirse gözüm kapalı içebilecek durumda hissettim kendimi. Ya da ekinezya çayı.
Bir teknik soru daha kurtardı beni.
“Diyelim dediğinizi yaptık. Birileri öldürdü sizi. Öldürüp kaçtı. Mutlaka yaparlar. Otopside beyninizdeki her neyse ortaya çıkmayacak mı?”
“Çıksın,” dedi. “Ne önemi var?”
Doğruydu bu galiba. Adam devam etti.
“O gürültünün arasında çok önemli olmayacak bir bilgi bu. Kocam hastaymış. Zaten ölecekmiş. Belki rahatlatıcı bir düşünce bile olabilir bu. Yas süresini uzatmaz. Hayatına devam eder.”
Savunma konuşmasını bitirmiş bir avukat gibi sustu. Yüzüme, konuşma sırası sende, dercesine baktı. Konuşma sırası bendeydi ama ne diyeceğimi tam olarak bilemiyordum. Aslında biliyordum. Soracağım öteki soru işi kabul ettiğim anlamına gelecekti, bunu yapmayı istediğimden çok emin değildim ama.
Adam fazla düşünme payı bırakmamaya kararlıydı.
“Ne diyorsunuz?” dedi.
Arkama yaslandım. Bir sigara şimdi iyi giderdi. Gözümün ucuyla bile bakmadım pakete.
“Ne diyorsunuz?” dedi adam bir kez daha.
Evet, bir tür eşikteydim. Eşikler tahrik edicidir. Öteki tarafta ne olduğunu görmek istersiniz.
“Söylemediğiniz çok ama çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum,” dedim. “Deyim yerindeyse zurnanın zırt dediği yer.”
Hiç duraksamadı.
“Üfleyin o zaman,” dedi.
Öne doğru eğildim bu kez. Eşikse eşik, dedim içimden.
“Tetiği kim çekecek?” diye sordum. “Esas tetiği. Sizi bu hayattan ayıracak kurşunların barutunu patlatacak tetiği. Bulmamı benden istemeyecekmişsiniz gibi bir his var içimde.”
Adamın tombul yanaklarını kocaman bir gülümseme iki yana doğru genişletti. Görüşmenin gidişatından hoşnut bir gülümsemeydi bu. Kimi işverenlerin işe alma mülakatında yemekten bir çatal almadan tuz dökmeyen bir yönetici adayına karşı duydukları türden bir hoşnutluk. Cevabı hazırdı. Allah kahretsin hazırdı.
Yemeğe çağırır gibi olağan bir ses tonuyla cevap verdi.
“Tetikçiler hazır,” dedi.
Devam etsin diye bekledim. Yapacak başka bir şeyim yoktu.
“Tetiği oğullarım çekecek,” dedi. “Aynı anda. İkisi birden.”
Elimi sigara paketine götürdüm. Çektim sonra. Adam yüzüme bakıyordu.
“Epeyce tuhaf oldu bu,” dedim.
“Yoo,” dedi adam. “Sizin uzmanlığınıza bunun için ihtiyacım oldu zaten.”
“Oğullarınız sizi öldürecek ve bunun açığa çıkmamasını sağlamamı istiyorsunuz. Bu beni bir cinayete tam ortak yapar. Farkında mısınız?”
Adam hafifçe güldü.
“İşinizi iyi yaparsanız hiçbir tehlikesi yok. Ben ölmüş olacağım. Oğlanlar zaten susmak zorunda. Siz de vicdan meselesi yapıp anlatmazsanız kimsenin haberi olmaz. Sizi kendi uzmanlığınız kurtaracak.”
“Razılar mı buna?” dedim.
“Razı ettim,” dedi.
“Nasıl?” dedim.
“Bizim işimizde duygusallığa yer yok,” dedi adam. “Aynen size izah ettiğim gibi izah ettim. Hem böyle bir şey aralarındaki kardeşlik bağını daha da güçlendirir. Benden sonra işi tek yürek gibi yürütürler.”
“Neden kendi kendinizi öldürüp basitçe halletmiyorsunuz şu işi?” dedim kırk yıllık bir arkadaşıma sorar gibi.
Allah kahretsin, onun da cevabı hazırdı.
“Yaptığım işin niteliği intihar etmeme izin vermiyor,” dedi. “Çocuklarım işi devam ettirecekler. İntiharım iş yaptığım çevrelerde onları zor durumda bırakacak bir zayıflık duygusu saçar ortaya. Kendimi öldüremem. Öldürülmeliyim ben.”
Karşılık vermedim. Başımı sanki bir şey düşünüyormuş gibi salladım. Düşünmüyordum oysa. Sindiriyordum.
“Ne diyorsunuz?” dedi üstüne düşen her şeyi yapmış birinin kendine güvenen tavrıyla.
Elimi sigara paketine götürdüm. Sigarayı bırakmak ölümcül kalp ve akciğer hastalıkları riskini azaltır yazan yüzünü ters çevirdim. Şimdi yukarı bakan yüzünde Sigara içmek öldürür yazıyordu. Biraz daha düşünmem lazımdı galiba. Hızlı düşünmem.
Adam ayağa kalktı. Anlamış gibiydi.
Darmowy fragment się skończył.