Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Hatemü'l Enbiya», strona 3

Czcionka:

Arap Peygamber’i, yalancı değildir. Milyonlarca halk, bir yalancıya “nebi” demez. Muhammed, gönül tabiatından ilham edilmiş hak peygamberdir. İşte Thomas Carlyle, böyle söylüyor. Şu kadar ki, Hazreti Muhammed’i en büyük peygamber olmak üzere tanımıyor.

Bartheloémy-St. Hilaire ise İnsanların Yüce Efendisi’ni, Hazreti Musa ile karşılaştırıyor ve onu, İsrailoğullarının peygamberinden küçük görüyor. İşte, değerlendirme, hep bu karşılaştırma merkezindedir.

Sözün sonunda, Batı ve Doğu Hazreti Muhammed’e tarihteki yerini verememiştir.

Genel tarih işleyişinde büyük bir boşluk vardır. İşte bunun içindir ki, değerlendirmelerde zincirleme bir gidiş görülemiyor. Avrupa’nın miras aldığı düşmanlık, İslam dünyasının şiddetli sevgisi, akıl dışı anlaşılabilecek bu hâli doğurmuştur. Birbirine tamamen zıt olan iki uç arasında kâinatın övgüyü hak ettiği tarihi kaybediyor.

Bu eserin, yazılmasındaki ilk amaç hak edilen bu yeri düzenlemektir. Kitabımızın tamamlanmasında söylenmesi gereken genel fikri ön sözde uygun bir şekilde söyleyelim. Değerlendirme tarihimize atıfla, iddia ederiz ki, Hazreti Muhammed bin Abdullah tarihin en büyük insanıdır. Yaradılıştan beri tarih bu kadar büyük bir sima görmemiştir. Şurası unutulmasın ki burada belirtilen fikirleri, İslami karakterimize atfen oluşan hislerimize dayanarak iddia etmiyoruz. Bizi asla, eski siyer yazıcılarının tarzında kabul etmeyiniz. Eğer ortaya çıkaracaklarımız, Veysiler24 gibi övgü yazıcılığı olsaydı, biz de oldukça tumturaklı ve hoş sözlerle bir siyer yazabilirdik. Hâlbuki amacımız, Muhammed döneminin hakkını, hem Batı’nın dikkatli araştırıcıları ve tarih yazarlarına hem de özellikle, yanlışları seven, koruyan Müslümanlara karşı savunmadır.

Evet! Muhammed el-Mustafa tarihte en büyük simadır. Bunu karşılaştırmalı tarihimiz açık olarak ifade edecektir. Peygamber, Doğu’dan, duyulmuş olan hurafelerden, Batı’da değer gören ortaya çıkmış düşünceler ve eksiltici fikirlerden kurtuluyorsa, tarihteki yüce yerini geri almayı hak edecektir. İşte, önce ve sonrasındaki amaç ve umudumuz budur.25

PEYGAMBERLİK MESELESİ

Her çeşit uzmanlığın, tarihte bir devri vardır. Zamanında nebilere ihtiyaç aşikârdı. O ihtiyaç olmasaydı, nebiler ortaya çıkmazdı. Peygamberlerin gönderilişi, bu mecburiyet ve ihtiyacı gösterir. Bir enbiya dönemi geçtikten sonra dünya başka bir şekil aldı. Artık peygamberliğe lüzum yoktu. Bu hakikati en fazla anlayan ve hakkı gereğince hareket eden Hazreti Muhammed Mustafa’dır. Kendisinden sonra insanlığın nebilik kurumuna muhtaç olmadığını, Son Peygamber parlak bir biçimde ümmetine bildirmiştir.

İnsanların belirli bir dönem nebilere ihtiyaçları olduğunu, sonraki zamanlarda ise, kahramanların nebiden daha farklı bir şekilde ortaya çıktıklarını tarih yazarları içinde Thomas Carlyle oldukça iyi bir biçimde kavramıştır.

Peygamberlik bir görevdir. Bir nebinin elinde olağanüstü mucizeler aramaya gerek yoktur. Çünkü ilk olarak, kâinatta harikuladelik yoktur; ikinci olarak sadık peygamberlik hakikatin varolma derecesinde ispata gerek olmayan hakiki bir açık olma hâlidir. Bundan dolayı iddia edilen sadık ifadesini hazırlayanın, mucizeler ve ilahî olaylar talebi gereksizdir. Nebi zaten bellidir.

Cenabıhak ki halis, katkısız Hak demektir. Her kimin zihnini kaplarsa, onun lisanı ile konuşur. Ve bu kişi de görevini yerine getirirken başarılı olursa o, nebidir. Bu tabiat ile yaratılanlar Hak peygamberidirler. Nebiler bizzat, ilham edilmişlerdir. İlham vasıtası olmak üzere gösterilen seferâ (haberci, yolcu) ile melekler aklın simgelediği şekillerdedir.

Mevcut olan nesnelerin hakikati, gizlilik sırrı, hakikatin saflığı, ulu nebilerin zihninde mevcuttur. Hakk’ın zatı orada yerleşmiştir. Her türlü hakikat nebinin şahsiyetinin aynası olarak yansır. Peygamber her ne söylerse onu şahsiyetinde hâkim olan Hakk’ın zatından kabul etmek üzere iman gereklidir. Nebiler, Hazreti İsa bin Meryem gibi aracı olarak bir hatibe başvurmadan, daha doğrusu düşünmeden bildirme şeklindedir. Kimi zaman da Hazreti Mustafa gibi her ifadeleri derin bir akla ve mantığa uygun düzenlenmiş bir şekildedir. Son peygamber, İlah namına konuşur ve tertemiz, parlak ruhuna yansıyan sözleri düzgün, katkısız lisanıyla ifade ederdi.

Tarihte, nebiler döneminde gördüğümüz kişiler hep bu özellikleri taşırlardı. Bunların nasıl, hangi biçim ve aracı ile vahiyle şereflendiklerini araştırmak gereksizdir. Vahiy, nebilerin kalbindendir. Bir varsayım olarak nebiler birer alettir: Sır, en saf hâliyle, katkısız olarak kendilerine görünmez bir şekilde vazife verir. Onlar da insanların anlayacağı sözlerle, yüce rütbeleri, akılları ve anlayışları gereğince söylerler. İkinci varsayım olarak nebiler “motor” anlamına gelecek şekilde harekettirler: Tabiatları gereği bir söz veya işten gizli bir mana çıkararak emirleri tebliğ ederler. Fakat bu iki varsayım da aynı sonuca götürmüş olur.

Din ile bilimin arasını bulacak olan ancak tarihtir: Tarih, ruhsal meselelerin içindedir. Bugün yüzeysel bir bakışa sahip bir adam fen ve mantık sayesinde dinde aklın kabul etmeyeceği şeyler görebilir. Özellikle dinsizliğin fanatik taraftarları pek yaman olduğundan dini önemsememeye, küçük görmeye başlar. Bir din seven ise doğaüstü hâllerden doğal bir şey göremez.

Bu iki görüş de boş ve beyhudedir. Dine, özellikle dinlerin kökenlerine, nebilerin siyerlerine tarihsel bir gözle bakılmalıdır. Her şeyin bir psikolojisi olduğu gibi nebiliğin de ruhsal bir tarafı vardır. Üzülerek belirtmeliyim ki birçok tarih yazarı bu nebilik psikolojisini derinleştirmemişlerdir. Nebinin kişiliği ilhamın pınarı demektir. Ruh bilgisine pek uzak bulunan birtakım bilim insanı geçinen cahiller ise nebilere âdeta birçok vasıf ve özelliği yüklemişlerdir. Kimi bilim insanları, aynı hızla, İsrâiliyat’a ait kimi rivayetlerdeki simgesel unsurlar ve benzetmelere dayanarak şaka anlamına gelen eğreti hikâyeleri anlamadan, burada geçen her söze nesnel anlamlar yüklemekten çekinmemişlerdir. Belagat kuralları,26 birçok toplantıda kendine yer bulamamıştır. Anılan bilim insanları, her nedense sanattan anlamıyormuş. Örneğin bunlara:

 
Ey şi’-i terim, eşkim ile hem-cereyân ol
Sinemdeki nîrân-ı gama reşha-feşan ol27
 

gibi bir beyit gösterilse, öncelikle okurlarını ve onların hâl ve hareketleri ile ahlakını güzelce inceden inceye araştırdıktan sonra diyecekler ki: “Şiir, vaktiyle su gibi akarmış ve emre tabii imiş. Muallim Naci Efendi merhum şiirine ferman etmiş, ayniyle gözyaşı ile akmaya başlamış ve doğruca karnı ile başı arasında ortaya çıkan Farsça lisanında sine, Türkçede ‘göğüs’ denilen bölgede vücudundaki cehenneme gitmiş.”28

Ondan sonra daha da saf bir şekilde duran ve eğretiliklere nesnel şekiller vermek yarışında daha becerikli olan, ileri gelen yazarlar yetişmiş ve Naci Efendi merhumun göğüs boşluğundaki müthiş cehennemi hayal güçlerinin yettiğince somutlaştırmışlardır.

Zannederim ki artık bu fikirleri terk etmenin zamanı geldi. Peygamberlik sözlerindeki benzetmelerin hakkını vermek lazım. Zira bu benzetmeler ve hikâyeler için, genel olarak övünülecek vasıfları içeren ve İsrail toplumlarına ait eserlere niye başvuruldu? Bu yönleri de bilmeye ihtiyacımız var. İnsanların Efendisi, din kurallarını yaymak için Hanif geleneklerini olduğu gibi koruma ve bu siyaseti sürdürmeyi tercih etmiştir. Kurduğu devrim binasının temelini geçmişten almayı uygun bulmuş. Kişisel fikrime göre burası incelenecek olursa Hazreti Peygamber’in ruh bilgisi, siyaseti bir kat daha parlayacaktır.

Ömer Nesefi diyor ki:

“Ululuk sahibi Allah, müjdecilerin ve uyarılarda bulunanların ve dünya insanlarına ve ahiret işlerinde muhtaç oldukları şeyleri gösterdiği hâlde birtakım peygamberler ilk emirle şereflenmiş, gönderilmeleri ve onları harikulade mucizelerle desteklendiklerini buyurmuş olduğu muhakkaktır.”

Şu cümlelerin tarzı ileride anlaşılmalıdır:

İnsan, birtakım emir ve yasaklar karşısında kalbini rahatlatmak, şüphe ve sezgilerini yatıştırmaya muhtaçtır. Bu ihtiyacı atlatmış olmak için, hakikat ve sebeplerle tesellisi bazı şeref sahibi kişilerin saf kalbine yansır. Bunlar da yüce ifadelerdir ki saf bir haktan ibarettir. Derin bir genel ihtiyacı sonuca getirir. Bu esrarın anlaşılmasında ve milletler ile toplulukları hidayet yoluna davette başarılar nebilerin mucizelerindendir.

Tarih, nebi ve mucizeyi böyle anlar. Bir insan ne derecede saygın olursa, nebiler ve mucizeler hakkındaki düşüncesi de o derecede saf ve nezih, doğru ve ince olur. Kabalığı, cehaleti ne kadar fazla ise düşüncelerinin karışıklığı ve soyut ifadeleri tarif eden kelimeleri birtakım nesnel şekillerde tasvir eder. Onlar için mucize mutlaka matematiksel kanunlara ve doğa olaylarına zıt şeylerdir.

Hazreti Muhammed, “insanların anlayacağı sözlerle, akılları ve anlayışları” gereğince davranan ileri görüşlü kişiler ise bu hakikati anlayıp kavrayış ve zekâ derecelerine göre insanlardan daha kazançlı kimselerden olmalıdır.

Saf hakikat, bilinemezdir. Kâinatın başlangıcı ancak Hak zat tarafından bilinir. Bütün İsrailoğulları nebileri, Muhammediye görüşlerinde, aynı esrarda incelemede bulunmuşlardır. Bunlar ne İsraili ne de Nasrani topluluklardandır, hepsi Müslüman ve Allah’ın birliğine inananlardandır.

Doğaya ait sırları yansıtabilmek, genel ihtiyaçlara bir yansıtma yeri bulmak için olağanüstü -doğa kanunlarına aykırılık değil- yaratılmış ruhlar arar. Bunların hepsi aynı cinstendir. Bu karakterde olan kimse, nebiler döneminde yetişmişse nebi olurdu. Bunun içindedir ki Hazreti Peygamber, nebiler arasında fark görmüyor. Bu şekilde, tarih, önceki peygamberleri de böyle anlar. Bulunduğumuz çevrelerde, çağımızın aklı, atalarımızın düşünceleri ile bizim peygamberliğe akıl erdirmemiz zordur. Onun için tarihin yardımıyla geçmişi canlandırarak, eski dönem ihtiyaç derecesini değerlendirirsek, peygamberliğin marifetini görmekte zorluk çekmeyiz. Aynı şekilde, günümüz his dünyası ve dinî düşüncelerin önemini, ancak, tarihin yardımıyla kökenlere müracaat ederek öğrenebiliriz.

Peygamberlik hakkındaki tarihsel incelemeler, aktarılan birçok hikâyeyi altüst edeceği gibi acemi tarihlere karışmış birtakım nâpuhte (çiğ, tecrübesiz) fikirleri de yıkar. Ancak yeni yöntemlerle yazılmış tarih, zaman ve çevresel koşulların, ırk ve diğer etkenlerin önemini düzelterek her şeye hak ettiği değer ve itibarını verme olanağı sağlayabilir.

Hazreti Muhammed el-Mustafa, Hak peygamberidir. Ve en büyük nebidir. O çağda, peygamberlik, neden kendisine nasip oldu da başkası bu yüce rütbeye sahip olamadı? Bu şekilde, niçin son peygamber kendisidir? Birtakım saf akıllarda yer bulan bu sorular, gerçekte cevaptan kurtulmuş sorular olsa da bu konuda bir iki söz söylemeyi fazla bulmadık.

Peygamberlik, kendisine tayin olundu, çağdaşlarından başkasına değil; çünkü herkes nebi olamaz. Herkes doğanın gizli sırlarını barındıramaz, hak etmiş olan kişinin akıl bütünlüğü, sinirsel yapısı diğer bireylerden farklıdır. Nebinin karakteri, doğal olarak yaradılışı başkadır. Muhammed el-Mustafa’nın çağında hatta bütün çağlarda, yüksek akıl derecesi ve gücünde kimse yoktu. Eğer ondan daha fazla doğal bir kuvvete ve ruhsallığa sahip biri olsaydı, nebi, o olurdu. Mademki öyle biri çıkmadı, Hazreti Ebu el-Kasım, Hak peygamberidir. Profesör Dozy, “Muhammed zamanının en yüksek akıllısı değildi.” diyor. Ve Ömer bin Hattab ile Ebu Bekir es-Sıddık’ı, sahip oldukları güç ve fikirlerini karşılaştırdığında onları, Nebi’nin zatının üstünde görüyor. Endülüs tarih yazarı iyice bilmeliydi ki, bu iki dost kişi, peygamberlikten daha becerikli olsalardı yüce elçilik vazifesi onlara tayin olunurdu.

Muhammed el-Emin, peygamberliğin sonuncusudur. Bunun en büyük tarihsel kanıtı ve akli ispatı kendisinden sonra peygamber gelmemiş olmasıdır. İnsanların Efendisi, devirlerin değişimini, çağların yenilenmesini oldukça iyi anladığından ve insanlığa kesinlik kazanmış bir din fikrini verdikten sonra bir daha nebi gelmeyeceğini, zamanın elçilere muhtaç olmayacağı kavrayışını verdikten sonra, peygamberlik kapısını kapamıştı. Carlyle sağ olsaydı bu yazdığım bölüme imzasını atardı.

MADDESEL ÇEVRE

Bir kişinin içinde bulunduğu maddesel, ırksal, millî, sosyal, ailevi, dinsel, fikirsel, duygusal ve siyasal çevreleriyle birlikte, velev zihnen de olsa soyutlandığı diğer muhitlerle, özellikle başka çevrelerde meydana gelen tarihsel olayları değerlendirmek oldukça zor bir iştir. Örneğin geleneklerine tutkun ve rivayetlere gönül vermiş bir Müslüman’a, âlemlerin en erdemlisinden bahsedildiğinde, bütün bu çevresel etkileri kaybolur; düşünmeden, istemeden birtakım olağanüstü çevreler, kişiler, olaylar zihnini ele geçirir. Yüzlerce yıldır, Muhammed’in bir tek sözünün işitilmesiyle öne eğilen atalarının Allah’tan korkan ve hatta kendi inançlarına aşırı tutkun kişilikleri, kendi kişisel derinliğinde uyanır. Ve doğal olarak değerlendirme kabiliyetleri tarihsel tabloları anlama kabiliyetini kaybeder.

Mekke’nin toprağı başka topraklara benzemez. Kureyşliler herhangi bir insanın üzerinde yaratılmışlardandır. Arapça lisanını da, mevcut lisanlardan hiçbiriyle karşılaştırmak mümkün değildir. Hele Muhammed çağını diğer dönemlerin tarihlerine benzetmek haram değilse de dinen hoş görülemez.

İşte böyle bir his ve değerin, aktarılabilir ve kişisel cazibe unsurlarının etken olduğu kimseler, bin üç yüz sene önce yaşanan Muhammed çağını tarihsel kavrayıştan uzaktır.

Bunun gibi, birbirinden farklı etkileşimler ve ruhsal anlamdaki etkenler altında bulunan Batılılar diğer bir görüşten Ahmedî dünyayı, hak ettiği şekilde, düşünsel dünyalarında inşa edemezler.

Nebi’nin doğduğu yer, doğal coğrafyası itibariyle dünyanın en zorlu kıtalarından biri olan Arap Yarımadası üzerinde yer almaktadır. Hicaz’ın büyük bir ekonomik önemi olmadığından, o zamanın büyük devletlerinin ilgisini çekmemişti. Kızıl Deniz’in yaşam emaresi bulunmayan taraflarının dışında kalan Tihame’sinin29 arkasında ve uçsuz bucaksız kum çöllerinin yalnızlığında ortaya çıkmış olan Mekke-i Mükerreme, ne doğal manzaraları, ne de servet defineleri nedeniyle herhangi bir öneme sahip değildi. Büyük Çöl’den daha zengin, fakat örneğin Sudan Mısırı’ndan daha zorlayıcı koşulları olan bu arazi, çok eski çağlardan beri eşkıyalar için cevelan-gâh (savaş yeri) olmuştu. Oldukça az miktarda olan ürünlerini yetiştirmek için de kabileler, aralarında savaşırdı.

İsimsiz çöller, pek kasvetlidir. Susuzluk sadece cisimleri değil, ruhları da kurutur. Yeşillik, sulak bir yer, şiirsel bir nokta diye adlandırılacak bir alan, Hicaz topraklarında oldukça nadirdir. Sıcak, fazlalaştığında hararet ve güneş ışınları biraz yemeklerin de yerini tutar. Beden, ihtiyaç duyduğu temel gıdayı doğrudan doğruya güneş ışığı ve havadan aldığı için Araplar pek yemek yemezler. Midelerindeki asit azdır. Maddesel çevre, Hicaz’da bireyleri, duygusal olarak yüksek bir derecede etkilemez. Arap şiiri, incelik ve ruhsal bir hassasiyet içeriğine sahip değil; düzenli bir akış ve düzgün sözlerle ilerler. Gönlü okşayan üsluba sahip şairler oralarda, Alplerde, Norveç kıyılarında, Bosphorus’ta (İstanbul) olduğu gibi herhangi bir seçim yapmaya gerek duymadan, doğal bir ruhsallıkla dökülmez. Şu kadar var ki, boşlukların derinliği, gecelerin parlaklığı, ruhu ve kalbi kendi içindeki derinliklerde boğulmaya sürükler. O iklim, insanı sinirli hâle getirir. Gergin bir hiddet ise genellikle zekâ ve dehadan doğar. Bu karakterin, bir taraftan, arzu ve kavuşmaya olan isteği, diğer taraftan çevikliği, becerikliliği, kavgacılığı doğurmaması mümkün değildir. Arap ırkı, Sami ailesine mensup olduğundan ve zenciler gibi geri bir tabakayı oluşturmadığından, bu maddesel çevrede, zekâsından bir şey kaybetmemiştir.

Gökler, yıldızlar, evren, güneş, ay Arap ruhunu oldukça meşgul eder. Muhammedî dönemin eserleri değerlendirilecek olursa, daima evrensel, göksel bir nedenin konu edinildiği fark edilecektir.

Arapların, savaşçı ve süvari olarak tanınmasının temelinde doğa etkendir. Arap, koşmaya, dolaşmaya, savaşmaya mecburdur. Bu özelliklerini geliştirmezse hayatını kazanması oldukça güçleşir. Bu şekilde Arap kabilelerinin bölünme şekilleri, kabile reisleri, reislerin merkezi Mekke’de bulunan asilzadelere mensup bir cumhuriyet oluşumu hep bu maddesel çevrenin eseridir. Memleketin yaşamaya uygun ortamlarının azlığı, göçebeliği, göçebelik de panayırları meydana getirmiştir. Kabilelerin bu maddesel çevre etkenlerinin sonucunda toplu hâlde bulunması, bir nevi görgü kurallarının kendine yer bulmasını sağlamıştır. Aşiret hayatı gereği reislere ihtiyaç duyulmuş; bu zorunlu durumlardan asilliğin sürdürülmesi, asalete gözetilen saygının oluşması, soylu bireylerin önem kazanması gibi Arap topluluklarına özgü birtakım gelenekleri ortaya çıkarmıştır.

Bu tekdüzelik, işsizlik, araştırma ve meşguliyete maddesel bir zemin bulamamak ve özellikle çeşitli kavimlerle pek ilişkide bulunmamak, böylesine zeki bir kavmin, kullandığı dilin düzen ve vezinleriyle uğraşmasına, sözlü müzik ve kafiyelere, sonuç itibariyle lisanı incelemesine, kelimeleri bölümlerine ayırıp ifadelerini arttırmasını sağlar. Bundan dolayı lisan ve şiir, Batı Avrupa lisanlarına benzemeyecek bir şekilde tamamlanma evresine girmiştir.

Maddesel çevre, Hicaz’ın sıcak bölgelerinde (bilâd-ı harre) mevcut bulunulması, fizyoloji açısından bölge sakinlerinin şehvete düşkün bir yapıda oldukları belirtilir. Sayıca çok kadınla birliktelik, İslam öncesi dönemde kadınlara saygı gösterilmemesi, kız çocuklarının öldürülmesi gibi kötü ve çirkin âdetler hep bundan dolayıdır. Bu şehvete düşkünlük bir hastalık olarak Arap’ın dünya ve ahireti kadın ile tanımlamasına neden olmuştur.

Çevrenin maddesel sonuçlarından biri de köleliktir. Eğer doğal ortam, Arap’ı sürekli savaşa zorunlu kılsaydı, rehavet olmazdı. İyi bir süvarinin, sözünde durmak, savaşçı ruhunu beslemek bilimsel açıdan bakıldığında hep çevresel etkilerden olduğu anlaşılır. Ticaret de bir dereceye kadar, maddesel çevrenin ve doğal coğrafyanın ürünüdür.

Eğer Arap Hicazı’nda gerekli olan toprak ürünleri ve ihtiyaç duyulan her çeşit zirai ürün aynı arazide yetişseydi o zaman eski zaman panayırları ile uzun seferlere gerek kalmazdı.

IRKSAL ÇEVRE

Eğer Araplar, Sami ırkına mensup olmasalardı, bahsettiğimiz bu maddesel çevrede büyük bir bilim ya da yücelik gösteremezlerdi. Hicaz’a benzeyen bazı bereketsiz bölgelerde zenciler yaşamaktadır. Bu bölgelerde de hayat koşulları yaklaşık Arabistan’a benzer. Fakat siyahiler, insanlar arasında ve insanlardan farklı olan bir tür olarak bilindiğinden, eski dönemlerde nasıl yaşamışlarsa bu tarzı sürdürmüşlerdir. Tarihte, siyah insanların oluşturduğu parlak bir medeniyet tespit edilmemiştir. Zencilerin örgütlenme bilinçleri, beyinlerdeki bir maddenin eksikliği ve sinirsel yapıları gereği, tamamlanmaya yönelik harekete müsait olmadıklarını zannederim. Hâlbuki Araplar, oldukça kötü, oldukça bereketsiz ve uğursuz bir çevrede yaşamalarına rağmen, farklı bir ırka mensup olduklarından, bu ırkın verdiği güzellik ve zekâyla, cahiliye devrinde bile hayli farklı vasıflar göstermiş ve peygamberliğin başlangıcından sonra tarihsel açıdan en seçkin milletler arasına dâhil olmuşlardır.

İslam’ın tarihsel ve özellikle resul siyerlerine dayanarak özelliklerinin incelenmesi sırasında Arapların Sami ırkına mensup oldukları unutulmamalıdır. Lisan, bir milletin hayatındaki hareketlerde dahi kendini gösterir. İbrani ve Arap topluluklarının benzerliği esas alınarak bir görüş geliştirildiğinde, her iki kavmin birçok olumlu ve olumsuz özelliklerinin ortak olduğu anlaşılır.

İlk İbraniler ve Araplar arasındaki bütünsel bir benzerlik vardır. Ancak, her iki kavmin maddesel etkileri farklıdır. Bununla beraber her iki milletin genel hatlarıyla yaşam şekillerinin birbirine benzeyen noktaları çoktur. Arapça, İbraniceye ne kadar benziyorsa Arap da Yahudi’ye o kadar benzer.

İbrani topluluklardan maksadımız, nebiler zamanındaki Ben-i İsrail’dir.30 Kudüs’ün kaybından sonra gerçekleşen olaylar Yahudi doğasını da esaslı bir biçimde değiştirmiştir.

Arap milleti, cahiliye devirlerinde, aynı zamanda hem pek vahşi, hem de gayet medeniydi.

Arap kavmi vahşiydi. Çünkü doğal çevresi kendisini vahşete sevk ediyordu. Bir iki söz ile bu vahşeti ve Arap medeniyetinin tablosunu göz önüne getirmek mümkündür:

Arap zamanlarının başlangıç dönemlerinde, insanlarla vahşi hayvanlar arasındaki savaşlarda, her canlı, hayatta kalmak için daima savaşmaya mecbur kalıyordu. Bu mücadeleler, giderek birbirlerine benzemelerine neden olmuştur. Millet bilinci henüz şekillenmemişti. Bundan dolayı Arap topluluklarına bağlı kabileler, birbiri üzerine, vahşiler gibi hücum eder, öküz, inek gibi hayvanları yağma eder, hatta erkek, kadın ve çocukları esaret altına alarak ele geçirirlerdi. Bu savaşlara yalnızca “haram aylar” adı verilen ateşkes aylarında ara verilirdi. Millet bilinci, kardeşlik hatta konfederasyon fikrinin ilk belirtileri dahi Araplarda yoktu. Bununla beraber vahşi ve aynı zamanda medeni dediğimiz bu garip ve farklılıkları içeren topluluğun “haram aylar”, Mekke gibi bir merkezî mesken, “darünnedve” gibi bir vekiller meclisi vardı.

Uzak durulması gereken kötü davranışlar, gelenek gereğince uygulanıyordu. Bu çirkinlikler arasında kız çocukların öldürülmesi, diri diri görülmesi gibi bir milletin vahşetine kanıt niteliğinde olaylar da vardı. En eski çağlarda ve hatta vahşi diye anılan Afrika ve Okyanusya kabilelerinde bile bu derece insanlığın gerisinde olaylara az rastlanır.

Kadınların, cahiliye dönemindeki durumu da milletlerin kabalık derecesinin durumunu gösterir.

Nisa suresi 24. ayetinde validelerin, eşlerin, kız kardeşlerin, hala ve teyzelerin, yeğenlerin, evlat eşlerinin, kayınvalidelerin vesairenin evliliği yasaklanır. Araplar, cahiliye zamanlarında bu gibilerle de evlenecek derecede vahşiymişler. Promiscuité (karışıklık) hâlinde yaşarlarmış. Bundan dolayı, “cahiller zamanı” tamlaması kendilerine oldukça uygundur.

Arapların eski mezhepleri de hayli vahşi bir dindir. Bu örnek en eski Yunan dini gibi zarif ve şairane değildi. Karşılaştırmalı bir put bilimi kitabı hazırlansa Arapların putlarının, ilk zamanlardaki toplulukların taptıklarından pek de ileride olmadıkları görülür. Hacerü’lesved’e olan şiddetli sevgi, pek terbiye dışı olan bir fetişizmi “nesnelere tapan”ı andırır.

Tekrar edelim: Arapları, Sami aklı ve kavrayışı ile bir taraftan medenileşmiştir. Ancak en sefil derecedeki vahşiliğe sürükleyen de, doğanın merhametsiz çevresel etkenleridir. Arap vicdanı, ırksal özelliklerinden hareketle İbrahim mezhebinden izler taşımıştır. İşte kalan bu dinî iz, hanifi31 sayesinde, Hazreti Muhammed’in yararlanabileceği en büyük kuvvet olarak kalmıştır. Yine bu ırksal özelliklerin etkisindendir ki oldukça büyük ve belki en büyük rolü oynamıştır.

İbrahim mezhebi, Arapların putperest inancına rağmen, vicdanlarda, bir miras gibi uyur hâlde bulunuyordu. Puta taparlığın önemli ölçüde bir olağanüstülüğü yoktur. Doktor Sprenger’in belirttiğine göre Araplarda yerleşmiş bir federatif din vardı. Her kabilenin ayrı ayrı taptığı bir put, hepsi bir arada, asla kavga sebebi olmadan Kâbe içerisinde yan yana ve rahat rahat oturuyordu.

Irksal etkiler ve İsrailoğulları ortak geleneklerinden gelen etkilerin kaybolması sonucunda Araplar, daima bir Hak dinini bekliyordu. İbrahim dininin, “yüceleri” hedeflemesi, Arapların ilerlemesinin sebeplerindendir.

Araplar, eski zamanlarda, henüz Samilerden ayrılmadan önce doğal olarak medeniydiler. Kuzey’den Arap Yarımadası’na inmeleriyle bir hâlden başka bir hâle geçiş dönemini atlatmış oldular. Bu dönemi, “Cahiliye Dönemi” olarak yine kendileri adlandırmıştır.

Eğer Arapların, böyle bir geleneği olmasaydı İslamiyet’in yerleşmesi oldukça güç olabilirdi.

Sözün özü, ilk İbranilerin birçok meziyeti, ırka has özellikleri de Araplara geçmiştir.

Araplar daha geniş bir alanda yaşadıklarından, daha süvari özelliklerine sahip ve mert bir hayat geçirdiklerinden Ben-i İsrail’in beğenilmeyen birçok hâl ve hareketleri kendilerine geçmemiştir. Arap ile Yahudi’nin karşılaştırılması, önemli bir tartışma zeminini gerektirse de bizim konumuz dışındadır.

24.Siyer-i Veysî diye meşhur olan eserin tam adı Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc’dır. İlk Türkçe telif siyer kitabı olarak kabul edilmektedir. Dürretü’t-tâc’a birçok zeyl şeklinde siyer kitapları da yayınlandığından, yazar, çoğul ekiyle genel bir yazarlıktan bahsetmektedir. (ç.n.)
25.Doğu’da bilimsel araştırmalar neredeyse yoktur. Her ne biliyorsak Doğu bilimcilerine (oryantalistlere) borçluyuz. İslami bilimler, “menkul” (nakledilmiş) temeline dayanır; akla uygunluk ile alışveriş oldukça düşüktür. Hele tarih, Doğu’da son derece sessizdir. Onun için yukarıda isimleri geçen kişilerin eserlerinin dilimize aktarılması için tercüme edilmesini en temiz niyetimizle hükûmetimizden rica ederim. Doğrusu bunların Türkçeye tercüme edilmemesi kayıptır. Zamanında hükûmet yardım eder ve birçok büyük kitaplar basılırdı. Matbaa-i Amire fikirlerimizin açıklığına oldukça hizmet etmiştir. O zamanın ileri gelenlerinin çabaları, dönemimizin hâlihazırdaki vekilleri tarafından örnek olarak kabul edilmelidir.
  Yukarıda bahsettiğimiz dört yazarın eserlerinin tümünün İslam tarihiyle ilişkili birçok Doğu bilimcisinin eserleri vardır ki lisan veya lisanlarımıza tercüme edilerek aktarılması bir görevdir. Bundan sonra biz Müslümanlar da, biraz bilimsel yöntemlerle incelemelerde bulunmaya çalışmalıyız. Bizden de, örneğin Doktor Sprenger çıkabilmelidir.
  Bu şekilde, Kur’an’ın mana bakımından izahı bilimsellikten uzaktır. Bir Exégése (Kutsal Kitap Yorumu) çalışmasına şiddetle ihtiyacımız vardır. Şurası da unutulmasın ki, Kur’an’ın anlam itibariyle izahı, bilimde yetersizdir. Halkın yeni tarz imanını güçlendirmek için herkese elverişli olacak şekilde, Kur’an anlamını izah da lazımdır. (y.n.)
26.Belagat: Sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve kişisine göre söylenmesini öğreten bilimin adı.
27.Bu mısralar, Muallim Naci’nin Fransızcadan dilimize tercüme ettiği bir şiirdendir. Fransız şiirindeki vezin tertibini korumak amacıyla aynı düzen içerisinde çevirdiği anlaşılmıştır.
28.Yazar burada, edebiyat ve söz söyleme sanatları, dil bilgisi hakkında dahi bilgisi olmadığı hâlde söz sahibi olan kişilerin yaklaşımlarına eleştiri getirmektedir. “Ayn” kelimesi, hem göz hem de aynı anda anlamlarında kullanılmıştır. Gözyaşı ve sine kelimelerindeki söz sanatlarından hareketle, şiir ve söz sanatlarına göndermede bulunmaktadır. Alıntılamış gibi yaparak, söz konusu şiirle ya da edebiyat alanında herhangi bir anlam içermeyen cümlelerle eleştiri yapılmasıdır. (ç.n.)
29.Mekke-i Mükerreme’nin diğer adı.
30.Ben-i İsrail: İsrailoğulları. Hz. Yakub’un ikinci adı olan İsrail’den dolayı, onun soyundan gelenlere Tevrat’ta Beney Yisrael, Kur’an-ı Kerim’de Benû / Ben-i İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. (e.n.)
31.“Hnf” kökünden gelen bu kelimenin anlamı etimolojik olarak tartışmalıdır. Süryanice kökenindeki ilk kullanım anlamı, putperesttir. Ancak zaman içinde “inanan, ibadet eden” anlamına dönüşmüştür. Genel kullanım “tevhit” inancına sahip kimseler şeklindedir.

Darmowy fragment się skończył.

8,95 zł