Czytaj książkę: «Büyük gökbilimciler»
Önsöz
Cambridge Gözlemevi.Ekim, 1895
Bu sayfalardaki en büyük amacım, her bir gökbilimcinin yaşamını en ince detayına kadar sunmak oldu; böylece okuyucu, sözkonusu insanın karakterini ve çevresini bir ölçüye kadar tanıyabilir. Bununla birlikte, koşullar izin verdiği ölçüde, tanınmalarını sağlayan keşiflerin temel niteliklerini de olabildiğince açık bir şekilde anlatmaya gayret ettim.
Yalnızca gökyüzünü izleyen yıldız gözlemcilerinden tüm gün masasında çalışan soyut matematikçilere kadar birçok farklı gökbilimci bulunur. Bu sebeple bazılarının biyografisi için, diğerlerine uygun görünen tutumdan çok daha farklı bir tutum izlemek gerekliydi.
Eser henüz yazılmaktayken kısa yaşam öykülerinin bazıları Good Words’de yer aldı. Brinkley’i konu edinen bölümde 1892 yılında Dublin Üniversitesi’nin üç yüzüncü yılının kutlaması için basılan Dunsink Gözlemevi’nin Tarihi başlıklı bir makale temel alındı. Sör William Rowan Hamilton’ın hayatı, bazı değişiklikler ve çıkarmalar yapıldıktan sonra, Graves’in büyük matematikçinin hayatını konu edinen eseri hakkında Quarterly Review’da yayımlanmış bir makaleden alındı. Geri kalan bölümler ise ilk kez okuyucuyla buluşacak. Geç dönem profesörlerinden Adams’ın kısa yaşam öyküsündeki bilgilerin birçoğunu, Kraliyet Gökbilim Cemiyeti namına arkadaşım Dr. J. W. L. Glaisher tarafından Adams için yazılan ölüm ilanına borçluyum. Benzer bir şekilde, Sör George Airy’nin bölümü nedeniyle de Profesör H. H. Turner’a borçluyum. Kitabın düzenlenmesinde bana yardım etme nezaketini gösteren arkadaşım Dr. Arthur A. Rambaut’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Robert S. BallCambridge Üniversitesi, Lowndean Gökbilim ve Geometri ProfesörüIn Starry Realms ve In the High Heavens gibi eserlerin yazarı
Giriş
Tüm doğabilimleri içinde araştırmacının ilgisini yüce amaçlara gökbilim kadar yönelten başka bir bilim yoktur. Yıldızların incelenmesi, ilk çağlarda sahip olduğu büyüleyiciliği günümüzde de sürdürüyor. En ilkel insanlar bile insan ilişkilerindeki varsayımsal etkileri dolayısıyla dikkatlerini Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine yöneltmişlerdi.
Ayrıca gökbilimin pratik faydaları bu ilkel dönemlerde de çok açıktı. En kadim öğretiler, gökcisimlerinin hareketlerinin çiftçilerin uğraşlarına nasıl yön verdiğini gösteriyor. Yıldızların konumları, çift sürme ve tohum ekme zamanlarını belirtiyordu. Gökcisimleri, uçsuz bucaksız okyanusta bir yol arayan denizcinin yolunu bulabilmesi için güvenilir işaretler sunuyordu. Bu sebeple hem bilimsel meraktan hem de pratik gereklilikten doğan dürtü, insanları yıldızların hareketlerini takip etmeye itti. Böylece göklerin her daim farklılık gösteren görünümlerinin sebepleri aranmaya başladı.
İlk keşiflerin birçoğu, tabii ki tarih öncesine dayanıyor. Göklerin günlük hareketi ve Güneş’in yıllık devri, herhangi bir insan yapımı eserin referans noktası alınabileceği zamanların çok daha öncesinden beri biliniyormuş gibi görünüyor. Çabuk kavrama yetenekleri sayesinde ilk gözlemciler, günümüzde gezegen olarak adlandırdığımız “gezginlerin” önemini ayırt etmeyi başarmışlardı. Jüpiter, Satürn, Mars ve nispeten kolaylıkla görülebilen Venüs gibi yıldızımsı cisimlerin hareketleri sebebiyle sabit yıldızlardan tamamen farklı bir sınıfa mensup oldukları ve sabit yıldızlarla yalnızca görünüş benzerliği taşıdıklarını fark edebilmişlerdi. Bununla birlikte ilk gökbilimcilerin kavrayışı daha da ileri gitti ve çok nadir görünmesine rağmen Merkür’ün de bu gruba dahil olduğunu anlayabildiler. Görünüşe göre tutulmalar ve diğer gök olayları, çok eski bir dönemde Babil’de gözlemlendi; ancak bu gökyüzü gözlemlerinin elimizdeki en eski kayıtlarını, Çin yıllıkları oluşturuyor.
Kelimenin günümüzdeki anlamıyla gökbilim çalışmaları, İskenderiyeli Batlamyus’un döneminde başladı diyebiliriz. Bu dönemde, bilim alanındaki en ünlü isim, yaklaşık olarak MÖ 160 yıllarında Rodos’ta yaşamış ve çalışmış Hipparkos’tur. Gözlemlenen olguları ilk kez tutarlı bir bilgi alanına dönüştüren şey onun muhteşem araştırmalarıydı. Mevcut cisimlerin olabildiğince eksiksiz bir sayımının derlenmesinin, gökleri inceleyen öğrenci için temel bir sorumluluk olduğunu fark etmişti. Bu sebeple Hipparkos, küçük ölçekli de olsa, günümüz gökbilimcilerinin mevcut tüm meridyen dairelerini ve kameralı teleskopları kullandıkları çalışmalara çok benzeyen bir vazifeye atıldı. Belli başlı sabit yıldızlarla ilgili bir katalog derledi; kendi sınıfında bu katalog, gelecek nesillere miras kalan en erken çalışma olması sebebiyle gökbilimciler için özel bir önem arz etmektedir. Ayrıca Hipparkos, Güneş’in ve Ay’ın hareketlerini inceleyerek bu çalışması sırasında farkına vardığı sürekli değişimleri açıklamak için teoriler üretti. Gezegenlerin karmaşık hareketlerine uygun bir yorum getirme girişiminde ise çok daha büyük bir zorluk olduğunu fark etti. Konuya ilişkin tutarlı bir açıklama getirecek teoriyi üretmek amacıyla, bu gezgin yıldızların konumuyla alakalı birçok gözlemde bulundu. Hipparkos’un kaydettiği ilerlemenin ne kadar büyük olduğu şu gerçekle belki daha iyi anlaşılabilir: Daha saf gökbilimsel çalışmalarına bir ön hazırlık olarak Hipparkos, karşılaştığı problemleri çözebilmesini sağlayacak bir matematik dalı oluşturmak zorunda kaldı. Bu amaçla, günümüzde trigonometri olarak bildiğimiz olmazsa olmaz hesaplama yöntemini icat etti. Bu güzel sanatın sunduğu yardım olmadan, gökbilimsel hesaplamalarda gerçekten önemli herhangi bir sonuca ulaşmak mümkün olmazdı.
Tüm keşiflerden öte, Hipparkos’un tüm zamanların en büyük zekâlardan birine sahip olduğunu gösteren keşif, ekinoks devinimi olarak bilinen çarpıcı göksel hareketi saptamasıydı. Hipparkos’un zamanında gökcisimlerini gözlemleme konusundaki imkânların ilkel niteliği ve o dönemlerde icra edilebilecek gözlemlerin pek nadir gerçekleştiği göz önüne alınacak olursa bu keşfe kılavuzluk eden sorgu çok derin bir incelemeye dayanmaktadır. Tüm bu zorluklara rağmen ekinoks devinimi olgusunu saptayabilen ve gerçek boyutuyla ortaya koyabilen bu insanın dehasına hayranlık duymaktan başka bir seçeneğimiz yok. Bu müstesna göksel hareketin doğasını açıklamaya çalışmalıyım; çünkü bu olayın, bilim tarihinde doğru gözlemin başarılı yorumla buluştuğu ilk olay olduğu söylenebilir. Gökbilimin gelişimiyle birlikte, bu özelliğe sahip birçok müthiş örneğe sahip olduk.
“Ekinoks” kelimesi, gece ile gündüzün eşit olduğu durumu ifade ediyor. Ekvatorda yaşayan bir kimse için gece ve gündüz kuşkusuz tüm yıl boyunca eşittir; ancak hangi yarımküre olursa olsun, yerkürenin başka bir bölümünde yaşayan biri için gece ve gündüz genellikle eşit değildir. Fakat biri ilkbaharda, diğeri sonbaharda olmak üzere gece ve gündüzün Dünya’nın her yerinde on iki saat olduğu bir durum sözkonusudur. Gece ve gündüz ilkbaharda eşit olduğunda Güneş’in gökyüzünde bulunduğu nokta, ilkbahar ekinoksu olarak adlandırılıyor. Benzer olarak sonbahar ekinoksu zamanında ise Güneş başka bir noktada konumlanıyor. Göksel hareketlerin herhangi bir incelemesi sözkonusu olduğunda bu iki ekinoksun gökyüzündeki konumu, temel bir öneme sahiptir; bir dâhi içgüdüsüyle Hipparkos, bunların önemini algılayıp bu konuda çalışmaya başlamıştı. Bilinmelidir ki her zaman için bir noktanın konumunu, etrafındaki yıldızları referans alarak tanımlayabiliriz. Şüphesiz Güneş parlarken etrafındaki yıldızları göremiyoruz ancak onlar yine de oradalar. Dehası sayesinde Hipparkos, her iki ekinoksun da konumunu Güneş’in yakın yöresinde bulunan yıldızlara göre belirleyebildi. Farklı dönemlerde bu noktaların göksel konumunu inceledikten sonra her ekinoksun yıldızlara oranla hareket ettiği sonucuna vardı; ancak bu hareket o kadar yavaştı ki göğün bir tam turu tamamlaması için yirmi beş bin yıl geçmesi gerekiyordu. Hipparkos, bu gök olayının planını çizdi ve bu planı sarsılmaz bir temel üzerine kurdu; öyle ki o zamandan beri gökbilimciler, ekinoks devinimini gökbilimin temel olgularından biri olarak tanıyorlar. Bu olgunun gerçekleşmesinin nedeni, Hipparkos’un bu muhteşem keşfi gerçekleştirmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, Newton tarafından açıklanacaktı.
Gökbilim, Hipparkos’un zamanından günümüze dek durmadan ilerledi. Zaman içerisinde büyük bir gözlemcinin ardından başka bir büyük gözlemci, göksel cisimlere ya da onların hareketlerine ilişkin yeni olguları açıklamak için ortaya çıktı; bu sırada etkili bir dehanın ardından başka bir deha, bu gözlem unsurlarının gerçek önemini açıklamak için öne çıktı. Bu sebeple gökbilim tarihi, gelişimine kaynaklık eden büyük insanların tarihinden ayrılamaz bir hal almaktadır.
Birbirini takip eden bölümlerde, yaptıkları işlerle gökbilimi yaratan büyük doğa filozoflarının çalışmalarına ve hayatlarına dair kısa bilgiler vermeye çalıştık. Temelleri Hipparkos tarafından atıldıktan sonra gökbilime tüm ortaçağ boyunca öğretildiği şeklini veren Batlamyus’la başlayacağız. Hemen ardından evren algımızdaki büyük devrimle ilişkilendirilen Kopernik ismiyle devam edeceğiz. Bunun sonrasında da önce Galileo ve Newton gibi dehaların aydınlattığı dönemlere, oradan da çalışmaları ve zekâlarıyla insan bilgisinin sınırlarını büyük ölçüde genişleten yakın zaman kâşiflerinin hayatlarına geçeceğiz. Ele alacağımız tarihler, yakın zamanda yaşamını yitirmiş bazı ünlü gökbilimcilerin dahil olduğu nesli içerecek kadar günümüze yakınlaşacak.
Batlamyus
Batlamyus
Bu bölüme adını veren ünlü insanın kariyeri, insan öğretisinin tarihinde çok önemli bir yere sahip. Belki bilime Batlamyus’un kattığından çok daha fazlasını katmış kâşifler olabilir; ancak gökcisimleri üzerinde çalışan hiçbir kâşifin fikirleri, Batlamyus’un fikirleri gibi, on dört asır gibi uzun bir süre boyunca insanların aklında en üstün düşünce olarak yer etmedi. Meşhur kitabı Büyük Bileşim’de öne sürdüğü düşünceler çağlar boyunca geçerli sayıldı. Tüm o süre boyunca bu kitapta bulunan şüphe götürmez gerçeklere büyük çapta hiçbir ekleme yapılmadı. Batlamyus’un teorilerine zarar veren ciddi hatalar için de hiçbir önemli düzeltmede bulunulmadı. Batlamyus’un hem gökyüzündeki tüm cisimler hem de Dünya üzerindeki birçok şey konusundaki otoritesi (çünkü bu şanlı adam aynı zamanda çalışkan bir coğrafyacıydı) daima nihai olarak görülüyordu.
Her ne kadar şu an yaşayan herhangi bir çocuk, göksel hareketler hakkında Batlamyus’un bildiğinden daha çok şey bilse de onun çalışmaları altmış nesil boyunca insan zihninde muhteşem bir yer edindi; bu da Batlamyus’un çalışmalarının ne kadar olağanüstü ürünler olduğunu göstermektedir. Böylesine uzun bir süre boyunca insan ırkının tek gerçek eğiticisi haline gelmesini sağlayan bu muazzam başarının sırrını çözmek için bu muhteşem adamın kariyerine bir göz atmamız gerekiyor.
Batlamyus’un hayatı hakkında maalesef çok az şey biliyoruz. Mısırlıydı, her ne kadar bazen aynı isimli asil bir aileye bağlı olduğu sanılsa da bunu destekleyecek hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Batlamyus ismi, o zamanlar Mısır’da yaygın bir isimdi. Yaşadığı zaman ise kaydettiği ilk gözlem (MS 127) ve son gözlem (MS 151) arasına sabitlenmiş durumda. Buna ek olarak o sıralarda İskenderiye’de ya da yakınında, onun cümlelerini kullanacak olursak “İskenderiye paralelinde” yaşamış gibi göründüğünü söylediğimizde; onun kişiliği hakında söylenebilecek her şeyi söylemiş oluyoruz.
Batlamyus, şüphe yok ki antik gökbilimde karşımıza çıkan en büyük şahsiyet. Ondan önce gelen filozofların bilgisini kendinde toplamış birisi. Bu bilgileri, kendi gözlemlerinin sonuçlarıyla birleştirdi ve teorileriyle bu bilgileri aydınlattı. Artık bildiğimiz gibi tahminleri, o zamanlarda bile, birçok hata barındırıyordu; ancak doğanın asıl gerçeklerine o kadar çok benziyorlardı ki evrensel doğru olarak kabul gördüler. Modern çağı yaşadığımız günümüzde bile Batlamyus’un fikirlerinin yalnızca doğru görünmediğini, gerçekten de doğru olduğunu öne sürmeye devam eden paradoks âşıklarıyla sık sık karşılaşıyoruz.
Mekanik biliminin sunduğu hassas bilgilerin yokluğunda erken dönem filozofları, az çok geçerli, belli birtakım ilkelere başvurmak zorunda kalıyorlardı; bunları da maddenin doğal durumunun nasıl olması gerektiğine dair tahayyüllerden elde ediyorlardı. Onlar için bir daireden daha basit ve daha muntazam bir geometrik şekil yoktu, ayrıca gökcisimlerinin izlediği yolun düz çizgiler olmadığı da barizdi, bunun nihai sonucu ise gökcisimlerinin hareketlerinin de dairesel olduğunu öne sürmek oldu. Ortada bu kavramın lehine bir sav yoktu, yalnızca dairesel hareketin âdeta hayali yansıması vardı ve bu dairesel hareket tek başına “kusursuz”du, artık “kusursuz” o zamanlar ne anlama geliyorsa… Dahası gökcisimlerinin, kusursuzun dışında bir hareketi izlemesinin imkânsızlığına inanılıyordu. Bunu göz önüne alacak olursak Batlamyus’un ve ondan on dört asır sonra gelen insanların düşüncelerinde, gökcisimlerinin izlediği tüm yollar aslında bir şekilde dairelere indirgenmişti.
Batlamyus, dairesel hareketin belli kombinasyonlarını kullanarak gökyüzünde gerçekleşen görünür değişimleri açıklayabilecek bir şema oluşturmayı başardı. Bu çalışma, daireyi mükemmel hareket biçimi olarak gören geometrik içgüdüyle gök cisimlerinin şemasını öyle bütünlüklü bir şekilde bir araya getiriyordu ki Batlamyus’un teorisinin bu denli büyük bir başarıya ulaşmasına şaşmamalı. Bundan dolayı, yeteri kadar detayla, bu meşhur doktrinin çeşitli adımlarını bir inceleyelim.
Batlamyus, Dünya’nın şeklinin küresel olduğuna dair kuşku götürmez gerçeği başlangıç noktası olarak aldı. Bu temel gerçek için öne sürdüğü kanıtlar ise gayet memnun edici, çünkü bugün bizim öne sürdüğümüz kanıtlarla birebir aynılar. Hepsinden önce, bu kanıtlardan ilki, bugün coğrafya kitaplarımızın bize sürekli hatırlattığı, çok bilinen bir durum: Deniz üzerinde ilerleyen bir cisme çok uzaktan baktığımızda bu cismin alt kısmını, suyun eğimli kütlesinin araya girmesi sebebiyle göremiyoruz.
Batlamyus’un zekâsı ona, yukarıda bahsettiğimiz kadar bariz olmasa da bir başka kanıt daha sundu; bu kanıt, anlamak için uğraşacak insana Dünya’nın eğimini etkileyici bir biçimde ispat ediyor. Batlamyus, güneye giden gezginlerin, gökyüzünün görünüşünün kademeli olarak değiştiğini raporladığından bahsediyor. Kuzey göklerinde aşina olduğumuz yıldızlar, güneye gittikçe gökyüzünde alçalmaya başlıyordu. Bizim gökyüzümüzde kutbun etrafındaki dönüşü boyunca hiç batmayan Büyük Ayı takımyıldızı, yeteri kadar güneye inildiğinde batıp tekrar doğuyordu. Öte yandan güneyde, kuzey sakinlerinin daha önce görmediği takımyıldızların gökyüzünde yükseldiği görülüyordu. Bu sonuçlar, Dünya’nın düz bir yüzeye sahip olduğu varsayımıyla hiç ama hiç bağdaşmamaktaydı. Biraz düşünecek olursak, Dünya’nın düz olduğu bir durumda güneye yaptığımız yolculukta, yıldızların görünen hareketinde bir değişiklik sözkonusu olmazdı. Batlamyus, müthiş bir içgörüyle bu açıklamayı öne sürdü; bundan dolayı, modern buluşlarımız her ne kadar yardımcı olsa da, şimdi bile onun bu konudaki savlarına çok büyük eklemeler yapamıyoruz.
Batlamyus, tıpkı dünyaya yeni bir gerçek sunan her gerçek filozof gibi öne sürdüğü savı birçok ispatla örneklendirip güçlendirdi. Yalnızca çarpıcı doğasından ötürü değil, aynı zamanda Batlamyus’un zekâsına bir örnek vermek için bu ispatların birinden söz etmeliyim. Mantıklı düşünen bu dâhi dedi ki: Eğer Dünya düz olsaydı günbatımı, gözlemci hangi ülkede olursa olsun aynı anda gerçekleşmeliydi. Fakat Batlamyus, gözlemcinin konumu değiştirildiğinde günbatımı zamanının büyük farklarla gerçekleştiğini kanıtladı. Bizim için bu tabii ki bariz; herkes, Büyük Britanya’da gün batarken Amerika’nın batı yakasında hâla öğle vakti olduğunu bilir. Ancak Batlamyus, şu an erişebildiğimiz bilgi kaynaklarının çok azına sahipti. İskenderiye’de erken batan Güneş’in, yüzlerce mil doğuda bulunan bir şehirde daha geç battığını nasıl gösterecekti? İki farklı yerdeki gökbilimcilerin birbirleriyle iletişime geçmesini sağlayacak telgraf telleri yoktu. Bir yerden başka bir yere taşınabilecek bir kronometre ya da saat; zaman tutmak için güvenilebilir başka bir buluş yoktu. Ancak Batlamyus’un zekâsı, iki yerdeki günbatımı zamanının karşılaştırılmasına olanak tanıyan gayet tatmin edici bir yönteme işaret etti. Çok daha erken dönemlerden beri bilinen, Ay’ın ışığını tamamen Güneş’ten aldığı gerçeğinden haberdardı. Ay tutulmasının, Dünya’nın araya girip Güneş’ten gelen ışığı kesmesinden kaynaklandığını da biliyordu. Bu yüzden Dünya düzse Ay tutulması, Dünya üzerinde Ay’ın görülebildiği her yerde, aynı anda başlayan bir olay olmalıydı. Böylece Batlamyus, çeşitli bölgelerden farklı gözlemcilerin Ay tutulmasının başlangıcını kaydettiği yerel zamanları bir araya getirdi. Batıdaki gözlemcilerin, İskenderiye’den ne kadar uzaktalarsa o kadar erken bir zamanı yazdığını fark etti. Öte yandan, doğudaki gözlemciler ise İskenderiye’de gerçekleşenden daha geç bir saati işaret ediyordu. Bu gözlemciler onlara anlık olarak gelen bilgiyi kaydettiklerinden bunun tek yorumu olabilirdi, bir yer ne kadar doğudaysa o yerin zamanı o kadar geçti. Bir enlem paraleli üzerinde birkaç gözlemci olduğunu varsayalım. Bunların her biri günbatımını saat altı olarak not almış olsunlar; böylece, doğudaki zaman batıdakinden daha önde olacağından, A konumunda saat öğleden sonra 6 iken, yeteri kadar batıda olan B konumunda saat 5 olacaktır. Böylece, A’daki gözlemci için gün batarken, B’deki gözlemci için henüz günbatımı saati gelmemiş olacaktır. Bu da günbatımının Dünya üzerindeki her yerde aynı anda gerçekleşmediğini kanıtlamaktadır. Ancak biz biliyoruz ki Dünya düz olsaydı, günbatımı tüm konumlarda aynı anda gerçekleşirdi. Bu yüzden Batlamyus günbatımının farklı bölgelerde farklı zamanlarda gerçekleştiğini kanıtladığında, Dünya’nın da düz olmadığını kesin olarak kanıtlamış oldu.
Aynı savlar Batlamyus’un bizzat bulunduğu ya da gerekli bilgileri edindiği her yerde geçerli olduğundan Dünya aslında, sonsuz okyanuslarla çevrili düz bir kara parçası değil, bir küre olmalıydı. Bu, korkunç bir çıkarımı da beraberinde getiriyordu. Ortada bu küreyi ayakta tutacak bir destek olmadığı aşikârdı; bu yüzden bu kocaman cisim, basbayağı uzayda dengede duruyordu. Bu, yalnızca duyu verilerine güvenen ve düşünsel yorumlamaya yer vermeyen kanıtlar arayan herhangi biri için şaşılacak bir buluştu. Olağan deneyimlerimize göre, uzayda yani mekânda destek olmadan dengede duran bir cismin varlığı saçma geliyor. “Düşmez mi?” diye sorarız hemen. Evet, deneyi nerede yaparsak yapalım dengede durmayı sürdüremezdi tabii ki. Ancak, uzayda aşağı ve yukarı kavramlarının olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bir cismin aşağı doğru düştüğünü söylemek aslında az çok, o cismin Dünya’nın merkezinin olabildiğince yakınına düşmeye çalıştığını söylemek anlamına geliyor. Uzayda ise cismin öncelikli olarak hareket etmeye yelteneceği bir yön yok. Bu, Yeni Zelanda’nın üzerine bırakılan bir taşın Dünya’nın merkezine olan yolculuğunda, olabildiğince bizim yarımküremizin üstüne doğru düşmeye çalışacağı anlamına geliyor. Peki ya her yerin eşit olarak aşağı, eşit olarak da yukarı olduğu uzayda Dünya neden dengede durmasın ki diye düşündü Batlamyus. Bu akıl yürütme ile de aşağısı, yukarısı ve tüm tarafları parlayan yıldızlarla çevrili olan Dünya’nın uzayda serbestçe süzülen küresel bir cisim olduğu sonucuna vardı.
Bu büyük gerçeğin algılanması, insan idrakinin kademeli gelişiminde dikkate değer bir çığır açılmasını sağlıyor. Şüphesiz ki bilginin ardındaki diğer filozoflar da bu temel gerçeğe olabildiğince yakın bazı savlar öne sürmüş olabilirler. Ancak takdir etmemiz gereken kişi Batlamyus, çünkü yalnızca bu gerçeği ilan etmekle kalmadı, aynı zamanda onu mantıklı ve açık örneklerle ispatladı. Zihnimizi, bu gerçeğe aşina olmadığımız zihinsel bir duruma geri döndüremeyiz. Ancak bunu hayal edebiliriz, Dünya’nın sonsuz uzunlukta düz bir açıklık olduğunu düşünen kişi için küresel bir Dünya’nın üzerinde yaşadığına inanmak zorunda kalması, zihinsel bir sarsıntıdan farksız olacaktı; üstelik bir de bu küre, gökyüzünün sonsuz küreleri içinde yalnızca küçük bir parçadan ibaretse.
Batlamyus’un yıldızların hareketlerinde gördüğü şey onu, yıldızların kocaman bir küre içine eklenmiş parlak noktalar olduğu sonucuna götürdü. Yıldızları taşıyan bu kürenin hareketleri yalnızca Dünya onun merkezinde bulunuyorsa uyumlu oluyordu. Yıldızların görünen parlaklığını gözlemleyen gözlemcilerin yerlerinin değişmesi durumunda ortaya çıkan, gözlemlenmesi mümkün olmayan sonuç, gökkubeyle kıyaslandığında yerküremizin boyutlarının son derece önemsiz olduğunu açıkça ortaya koydu. Aslında Dünya, yıldızları da içine alan kocaman küreye kıyasla, küçücük bir kum tanesi sayılabilirdi.
Bu keşifle insan bilgisinde gerçekleşen devrim o denli büyüktü ki Batlamyus’un hak ettiği üne kavuşunca afallayarak çalışmasını bir adım öteye taşıyamaması bizleri çok şaşırtmamalı. O adımı da atabilse bu Dünya’nın gökkubedeki yeriyle ilgili büsbütün anormal düşünce tarafından esir alınmış insan idrakini, on dört asırlık esaret zincirlerinden kurtarabilirdi. Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların her gün doğması, her gün tekrarlanan muhteşem bir geçitle gökyüzünde ilerlemesi, rotalarının sonuna gelince de beklendiği gibi batması birkaç açıklama gerektiriyordu. Sabit yıldızların yıllar, çağlar geçse de karşılıklı mesafelerini koruması Batlamyus’a göre bu yıldızları içeren ve yüzeyinde yıldızların sabit olduğuna inandığı kürenin her gün Dünya’nın etrafını döndüğünü kanıtlıyordu. Tüm bu doğup batma olaylarını bununla açıklıyor, bizim küremizin ise hareketsiz olduğu varsayımını ileri sürüyordu. Muhtemelen bu varsayım Batlamyus’un kendisine bile korkutucu gelmişti. Dünya’nın devasa bir cisim olduğunu biliyordu; ancak ne kadar büyük olursa olsun gökkubbeye kıyasla çok küçük bir parçadan ibaret olduğunun da farkındaydı; buna rağmen, bu hareketleri yapanın gökkubbenin ta kendisi olduğuna inandı ve diğer insanları da buna inandırmayı başardı.
Batlamyus şahane bir geometriciydi. Güneş’in, Ay’ın ve sayısız yıldızın doğup batmasının farklı bir yolla da açıklanabileceğini biliyordu. Dünya, gökkubbenin merkezinde dengedeyken, her gün daima aynı şekilde dönse tüm doğma ve batma olayı tamamen açıklanmış olurdu. Bu, gerçekten de biraz düşünüldüğünde apaçık ortaya çıkıyor. Gökkubbenin merkezinde bulunan Dünya’nın üzerinde durduğunuzu varsayalım. Başınızın üstünde yıldızlar var ve gökyüzündeki cisimlerin yarısı görünüyor, diğer yarısı ise ufkunuzun altında. Eğer herhangi bir kutup noktasında değilseniz Dünya döndükçe başınızın üstündeki yıldızlar değişecek, yeni yıldızlar görüş alanınıza girecek ve diğerleri yok olacak, çünkü hiçbir zaman kürenin yarısından fazlasını göremeyeceksiniz. Bu durumda gözlemci, bazı yıldızların yükseldiğini, diğerlerinin ise battığını söyleyecek. Bu yüzden elimizde birbirinden iki farklı yöntem var, bunların her ikisi de günlük hareketin gözlemlenen gerçeklerini tamamıyla açıklıyor. Bu varsayımlardan bir tanesi, Dünya merkezde sabit haldeyken, yıldızlar ve diğer gökcisimleriyle birlikte görünmez bir eksen üzerinde daima dönen göksel küreye ihtiyaç duyuyor. Diğer varsayımda ise devasa göksel küre sabitken kürenin merkezindeki Dünya, biraz önce bahsettiğimiz göksel kürenin döndüğü eksende dönüyor, ancak tam tersi yönde; böylece bir turu, değişmeyen bir hızla yirmi dört saatte tamamlıyor. Batlamyus, bu varsayımlardan herhangi birinin gözlemlenen gerçekler için yeterli olduğunu bilecek kadar iyi bir matematikçiydi. Ancak yıldızların hareketi, onları gözlemleyebildiği kadarıyla, bu görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu söyleyebilme şansını Batlamyus’a tanımadı.
Bu sebeple Batlamyus, dolaylı düşünme yöntemlerinin rehberliğine başvurdu. Bu varsayımlardan birinin doğru olması gerekiyordu; ancak her ikisinin de kabul edilmesi yanında büyük zorluklar getirecek gibi duruyordu. Batlamyus’un başlıca meziyetlerinden biri, karşılaştırıldığında Dünya’nın bile gerçekten önemsiz kalacağı devasa bir gökkubbe öne sürmesiydi. O zaman, eğer bu devasa küre her yirmi dört saatte bir dönüyorsa, içindeki bazı yıldızların o kadar hızlı hareket etmesi gerekiyordu ki bu hemen hemen imkânsız görünüyordu. Bu yüzden diğer seçeneği benimseyip günlük hareketin Dünya’nın dönüşü tarafından olduğunu kabul etmek çok daha kolay gözükebilirdi. Ancak Batlamyus’un karşısına bu sefer, tıpkı hayal gücünü kullandığı diğer tüm olaylardaki gibi, en ağır türden engeller çıktı. Duyularımızın öne sürdüğü kanıtlara göre Dünya hareket falan etmiyordu. Belki de Batlamyus bu karşıt savı, zihnimizin böyle durumlarda duyularımızın beyanını esas aldığını ve gerçekleri duyularımızın üstüne kuran yorumlama yeteneğine bağlı kalınması gerektiğini düşünerek savuşturmuş olabilir.
Ancak başka bir itiraz, ona en zorlu anlardan birini yaşatmış gibi görünüyor. Eğer Dünya dönüyorsa bile havanın bu hareketle bir ilgisi olmadığı, bu yüzden sabit bir atmosferin içinde dönen Dünya’nın, insanlığı güçlü rüzgârlarla yeryüzünden atacağı tartışılıyordu. Her ne kadar havanın da yeryüzü ile birlikte taşındığını düşünsek de Batlamyus bu durumun havada asılı kalan herhangi bir cisim için geçerli olmayacağını düşündü. Bir kuş, ağacın üstüne tünediği süre boyunca yeryüzünün hareketiyle birlikte taşınabilirdi, ancak kanatlandığı sırada yeryüzü altından o kadar hızlı bir şekilde kayardı ki yere konana kadar kendisini, bir kırlangıçın ya da bir güvercinin aynı sürede seyahat edebileceği mesafeden on kat daha uzak bir mesafede bulurdu. Bu üstü kapalı sanrının bir benzeri hâlâ zaman zaman ortaya çıkıyor. Bir zamanlar çok muhteşem türde bir balon yolculuğunun öne sürüldüğünü hatırlıyorum. Aynı eksendeki herhangi bir yere ulaşmak isteyen yolcu yalnızca balonla yükselecek, Dünya’nın dönüşü ise ulaşmak istediği noktayı doğrudan balonun altına getirecek, bu esnada yolcu gazı dışarı verecek ve aşağı inecekmiş! Batlamyus, böyle bir gezinin son derece gülünç olduğunu bilecek kadar doğa felsefesi biliyordu; hava ve yeryüzü arasında bu hareketin öne sürdüğü gibi keskin bir geçiş olmadığının farkındaydı. Ona göre kaçınılmaz olan, eğer bir dönüş hareketiyle yeryüzü hareket ediyorsa böylesi bir durumda havanın geride kamasıydı. Ancak onun zamanlarında hareketin kanunlarına ilişkin kesin kavramlar yoktu.
Batlamyus, göksel cisimlerin çalışması konusunda her ne kadar azimli olsa da yerküredeki cisimlerin hareketi konusuna kendini bariz bir şekilde adayamamış. Gerçekten de Batlamyus kadar zeki olmayan bir filozofu ikna dahi edebilecek basit deneyler, Dünya dönüyorsa havanın da ona eşlik etmesi gerektiğini gösterebilirdi. Bir atın üzerinde dörtnala koşan bir binici, havaya bir top fırlatırsa top tekrar eline düşer; tıpkı onu sabit bir şekilde dururken attığı gibi. Aslında top, yatay harekete katılıyor, böylece oradan geçen birinin gözlemleyebileceği gibi eğimli bir yol izliyor; ancak topun hareketi binicinin kendisine yalnızca yukarı ve aşağı olmak üzere düz bir çizgide gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu gerçek, tıpkı buna benzer diğerleri gibi, Dünya bir dönüş hareketine sahipse onu çevreleyen atmosferin de bu harekete katıldığını açık bir şekilde gösteriyor. Batlamyus bunu bilmiyordu, bu yüzden sonuç olarak Dünya’nın dönmediği fikrine vardı. Bu yüzden gökküre gibi devasa bir cismin her yirmi dört saatte bir dönüşünün kesinlikle olanaksız olmasına rağmen, bu olanaksız dönüşün gerçekleştiğine inanmaktan başka bir çaresi de kalmamıştı. Böylece Batlamyus, sisteminin esas temeli olarak göksel kürenin merkezinde konumlanmış bir Dünya fikrini öne sürdü; bu gökkubbe her yöne doğru o kadar geniş mesafelere uzanıyordu ki çapları kıyaslandığında Dünya’nınki belirsiz bir nokta kadar kalıyordu.
Batlamyus, Dünya’nın dönüşünü böylelikle kasten reddettikten sonra, tamamen hatalı başka varsayımlarda da bulundu. Onun için, her bir yıldızın göklerdeki dönüşünü tamamlamak için tamamen aynı süreye ihtiyaç duyduğu kolayca görünüyordu. Her ne kadar bu noktadaki düşünceleri şu an gerçek olarak kabul ettiklerimizin yakınından geçmese de Batlamyus, bu yıldızların Dünya’dan muazzam uzaklıklarda olduğunu da biliyordu. Eğer yıldızlar farklı uzaklıklarda olsaydı o zaman dönüşlerini aynı süre içinde tamamlamaları tam anlamıyla imkânsız olurdu. Bu yüzden Batlamyus, hepsinin aynı uzaklıkta olduğu ve hepsinin göksel kürenin yüzeyinde bulunduğu sonucuna vardı. Her ne kadar hatalı olsa da bu görüş, takımyıldızların bulunduğu yeri asırlar boyunca koruduğu gerçeğiyle örtüşüyordu. Böylelikle Batlamyus, tüm bu yıldızların küresel bir yüzeyde sabit olduğu sonucuna vardı; ancak yıldızları bir mücevher gibi taşıyan bu muhteşem tesisin nasıl bir maddeden oluştuğunu bizlere söylemedi.
Fakat bu iddiayı hemen absürt olarak nitelendirmemeliyiz. Yıldızlar, kürenin yüzeyinde uzanıyormuş gibi gözüküyorlar, bu sırada gözlemci de merkezde; bu durum gökyüzünün yalnızca teknik imkânları olmayan gözlemciye sunduğu bakış açısı değil, aynı zamanda günümüzdeki en deneyimli gökbilimciye de bu bakış açısını sunuyor. Şüphe yok ki bu gökbilimci, yıldızların çok farklı uzaklıklarda olduğunu biliyor, bazı yıldızların diğerlerinden on kat, yüz kat ya da bin kat daha uzak olduğunun farkında. Yine de yıldızlar, gökbilimcinin gözüne bir kürenin yüzeyindeymiş gibi görünüyor, yıldızların nispi konumlarının ölçümlerini de o yüzey aracılığıyla yapıyor. Gerçekten de gözlemevlerinde gerçekleştirilen kesin gözlemlerin neredeyse çoğunun yıldızların yeriyle alakalı olduğu söylenebilir. Gerçekte öyle olduklarından değil, göksel bir küreye yansıtılmış gibi göründüklerinden. Bu düşünceyi de Batlamyus’un zekâsına borçluyuz.
Bu muhteşem filozof, Dünya’nın kürenin merkezinde yer alması gerektiğini büyük bir ustalıkla gösteriyordu. Durum böyle olmasaydı, her yıldızın yaptığı gibi müthiş bir istikrarla hareket ediyormuş gibi görünmeyeceğini ki yıldızı yıldız yapan şeyin de bu hareket olduğunu öne sürüyordu. Tüm bu düşünceleri için, Dünya’nın sabitliği gibi temel bir hususta büyük bir hata yapsa da Batlamyus’un zekâsına çok derin bir hayranlık duymaktan başka bir çaremiz yok. Batlamyus, benzer başka bir hatalı düşünce daha öne sürmüştü. Dünya’nın, çevresinden izole bir cisim olduğunu göstermişti, buna göre aslında hareket kabiliyeti var demekti. Kendi etrafında dönebilir ya da bir yerden başka bir yere hareket edebilirdi. Batlamyus’un Dünya’nın dönmediğini kasten kabul ettiğini biliyoruz; çünkü kabul etmese daha zorlu bir sorunla karşı karşıya kalacaktı: Dünya herhangi bir yer değiştirme hareketi yapıyor muydu yoksa yapmıyor muydu? Dünya’ya herhangi bir hareket atfettiğinde bunun, daha önce ulaştığı gerçeklerle uymayacağı sonucuna vardı. Batlamyus, Dünya’nın göksel kürenin merkezinde olduğunu öne sürdü. Eğer Dünya bir harekete sahip olsaydı her zaman aynı noktada duramazdı, böylece kürenin başka bir kısmına kayması gerekirdi. Ne var ki yıldızların hareketi bu olasılığın önüne geçti, yani Dünya dönüş hareketinden yoksun olduğu gibi, herhangi bir yer değiştirme hareketinden de yoksundu. Rasyonel düşünce temellerine sahip Batlamyus bile Dünya’nın sabitliği konusunda kendini böyle ikna etti, çünkü olağan duyularıyla algıladığı şey buydu.