Czytaj książkę: «Bir Yolculuktur Aşk»
Betüliçe’den…
Ben Betül.
Sıradan bir fani…
Hayat yolculuğunda yönünü bulmaya çalışan bir kul…
Birlikte yürüyelim ne dersin?
Bu geçici yolun kalabalığında birbirimizi anlayanlarla bir araya gelebilirsek daha iyi idrak ederiz yolculuğumuzun sebebini.
Ben Betül.
Sıradan bir fani…
Yolunu satırlarda bulmuş; noktaları varış, virgülleri durak olmuş Allah’ın aciz bir kulu…
Birlikte dinlenelim ne dersin?
Duraklarımız “biz”lik durağı olursa seninle ben kalabalıklardan sıyrılıp daha çabuk revan oluruz yola.
Hem kim bilir, belki bu yolculukta kendimizi buluruz ya da bulmak istediğimizi…
Betül Ak Örnek
1988 yılında İstanbul Sarıyer’de doğdu. Ailenin tek çocuğudur, doğma büyüme Sarıyerlidir.
2008 yılında Fatih Örnek ile evlenmiş 2010 senesinde Eymen Kerim 2017 yılında ise Ali Mirza adında iki evlat sahibi olmuştur.
Üniversitede yönetim alanında bitirmiş olduğu bölümün, özel bir bankada yaptığı staj ve açtığı özel işletme deneyiminden sonra kendisine uygun olmadığını anlayıp sosyoloji bölümüne yönelmiştir. İlk çocuğu Eymen Kerim’i büyütürken kişisel gelişime ve yazmaya odaklanarak ilkokul yıllarından gelen yazma yeteneğini aldığı profesyonel koçluk eğitimiyle birleştirmiş hayatı sorgulamaya ve yazmaya başlamıştır.
2015 yılından beri özel bir lisede eğitim ve öğrenci koçluğu yaparak öğrencilerin yanlış seçimler yapmasını engellemek amacıyla özellikle kendilerini tanıma ve meslek seçimi programlı çalışma, hedef belirleme, motivasyon konularında yardımcı olmaktadır.
Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Bir Yolculuktur Aşk, Şubat 2020
Bu kitap evlatlarım Eymen Kerim’e ve Ali Mirza’ya hediyedir.
Bir Yokmuş
“Bir varmış bir yokmuş” ile başlar tüm masallar çünkü varlıkla yokluğun arasında gidip gelir anlatılanlar. Eğer sana bir masal anlatacak olsaydım dost, “bir varmış bir yokmuş” diye başlardım sözlerime, ancak insanlarla ilgili bir şey anlatacak olsaydım, yalnızca “bir varmış” derdim çünkü ehli irfanın, “Biz bu dünyaya var olmaya değil, yâr olmaya geldik” sedası bakır yaprakların arasında savrulup unutulduğundan beri insanların tek derdi var olmak, varlıklı olmak…
Lakin ben sana kendimle ilgili bir şeyler anlatacağım, en çok kendime söylemek istediklerimi yazacağım sana. O yüzden ilk sözüm, bir yokmuş olacak…
Kendine sefer eylemiş bir kızın hiçliğinin farkına varma hikâyesi bu.
Bir yokmuş…
Eskilerde doğmayı unutup modern zamanların birinde, bir sonbahar günü dünyaya gelen bir kız çocuğu varmış. Adını “Elif” koymuş büyükannesi. İnsanların türlü hilelerine karşı duruşu hep dik olsun, zalime boyun eğmesin, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmasın diye “Elif” demiş kızın adına. İnce gerdanına – – elif harfi işli kolyeyi takıp, kulağına bahar rüzgârından tatlı bir sedayla fısıldamış: Senin adın “elif”!
İnsanlar adıyla yaşar ya, Elif’in de adının manasını yaşamak için birkaç sınavdan geçmesi gerekliymiş. Öyle ya, önce babasını, sonra büyükannesini ve en acısı, yaşarken annesini kaybetmiş, manen. Penceresinin kenarından anlamaya çalışırken hayatı, bir adam görmüş. O kadar susamış ki sevilmeye, bir bakışla titremiş; heyecanlı elleri büyükannesinin emaneti olan elif kolyesini düşürmüş pencerenin altındaki adamın ayaklarının önüne. Adam elifi de almış, Elif’i de… Ve ardından yitip gitmiş, hiç gelmeden. Adamın gidişiyle Elif de elifliğinden şüpheye düşüp bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş.
Bu yolculuğa gerçek benliği bulmak, “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” hadisindeki Yaradan’ı tanımak gayesiyle çıkmış. Öyle ki, bu yolculuk kendinden yüreğine doğru çıktığı bir sefermiş.
* * *
Bu dünyaya gözlerini açan herkes ömür yolunda yolcudur. Kimi kısa kimiyse uzun kalır bu yolda, lakin önemli olan ne kadar çok kaldığın değil, ne kadar çok anladığındır. Bu yol bakma değil, görme yoludur. Kim ki yaşamak için yürür, bu yolculuğu anlamamış olur.
Bu yol, yürümek için yaşayanların yoludur!
Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.
Selahattin Eyyubi
Bölüm 1
Arayış
Sevmek
Ben Elif. Kendi içimde çıktığım yolculuktan hasbihal edelim istiyorum.
Öyle bir yolculuk ki, tırtılın kelebek, tohumun fidan olurken çıktığı meşakkatli yolculuk gibi, ben de bu zorlu yolun sonunda aradığıma ulaşma duasındayım.
Öyle bir yolculuk ki, hikâyemin başı da sonu da aynıdır; bir tek cümleye sığdırmak istesem, “damlanın içindeki okyanusu keşfetmeye başlama uğraşıdır,” diyebilirim.
Elbet yalnızlık Allah’a mahsus… Benim de bu yolda yanımda can yoldaşım Kısmet var. Kısmet, dünyanın en vefakâr kedisi. Turuncu tüylü, pofuduk arkadaşım kâh kendisini aslan sanıp ağzını kükreyecek gibi kocaman açar ama sadece esneyip pencere kenarındaki yerini alır ve saatlerce sokağı izler, kâh oturup dizimin dibine başını yana yaslar, çıt çıkarmadan uzun uzun dinler anlattıklarımı. Sevilip okşandıkça mayışır; ben onu, o da beni çok sever de böylece anlaşırız. Kalabalıklarla aram hiçbir zaman iyi olmadığından ve gönlüme göre bir dost bulamadığımdan benim ufak dünyamda Kısmet en kıymetli yoldaşımdır.
Kısmet’le yürüyüşe çıkıp ağaçların sallanan dallarıyla yaptıkları müziği dinler; bazen bir duvar dibine yaslanıp birlikte kitap okur, çiçekleri konuşur; yaprakların üstüne düşmüş çiğ tanelerini, yerinde duramayan yaramaz bulutların girdikleri şekilleri izleriz. Şehrin keşmekeşinden kaçıp bir ağacın altına sığınır, ufak bir yaşam alanı kurarız kendimize. Bazen Kısmet beni unutup bir kelebeğin peşinde koşturur, bazen de ben yüzüme nazikçe değen rüzgâra kapılıp kapatırım gözlerimi, onu unuturum ama asla kırılmayız birbirimize. Yalnız kalmaya ihtiyacımız olduğunda bunu anlar, böylece saatler geçirdikten sonra eve döneriz.
Dönüş yolculuğunda sohbet ederiz Kısmet’le. Kimi zaman dertlenip içimi dökerim, bazen cevap bulamadığım sorularımı ona sorar ve böylece tekrar düşünürüm. Yolumuz hep böyle muhabbetle geçer.
Muhabbet demişken…
Yıllar önce bu kelime üzerine uzun uzun düşünürken babamın bana anlattıklarını hatırlıyorum.
“Muhabbet, Arapça ‘sevgi’ anlamına gelen ‘hubb’ sözünden geliyor; sonra bu kelimeden ‘dost, sevgili’ anlamına gelen ‘ha-bib’ türemiş. Bizim anladığımız manada ‘muhabbet’ kelimesini karşılayan Arapça kelime ise ‘sohbet’, kelimenin faili ise ‘sâhib’; yani biri sizi seviyor ve sohbetinize layık görüyorsa sizin sahibinizdir, siz de onun…”
Babamın nahif sesinden işittiklerimi hatırladıkça tüm hücrelerim ayaklanıyor; bir kelime bir düşünüşe, bir düşünce arayışa, bir arayış ise eninde sonunda hakikate yaklaştırıyor beni.
Düşünüyorum… Muhabbet edenler sevgilidir. Biri bizi sohbetine layık görüyorsa sahibimizdir ve biz de ona sahibizdir.
Soruyorum… Peki bizlere en çok seslenen, bizimle en çok muhabbet eden ve bizi hiç unutmayan kimdir ki aynı zamanda sahibimiz de olsun?
İdrak ediyorum… Yüce Yaradan gönderdiği kitap vesilesiyle bir nevi muhabbet etmiyor mudur bizlerle? “Ey benim kullarım” derken bizi düşünüp uyarmasıyla, iyiyi kötüyü buyurması, eski kavimlerin misallerini anlatıp hata yapmamızı istememesi, müjdeleri, tesellileri geliyor aklıma. O anda sanki içimi kaplayan kara bir bulut varmış da çıkan güneşle dağılmışçasına, masmavi gökyüzünde kanatlandığımı hissediyor, ferahlıyorum.
Şükrediyorum… Beni bu sıcacık muhabbetine layık gören Rab beni çok seviyor, sahipleniyor; hamdolsun.
Oysa bu sevgiyi fark etmeden önce, yani daha cahil olduğum zamanlar kendime çok sormuştum, “Neden kimse beni sevmiyor?” diye. Kimseye yaranamıyor, hiçbir şey başaramıyordum. Her konuda vasattım, iyi yaptığım bir şey yoktu. “Keşke doğmasaydım,” demiştim hatta. Meğerse ne kadar kör bir kuyunun dibindeymişim… En büyük mutluluk sebebine sahipmişim de görememişim…
Nasıl mı?
Kâinatta varlığıma dair hiçbir delil yokken, bu dünyaya gönderilmeye layık, seçilmiş insanların arasındaydım. Evet, gelmiş geçmiş sayısız insandan biriydim ama hepimiz gibi seçilerek dünyaya teşrif ettirilmiştim. Parmak izlerimize kadar farklıydık ve DNA’larımızda kitaplara sığmayacak bilgiler saklanıyordu. Vücudumuzdaki damarlar dünyayı saracak kadar uzundu. Biz insanlar yaratılmışların en akıllısı, aynı zamanda en güzeliydik. Elbet tüm yaratılanlar gibi dünya üstünde bize verilen mühleti yaşayıp gitme vakti geldiğinde de dönecektik. İşte ben de bu şanslı insanların arasındaydım. Kalabalıkta bomboş dursam da, kimse beni sevmese, beğenmese de, türlü eksiklerim olsa da ben dünyaya en büyük güç tarafından seçilerek gönderilmiştim.
Dünyaya gönderilmeseydim kendimin farkında olamayacaktım. Dahası, bir zerre olarak bile kâinatta bulunamayacaktım. Asla bir bedenin içinde olmanın tadına varamayacaktım, nefes almanın kıymetini bilemeyecektim çünkü hiçbir şey olacaktım. Ama O beni bırakmadı, razı gelmedi isimsiz-cisimsiz olmama. Beni yarattı. Bana bir beden verdi ve kulları arasına girip O’nu tanımam için bir şans verdi.
Kimse beni beğenmese de O beni beğendi, kimse bana değer vermese de O beni değerli kıldı, kimse beni sevmese de O benim başıboş ve kimsesiz kalmama razı olmadı ve sohbetine layık gördü.
Yani dostlar;
O bizi çok sevdi.
O bizi bu kadar sevmişken kendimizi sevmemek vefasızlık olmaz mı?
Ben kendimi seviyorum, Yaradan’dan ötürü.
Ve bir yolculuğa çıkıyorum. Bu yolda en çok da kendimi olduğum gibi sevmek istiyorum.
Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun.
Rumi
Yolculuk
Bugün evden ayrılıp yola revan olmaya karar veriyorum. İçimdeki Mecnun gibi ser-i hoşluk hâlinde yürüme isteği, yaşadığım üzüntüyle engellenemeyecek boyuta ulaşmış vaziyette.
Birkaç parça kıyafet, defterim ve hep yanımda olan rehber kitabımızı koyuyorum sırt çantama. Kısmet ve ben, iki derttaş bu yolculukta da birlikteyiz. Evimizin eski tahta kapısını usulca kapatıp kimseye “hoşça kal” demeden yola çıkıyoruz.
* * *
Yürümeye başlıyoruz. Karşımda kâinat, bir derya misali uçsuz bucaksız; ben ise rotasını arayan bir seyyah. Hem de cahil bir seyyah. Biraz da ürkek… Öyle ki, durup arkamdan kendi gidişimi izliyorum. Hiç dönmeyecek gibi kararlı adımlarım, arkama bakmadan yürümeye devam etsem de dudağımın kenarında tuzlu bir tat bırakan gözyaşlarım, adımlarım kadar kararlı değil anlaşılan… Evimdeki küçük odamın penceresinde, bir yanımda sardunyalar diğer yanımda da Kısmet’le oturup saatlerce sohbet etmeyi özleyecek gibi bir tarafım. Biraz dertleştikten sonra sardunya efkârlanacak, canı bir bardak çay isteyecek sanki. Ben de mutfağa gidip demli bir çay koyacağım ikimize, demi kederimizden de ağır…
Demem o ki… Yolculuk zormuş dostlar! Hele ki gidiş kendi içimize olunca…
Ama yine de gitmeyi tercih ediyorum.
Gitmek, ne kadar keskin bir yüklem… Sanki iki kişiyi ayırıyor gibi; kesiyor, kanatıyor gibi. Oysa benim gidişim içimdeki mutluluğu bulmak için, kendimi daha iyi anlayabilmek için. O zaman bu yolculuğa gidiş dememeye karar veriyorum. Bu gidiş değil, varıştır.
Kendi kendime varmaya geldim. Mübarek olsun.
Gül Bahçesi
Varış noktasına bir an önce ulaşma telaşı, bir şeylere geç kalma endişesi olmadan aheste yürüyorum yeryüzünde. Arnavut kaldırımlı gri yolun tozu genzime kaçarken yol kenarından dışarı taşan bir gül bahçesine takılıyor gözüm. Tüm güller açmış, rengârenkler… Kırmızı, pembe, sarı, beyaz güller gerdanda parıldayan bir mücevher gibi ışıldamakta toprağın bağrında.
“Bu bahçenin sahibi çok nasipli olmalı,” diye düşünüyorum. Gül bahçesinden geçen gül kokar da ya gül bahçesinde yaşayan? “Gül gibi gülen biridir belki, belki de gül gibi güzel bir kadındır,” düşünceleriyle bir merak salıyor içimi.
Bu yolculuk maceralı olacak dememiş miydim? Dayanamayıp izinsiz giriyorum gül bahçesinin demir kapısından. Birkaç gül memnun olmuyor bu durumdan, batırıyor dikenlerini tenime ama gücenmiyorum. Bahçenin sahibiyle tanışmak için öyle heyecanlıyım ki, gülü sevenin dikenine katlanması misali vücuduma batan dikenlere aldırmadan devam ediyorum…
Gül bahçesinde ilerledikçe güllerin güzelliğiyle gülüyor yüzüm. Etrafta mis kokulu yüzlerce gül varken insanı ister istemez bir mutluluk sarıyor, gönlümün tıkalı atardamarları güllerin yaydığı o mis kokuyla açılıyor, içime ferahlık doluyor. Doğru düzgün nefes almayı bile bilmezken, Yaradan beni şu gül bahçesine iterek, “Nefes al kulum,” diyor sanki.
Bahçenin ortasında oldukça gösterişli, iki katlı bir köşk var, verandada siyahlar giyinmiş bir kadın; gözleri dolu dolu, oturmuş kara kara düşünüyor. Kısmet de ben de bakakalıyoruz birbirimize; bunca güzel rengin içinde karalar bağlayan birinin olmasına şaşıyor, usulca yaklaşıp selam veriyor, derdini soruyoruz.
“Her şeyim var ama mutsuzum. Beni seven bir eşim, çok güzel bir evimiz, çocuklarım ve göz kamaştıran bir gül bahçem var. Ama dedim ya, ben çok mutsuzum. İçimde yanan huzursuzluk ateşi her geçen gün beni kavuruyor, eksik olanı arıyorum ama bulamıyorum. Çok yorgunum…”
Oysa dışarıdan bakıldığında her şeyi eksiksiz görünüyordu; sağlığı yerinde, sevdikleri yanındaydı ama iç dünyası darmadağın, mutsuzdu çünkü arayışa adım atmış, lakin henüz “yol”u anlamlandıramamıştı. Bense henüz yolculuğun başındaydım ve kendime vereceğim cevapları bile bulmamışken ona söyleyecek bir tek söz bulamamıştım.
Gül bahçesinden üzülerek ayrılmaktı nasipte olan.
Arnavut kaldırımlı gri yolda yürümeye devam ederken bir bahçeye daha ilişiyor gözümüz. Bahçenin ortasında açan tek bir gül var, ileride de derme çatma bir ev ve gülün başında onu sevinçle sulayan güzel bir kadın. Bizi görünce hemen gülümseyerek el sallıyor ve, “Bakın gülüm ne de güzel açtı,” diyor. Biz de gülüyoruz, kadının sevinciyle ısınıyor içimiz ve tebessümle yola devam ediyoruz.
Öyle etkileniyorum ki, gri yol önümde bitmeyecekmiş gibi uzarken geçtiğim iki bahçeyi ve iki kadını düşünüyorum.
Soluklanmak için durduğumuz bir ağacın altında, defterime döküyorum içimi.
Gerçekten neydi mutluluk? Son model bir araba mı, bugün de karnını doyurabilmek mi? Deniz manzaralı bir villa mı, tek odanın içinde toplanılıp sıcacık sohbetlerin edildiği bir ev mi? Sevgilinin seni her gün hediyelere, romantik sözlere boğması mı, başını omzuna dayadığındaki huzur mu? Mükemmel bir bedene sahip olmak mı, farklılıklarını sevmek mi?
Sahi neydi mutluluk? Kariyer yapacağım diye paralanmak mı, insanlığa faydalı olmak mı? Son model teknolojik cihazları kullanmak mı, yolda karşılaştığın biriyle içtenlikle sohbet etmek mi? Çılgınlar gibi alışveriş yapmak mı, çok sevdiğin ayakkabıyı sonunda alabilmek mi? Kalabalık olmak mı, yoksa iç dünyanda huzuru bulmak mı?
Çok fazla şeye sahip olmak mutluluk getirseydi, sanırım psikologların kapısını en çok zenginler aşındırmazdı. Çok sevilmek mutluluk getirseydi, “Ben sana layık değilim,” demezdi kimse. Çok güzel olmak mutluluk getirseydi, güzel kadınlar hiç mutsuz olmazdı.
Mutlu olmak, çok olmak değil. Öyle olsaydı gül bahçesindeki kadın gülüyor olurdu.
Mutluluk, sahip olduklarına şükretmek, sahip olamadığın bir şey içinse üzülmemek.
Anlıyorum ki mutluluk bir tek güle düğün yapmak çünkü mutluluk sahip olduklarımızla gelmez, içimizden gelir.
* * *
Yolculuğun henüz başında olmama rağmen niyet ettiğim şekilde anlamaya başladığım için yoluma sevinçle devam ediyorum.
Karanlık
Güneş mavi gökyüzüne kızıl ışıklarını vurarak gözden kayboluyor. Önümde sonsuzmuş gibi uzanan yol şimdi karanlık…
Çocukken akşam vakitlerine kadar sokakta oynardık; bazen daha büyük çocuklar korkutucu hikâyeler anlatır, karanlıkta ortaya çıkan yaratıklardan bahsederek hepimizi korkuturlardı. Böylece içimde kalan karanlık korkusuyla büyüdüm; odama çıkarken tüm ışıkları yaktım, uyurken mutlaka gece lambamı açtım ve geceleri hiç tek başıma dışarı çıkmadım.
Ancak sevdiklerim dünyadan tek tek göçtüğü zamanlarda karanlıkla arkadaş olmaya başladım çünkü gözyaşlarımı özgürce, sakınmadan akıttığım zamanlar hep karanlık zamanlardı.
O karanlık zamanlarda umutla güneşin doğmasını beklediğim birçok gece geçirdim. Sırf gecenin o en zifirî ânından sonraki güneşin muazzam ışıklarını gösterip göz kırpan hâline sevdamdan, geceye hikâyeler anlatarak uykularıma veda ederdim; ne ki sırf geceye doğan güneş bir parça umut verirdi bana.
Kâinat, seherin en bereketli vakti olan fecr-i sadık ânında soğuk bir rüzgârla fısıldardı: Sabır, her gecenin en karanlık zamanından sonra elbet bir ışık yanacaktır.
Babamın bir zamanlar bana anlattığı Çin felsefesi yin-yang’ın da söylediği gibi, “her siyahın içinde bir beyaz, her beyazda ise bir parça siyah vardır.”
Şüphesiz dünya zıtlıkların uyumuyla dönüyor. Her şey kendi zıddını taşıyor; doğumla birlikte ölüm başlıyor, çıkışlar inişlere gebe; filiz veren başak kuruyup toprağa karışıyor da zamanı gelince tekrar filizleniyor ve gündüz geceye, karanlık ışığa dönüşüyor.
Zıtlıklardan meydana gelen birlik, ahenk, düzen… Öyle bir sistem ki, toprağın derinliklerinde karanlık ve ıslak bir yere tohum ekiyorsunuz, o tohum yeryüzünde filiz verip silkinerek çıkıyor saklandığı yerden ve gökyüzüne yükseliyor. İşte ben de yeryüzünden gökyüzüne, karanlıktan ışığa bu muazzam yolculuktan feyzle ne zaman karamsarlığa kapılsam şafak vaktini bekler, güneşin karanlığı aydınlattığı o âna tanıklık edip ibret alırım ta çocukluğumdan beri.
* * *
Bu güzel gecede Kısmet’le birlikte oturuyoruz bir kaldırıma, böylece anlatıyorum ona düşüncelerimi güneş doğana kadar. Bir mum yakıyoruz karanlığa, gölgemizle oynayıp şarkılar mırıldanıyoruz, sarılıyoruz birbirimize ve bir dua tutturuyoruz dilimizde:
Allah’ım benim kendime bile bir fayda sağlama imkânım yokken beni bana bırakma. Ben, beni sana bıraktım.
1. Durak
Cehennem ateşi düşünülerek cennet kokusu duyulmaz
Gül düşünürsen gülistan, diken düşünürsen dikenlik bulursun
Yalnızlık
Hepimiz dünyaya gönderildiğimizde bir anne ve babanın himayesi altında oluyoruz. Ancak her anne baba emanete maalesef gereken ehemmiyeti göstermiyor ya da bazılarımız benim gibi dünya yolculuğuna kayıplarla, o kutsal koruyucuları olmadan devam etmek durumunda kalıyor.
Benim kaybım da büyüktü, kelimelere dökülemeyecek kadar. Ailemizi ayakta tutan babamın aramızdan ani ayrılışı ve annemin manevi olarak benden giderek uzaklaşmasıyla, kimi kimsesi olmayan biri değilsem de içimdeki yalnızlıkla kendimi kimsesiz buldum.
Yalnız kalan her beşer gibi önce tanıdıklarıma yöneldim; arkadaş, akraba, komşularla teselli olmaya, onlarla can bağı kurmaya niyetlendim. Tüm heveslerimi, hikâyelerimi, umutlarımı toplayıp bir buketle gittim kapılarına; haset ve gıybetle darmadağın ettiler. Kime birazcık aralasam yaralı yüreğimi, biraz daha acısın diye incittiler, kanattılar. Bugün dostken yarın düşman olabilenler gördüm, yüzüme gülüp arkamdan konuşmaya başladılar. Ben derinlere inmeye çalıştıkça sanki bir uçurumun kenarına itiliyor gibiydim; kimi çok sevip tutunduysam elim boş kaldı; kimi tanımak için parçaladıysam yüreğimi, yerinden koptu damarlarım.
Anladım ki dostlar, yanlış bir şey yapıyorum ki kapılar sürekli yüzüme kapanıyor. Sonra düşündüm. Öyle birini tanımam, öyle biriyle hemhâl olmam gerek ki beni hiç terk etmesin, ebedî sevgisiyle sarsın.
Babamın Sevgili’ye varışından sonra ancak toparlanabildiğim zamanlardı ve ben bu beyhude arayışımda tekrar yalnız ve gariban kalmıştım.
Ama zamanla yalnızlığımla baş edecek yollar bulmaya başladım.
Yine böyle günlerden birinde, odamın eski penceresine usulca yanaşıp köşesine oturuyorum, kapıyorum gözlerimi. Eskiden de babamla böyle karşılıklı oturup sohbet ederdik. Şimdi hatıra olan anlar gelince aklıma, genzimden aşağı zehir gibi bir özlem acısı inerek yakıyor ciğerlerimi. “Canım babam olsa şimdi ne derdi bana?” diye hayal etmeye çalışırken, gökyüzünde uçan güvercinlerin kuyruğuna takılıp gözlerimi kapatıyorum. Karşımda babam…
“Benim güzel yürekli kızım, düşün ki içinde yaşayanların sayısı belli olmayacak kadar kalabalık uçsuz bucaksız bir ülkede yaşıyorsun. Bu ülke öyle güzel bir yer ki, ahenk ve düzen hiç bozulmuyor; insanlar arasında dostluk ve huzur hâkim, çeşitli meyveler sebzelerle zengin toprakları var. Yağmur, rüzgâr, güneş ve kar sırasıyla uğrayıp türlü güzellikler ve bereket getiriyor. Tüm bu sistemi kuran bir padişah var. Kendisi bir kalede yaşıyor, kimse onu göremiyor, sadece bu ülkeyi yöneten kişi olduğunu biliyorlar o kadar. Sen olsan bu padişahın kim olduğunu bilmek, onu tanımak ister miydin?”
“Tabii isterdim babacığım, çok merak ederdim. Böyle güzel bir ülkeyi yöneten kişi mükemmel biri olmalıdır. Onunla saatlerce muhabbet etmek isterdim, bir de yaptıkları için çokça teşekkür ederdim.”
“Evet, haklısın kızım. Ben de olsam senin gibi yapar, muhabbetlerim ve çokça teşekkürle birlikte onu tanımak isterdim. Senin yapman gereken de tam bu, içinde bulunduğun kusursuz kâinatın efendisini dinle, oku, anlamaya çalış, yönünü Yaradan’a döndür ki rotasız kalmayasın. ‘Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim,’ hadisini hatırla. Yaradan, kulunun kendisine yakınlaşmasını ister; bu isteğinin de öyle körü körüne bir bağlılıkla değil, O’nu tanıyıp anlayarak ve bilerek gerçekleştirilmesini diler. Bu dileğin tabii ki Yaradan’a bir yararı yoktur, O’nu tanımak bizim ihtiyacımızdır ki, O da sonsuz rahmetiyle bu ihtiyacı karşılamak için bilinmek ister. Kul, Yaradan’ı bildikçe huzur bulur; Yaradan’ı tanıdıkça şükreder; Yaradan’ı sevdikçe de sevgisi karşılık bulur ve böylece sonsuz bir sevgiyle sarılır. O yüzden kızım, içini daraltan tüm bu olayları bir kenara bırakıp artık tanıman gereken gerçek varlığa yönel.”
İrkilerek açtığım gözlerimden yaşlar akıyor. “Allah her kulunu çeşitli zamanlarda bazı olaylarla kendisine yönelmesi için uyarır, ona işaret gönderir,” diyen babam az önce karşımda aslında bana yapmam gerekeni anlatmamış mıydı? Anlıyorum ki tüm bu olanlar bana gönderilen uyarı işaretleriydi. Şer gördüğüm yaşadıklarımın sonucu aslında Yaradan’ın gönderdiği mesajı açabilmemi sağlıyordu; hem de bir kelebeğin kanat çırpışı kadar narin ve sessiz bir mesaj ama gelin görün ki bendeki yankısı gök gürültüsü, içimi yerle bir eden fırtına şiddetindeydi.
* * *
O akşamdan sonra içimdeki gök gürültüsüyle çarpan kalbim sonunda idrak ediyor ki, önce Yaradan’a yönelmem gerek. Hakikate yaklaşmanın ilk adımı beşer içinde yalnız kalıp Yaradan’la kalabalık olmakmış.