Czytaj książkę: «Hint mitolojisi»
DURGĀ (Levha I)
Şiva’nın eşi dehşetli görünümüyle Asura-mahisa’yı katletmektedir. Bizon görünümündeki şeytanın üstünde bir zafer edasıyla ayakta durmakta ve insan olarak sembolize edilen ruhunu çekip çıkarmaktadır. Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenen ve muhtemelen Prambanan tapınağından elde edilmiş Cava yapımı lav bir heykelden alıntılanmıştır.
Yazarn Önsözü
Hint mitolojisi benzersiz uzunluktaki yaşam süresi nedeniyle ilgi odağı olmuştur. Öyle ki Babil ve Mısır kayıtlarının tarihleriyle kıyaslandığında Hint-Avrupa mitolojisinin en eski eseri nispeten daha yenidir. Ancak yine de bunlar içeriklerinin hacmi ve mitolojik değerleri bakımından Ṛigveda ile kıyaslanamaz. Yine de daha önemli bir nokta şudur ki Ṛigveda döneminden bugüne kadarki üç bin beş yüz yıllık dönemde sürekli fakat organik bir gelişimde bulunan bir mitolojiye sahip olmamızdır. Töton (Cermen), Kelt, Slav, Yunan ve Romalıların yüce mit sistemleri daha kudretli bir inancın saldırısının önünde helak olmuş ve folklordan biraz öte bir biçimde hayatta kalmıştır. Hindistan’da ise tam tersi; yabancı akınlar sık sık ülkenin kuzey batısını ezip geçmesine ve Hıristiyanlığın (özellikle güneyde) insanların inancına birtakım ögeleri eklemesine rağmen ülkenin dininin ve mitolojisinin gerçekten de kendilerine ait olduğu doğrudur. Bu yüzden de kendi içlerinde sürekli olarak yeniden büyüme potansiyeline sahiptir. Üstelik insani şeylerin mirası olan sürekli değişimin arasında, insan zihninin daha temel düşüncelerinde görece tutarlılık vardır. Hindistan’ın birçok bölgesinde hâlâ köylülerin çok eski dönemlerdeki atalarının aletleri ve onların yöntemleriyle çalışması gibi doğa olaylarının nedenlerini açıklamak üzere zihinleri de aynı varsayımları tasarlamıştır. Bu olaylar Hindistan’da, başka yerlerden daha katı biçimde köylülerin hayrı ve şerrini belirlemektedir.
Mitoloji tarihi öğrencisini cezbetse de mitolojinin zengin çeşitliliği, kısaca yorumlanmasını zorlu bir görev haline getirir. Günümüzde mitoloji çalışmaları için muazzam çeşitlilikte materyaller mevcuttur: Hindistan’ın geniş topraklarının her bir kısmı kendisine has mit ve geleneklerle doludur ve bu dönemi ayrıntılı bir biçimde anlatmak imkânsızdır. Daha önceki dönemler için de benzer bir durumun daha zayıf versiyonundan söz edebiliriz: Veda, destanlar, Purāṇalar, Budistler ile Jainlerin edebiyatı, bol miktarda veri sunmaktadır. Bu yüzden de Hint mitolojisinin ele alınışını sınırlandırarak konunun kapsamını daraltmak zorunludur. Bu mitoloji dinle yakın ilişki içindedir. Ayrıca bizlere Hintlilerin; dünya ile yaşamın kökenini; evrenin, insanların ruhlarının, varoluşlarını destekleyen ya da tehdit eden tanrılar ile şeytani tinlerin kaderini nasıl betimlediklerine dair fikir verir. Tanrılar ve iblisler tıpkı günümüzde olduğu gibi o zamanlar da Hintlilerin zihinlerinde bulunmaktaydı. Üstelik sayısız folklor hikâyesi, masal, gelenekler ve göreneklerin kökenine dair yorumlamaların ayrılmaz bir parçasıydı. İyi ile kötü güçlerin doğasını en iyi biçimde temsil eden mitlerin seçilmesi, eksiksiz bir biçimde başarabilmeyi ümit ettiğimiz türden bir görev değildir. Ayrıca Hint mitolojisinin birçok figürünün temelde belirsiz olması, sorunu daha da güçleştirmektedir. Hint mistisizm kavramı Helen tasavvurunun kolay anlaşılır yaratılarına yabancı gelen bir panteizm düşüncesine meyletmektedir.
Uygun görsellerin seçilmesine dair zahmetli görev, serinin editörü Dr. Louis H. Gray’in yardımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Kendisine bu ve diğer konulardaki değerli katkılarından dolayı en içten teşekkürlerimi sunmak isterim. Ayrıca dostum, Harvard Üniversitesi’nden Profesör Charles R. Lanman kendi şahsi kitaplığından değerli kitaplarını cömertçe bizimle paylaşmıştır. Dr. Ananda K. Coomaraswamy ise her zamanki cömertliğini ve Hint sanatına dair bilgilerin artırılmasına dair özverisini göstermiştir. Kendisi Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Rajput Paintings eserindeki görsellerin kopyalarının kullanılmasına izin vermekle kalmamış, takdire şayan Vişvakarma eserinin kaynaklarını da kullanmama izin vermiştir. Bu teveccühünden dolayı kendisine derin minnettarlığımı sunmak isterim. Leydi Herringham’ın Press for the Society tarafından yayımlanan olağanüstü Ajanta mağaralarındaki duvar resimlerinin nüshalarına ait kopyaların çıkarılmasına izin verdikleri için Hint Cemiyeti ile Oxford Üniversitesi Yayınlarına da müteşekkirim. Güneydoğu Londra, Peckham’daki Hanover Street'ten Sayın W. Griggs ve oğulları, yayımladıkları Journal of Indian Art dergisinden bazı görsellerin yeniden çoğaltılmasına izin vererek fazlasıyla katkıda bulunmuşlardır. Hindistan Büros’una, Sayın Griggs ve oğullarının bu bölümün koleksiyonunda bulunan negatiflerden elde ettikleri fotoğraflar için minnettarım. İskoçya, Aberdeenshire’daki Cults’ten Yarbay A. H. Milne ise kibarca zengin koleksiyonunda bulunan parçalardan birinin fotoğrafını çekmeme izin vermiştir. Boston Güzel Sanatlar Müzesi ile Massachusetts, Salem’deki Peabody Müzesi de olabildiğince cömert davrandılar. Bayan Louis H. Gray ise kitabın basımı aşamasında büyük hizmetler vermiştir.
Son olarak eşime yardımları ve eleştirilerinden dolayı teşekkür borçluyum.
A. Berriedale KeithEdinburgh Üniversitesi
Giriş
Hint mitolojisine dair en eski kayıtlar önde gelen Vedik tanrılara methiyeler düzen on kitaplık bir ilahi dizisi olan Ṛigveda ya da “Veda İlahisi”nde bulunmaktadır. Koleksiyonun asıl motifleri tam olarak bilinmemektedir. Ancak ilahilerin çoğunlukla Soma kurban töreninde kullanılanları temsil ettiği açıktır. Bu tören ise sonraki dönemin âdetlerinde tanrılara ibadetin en önemli parçalarından birini oluşturmuştur. Artık bu koleksiyonun içerdiği din ile mitolojinin, tipik olarak ilkel olmadığı ve kutsal şiirin uzun gelişim döneminin sonucunu temsil ettiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden anlaşılmasında sıkça güçlük yaşanan şey, aslında şiirlerin konusunu oluşturan tanrılardır. Esasen çoğu durumda tanrılarla ilgili mitlerin fiziksel olayları işaret ettiği açıktır. Ṛigveda’nın tarihi oldukça çelişkilidir ve kesin olarak belirlenmesi mümkün görünmemektedir. İçerdiği en eski şiirin MÖ 1200 kadar çok eski bir döneme ait olduğu konusunda şüpheler bulunabilir ancak en yakın dönemdeki bölümlerinin bile MÖ 800’den sonra yazılmış olması pek mümkün değildir.
Hem mitolojisi hem de mahiyeti bakımından Ṛigveda’nın diğer üç Veda’dan -Sāmaveda, Yacurveda ve Atharvaveda (sırasıyla “İlahi Vedası”, “Kural Vedası” ve “Atharvan Rahiplerinin Vedası”)– daha eski olduğu anlaşılıyor. Tarihleri düşünüldüğünde bu üç kitap, bir bakıma Brāhmaṇa ya da bu kitaplara eklenen veyahut da belli kısımlarını oluşturan açıklayıcı düzyazılara dayanır. İçeriklerinde Ṛigveda’dakilerden çok daha ileri düzeyde yorumlar bulunur. Ancak yine de Atharvaveda, aynı ruhban sınıf tarafından sahiplenilen ve üstünde değişiklik yapılan popüler bir dinsel ilahiyi içermektedir. Diğer metinler, bu ruhban sınıfın etkinliklerinden ileri gelmektedir. Bu yüzden Ṛigveda’nın Hint mitolojisine dair eksik bir izlenim sunduğu ve bir bakıma aristokrasinin eseri olduğu kabul edilmelidir. Ancak aynı zamanda Atharvaveda’yı, doğrudan Ṛigveda’nın tamamlayıcısı ya da Ṛgvedik dininin popüler yüzü tarafından ortaya çıkarılmış olarak düşünmek imkânsızdır. Muhtemelen, Atharvaveda kısaltılmış mevcut halini MÖ 500 yılından daha önce almış olamazdı. Ayrıca içeriğindeki yaygın ibadet Ṛigveda’dakinden çok daha zaman önce ayrılmış ve bizlere ilk haliyle değil daha çok rahipler tarafından kısaltıldığı biçimiyle sunulmuştur. Diğer Veda’lar ile Brāhmaṇa’ların ise kabaca MÖ 800 ile 600 yılları arasındaki döneme ait olduğundan bahsedilebilir. Brāhmaṇa’lara ıssız ormanlarda sözlü olarak öğretilmek üzere yazılmış ahitler olan Āraṇyakalar ile isimleri öğretmenlerin dizinin dibinde oturan öğrencilerle yapılan “oturum”lardan türeyen kesinlikle felsefi içerikli ahitler, Upanişad’lar eklenmiştir. Bu eserlerin en eskisi muhtemelen MÖ 500 yılına uzanmaktaydı. Sûtra -ya da yerli ve ayrıntılı biçimiyle kurbanla ilgili kurallar- ve gelenekler ile kanunlar hakkındaki düzenlemeler dinin daha popüler yönüne dair rastlantısal bilgiler sunar.
Muhtemelen Sûtra’lar Hindistan’ın en büyük iki destanı Mahābhārata ve Rāmāyana’nın başlangıcıyla çağdaştırlar. Baladlardan ve diğer malzemelerden düzenlenmiş gerçek destanlar olarak bu eserlerin ilk kez bir araya getirilişi MÖ dördüncü yüzyıl olarak belirlenebilir. Ayrıca büyük ihtimalle Rāmāyana pratikte miladi tarihten daha önce tamamlanmıştı. Diğer yandan Mahābhārata’nın durumunda asıl kahramansı destanın, bol miktarda dinsel, felsefi ve eğitici konuyla bastırıldığı şüphesizdir. Ne kadar büyük bir kısmı MÖ 200’den MS 200’e kadar geçen döneme ait olursa olsun, pratikte MS altıncı yüzyıldan önce tamamlanmıştır. Belirli bir ölçüde önceki dönemlerin metinleriyle paralellik gösteremeyen bu eserler savaşçı sınıfın ve genel anlamda insanların dinini ortaya çıkarmaktadır. Başlıca özellikleri sözkonusu olduğunda bu şekilde betimlenen dinin zaman bakımından Vedik dinden daha sonra gerçekleşmiş bir gelişme olduğu varsayılamaz. Ancak mitolojinin büyük bir kısmı Brāhmaṇalar döneminde söylenen hikâyelerin değiştirilmiş versiyonudur. Öyle ki Brāhmaṇa’ların destansı dönemi meşru bir varistir.
Epik dönemin ardından, dinin gelişimiyle destanların mitolojisinin kesin işaretlerini gösteren Puraṇalar dönemi gelmiştir. Şüphesiz bu metinlerdeki malzeme çoğunlukla eskidir ve anlatılar arada sırada Mahābhārata’da görünenden daha önceki bir biçimde muhafaza edilmiştir. Yine de bir bütün olarak muhtemelen hiçbir Puraṇa MS 600’den daha önceye dayanmıyordu ve bazı bölümlerinin son birkaç yüzyıla denk geleceği neredeyse kesindi. Aslında bu edebiyatın devamını kesin olarak kontrol edecek hiçbir şey yoktur. En azından Purāṇaların ikisinin hiçbir belirli metni bulunmuyordu. Yapıcı çelişki korkusu olmayan bir yazar, ibadet ya da hac yolculuğu mekânı onuruna şiir yazıp bunu Purāṇaların herhangi birinin parçası olarak adlandırmakta özgürdür. Bu, günümüze dek Hint mitolojisi ve ibadetine dair güvenilir metinleri içeren edebiyattır. Ancak yine de bu edebiyat temelde rahiplere aittir ve öğrenilmiştir. Ayrıca içerdiği din o kadar detaylandırılmış ve karıştırılmış ki modern Hint mitolojisini net bir şekilde görebilmek için modern Hindistan’daki uygulamalarının gerçek gözlemlerinden alınan kayıtlarla Purāṇaların açıklamasını eklemek gerekir.
Ana akım Hint mitolojisinin yanı sıra Budistler ile Jainlerin geleneklerinde de önemli akımlar bulunur. Budizmin, Hindistan’daki eski görkeminden geriye cılız izler kalmıştır. Şüphesiz MÖ 500’den MS 700’e dek Hint dinleri arasında en üst sıralarda yer almış olmalıdır. Ayrıca Mahāyāna ya da “Büyük Taşıt” ekolünde baskın orijinal özellikler sergileyen kapsamlı bir mitoloji olarak gelişmiştir. Budizm’e karşın Jainizm, Hint mitolojisine küçük bir katkıda bulunmuş ancak kendi yöntemine göre Hint mitolojisinin birçok temasını geliştirmiştir. Birçok öğretisi de Budizme göre daha yakın bir bağıntı içinde kalmıştır.
Birinci Bölüm
Rigveda
Gökyüzü ve Hava Tanrlar
Yaklaşık olarak MÖ 500 yıllarında yazılmış mevcut en eski Vedik tefsiri olan Niruktada Yāska, bizlere Ṛigveda mitolojisinin ilk öğrencilerinin tüm ilahları gökyüzünde, atmosferde ya da yeryüzündeki konumlarına göre üç sınıfa ayırdıklarını anlatmaktadır. Daha sonra her bir sınıfın tüm farklı üyelerini üç büyük tanrı olan yeryüzündeki Agni (Ateş), atmosferdeki İndra (Fırtına) ya da Vāyu ve gökyüzündeki Sūrya’nın çeşitli suretleri olarak tanımlamaktadır. Evrenin bu biçimde tahsis edilmesi aslında Ṛigveda’da yaygın olarak kabul görür. Burada üç katlı bir tanzim kural olarak üzerinde görünen her şeyiyle birlikte yeryüzünü mukayese eden görece daha basit görüşe tercih edilmektedir. Yeryüzünün hemen üstündeki bölüm ile rüzgârın, yağmurun ve şimşeğin dışavurumları ilişkilendirilmiş. Diğer yandan güneşle ilgili olaylar tahsis edilen üç bölümün en üstündekine ayrılmış. Bu üç grup da üçe bölünebilir: Böylece “babaların” (şefkatli ölüler), tanrıların ve Soma’nın ikamet ettiği yer en üstteki aydınlık boşluk ya da gökyüzüdür. Atmosferde üç boşluk ya da çoğunlukla biri semavi diğeri dünyevi olmak üzere iki boşluk daha vardır. İki durumda da en üstte bulunan, bazen cennetin ya da gökyüzünün kendisiymiş gibi görülür. Tıpkı yeryüzü gibi onun da kayalıkları ve dağları vardır. Akarsular (bulutlar) içinden akar ve su damlatan bulutlar sürekli ineklerle özdeşleştirilir. Açıkça görünüyor ki atmosferin semavi kesimi kadar dünyevi kesimi de yeryüzünün altında değil üstündedir. Bu yüzden güneş batıdan doğuya yeryüzünün altından geçerek geri dönmez. Aksine aydınlık tarafını gökyüzüne döner ve böylece yeryüzünü karanlıkta bırakarak geldiği yoldan geri döner. Geniş ve sınırsız olarak algılanan yeryüzü şekil itibarıyla bir tekerleğe benzetilir fakat önce Yunan daha sonra Hint mitolojisinde karşımıza çıktığı gibi, etrafını herhangi bir okyanus çevrelememiştir. Yeryüzünün dört, ya da kişinin bulunduğu yeri de dahil edecek olursak beş, köşesi bulunmaktadır.
Görece daha eski bir inanışa göre yeryüzü ile gökyüzü tek başlarına evreni oluşturur. Bu durumda gökyüzüyle birleştiği için yeryüzünün biçimine dair düşünceler çeşitlilik göstermektedir. Birbirlerine doğru çevrilmiş iki büyük kâseye benzetilmektedir. Diğer yandan başka bir görüş, yeryüzü ile gökyüzünü bir aksın uçlarındaki tekerleklere benzetmektedir. İkili öyle birleşmiştir ki ilah olarak Dyāvāpṛthivī’ye (Gökyüzü ve Yeryüzü) ya Dyaus’tan (Gökyüzü) ya da Pṛthivī’den (Yeryüzü) çok daha fazla ibadet edilir. Müşterek ilah Ṛigveda’da altı ilahiye, Tanrı Yeryüzü sadece bir taneye sahip olabilirken Tanrı Gökyüzü’nün hiç ilahisi yoktur. Hatta tek ilahisinde bile Yeryüzü’ne bulutundan yağmur gönderdiği için şükredilir ki bu aslında kocasının işlevidir. Bu ikili tüm yaratıkları yaratıp onlara güç veren kadim ebeveynler olarak adlandırılır ve tanrıların kendileri de çocuklarıdır. Biṛhaspati’nin (Duanın Efendisi) ebeveynleridirler. Ayrıca sular ve Tvasṭṛi (Sanatçı) ile Agni’yi doğurmuşlardır. Yine de belirgin bir tarafsızlıkla kendi kendilerini yarattıkları söylenir. Çünkü yaratılışlarındaki beceri, bir şairi hayrete düşürecek derecededir. Diğerleri ise yaratılışlarını İndra, Vişvakarman (Her Şeyi Yaratan) ya da Tvasṭṛi’ye dayandırmaktadır. Uzaklara kadar yayılmışlardır, hiç yaşlanmazlar, bol bol süt, arınmış yağ ve bal üretirler. Birisi bereketli bir boğa diğeriyse alaca bir inek olup her ikisi de zürriyet konusunda zengindir. Ayrıca zekidirler ve erdemliliği yüceltirler. Kendilerine ibadet edenleri koruyup onlara yardım ederler.
Dünyanın yaratılmasına dair daimi sorun farklı biçimlerde ifade edilmektedir. Varuṇa dünyayı güneşlerle ölçer. İndra altı bölgeyi ölçtükten sonra yeryüzünün genişliğiyle gökyüzünün yüksek kubbesini yaratmıştır. Ya da yine yeryüzünün Agni, İndra, Marutlar (Fırtına Tanrıları) ve diğer tanrılar tarafından serildiği söylenmektedir. Yeryüzünün eve benzetilmesi hangi ahşaptan yapıldığı sorusuna yöneltir. Bu evin kapıları, içinden sabah ışığının geldiği doğunun geçitleridir. Hem gökyüzü hem de yeryüzünün çoğunlukla bir destek üzerinde durduğu anlatılmaktadır. Ancak gökyüzünün kirişsiz olduğu bildirilmektedir ve desteksiz durmasındaki mucize dikkate değerdir. Yeryüzü hızlı bir şekilde Savitṛi (Güneşin bir formu) tarafından kuşaklardan yapılmış ve Vişṇu tarafından kancalarla sabitlenmiş. Bununla birlikte Ṛigveda’nın sonuncu ve en yeni kitabında, bu temel kavramların yerine mitolojinin felsefenin içine girdiği yorumlar geçmektedir. Bu kuramlaştırmaların en önemlisi başlangıçta hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin boşluktan ibaret olduğunu bildiren x.129’dakidir. Karanlık ve boşluk farklılaştırılmamış suları sarmalamış. Isıyla birlikte ilk var olan şey meydana geldikten sonra, varlık ile yokluk arasındaki bağı kurmak için aklın ilk tohumu olan arzu var olmuştur. Böylece tanrıların kökeni ortaya çıkmıştır ancak bu noktada yorumlar bir şüpheyle sonlanır. İlahinin kendisi Muir’in metrik ölçüdeki yorumuyla şu şekilde ilerler (Not 1:
İşte o zaman ne Zerre ne de Madde vardı, hatta gökyüzü ile hava bile yoktu,
Her şeyi ne kaplamıştı? Her şeyin altında ne vardı? Suyla dolu körfez miydi?
Ne ölüm var artık ne de ölümsüzlük. Ne gece ne de gündüz dönüyor.
Bir tek o, kendisine yeterek sakince nefes alıyor, onun ötesinde başka hiçbiri olmuyor.
İlkin karanlıkta gizlenen karanlık var oldu, bir derya, görüntü sıyrılıp gitti.
Kaosun içini bir boşluk kapladı, işte o içeri doğru coşkuyla büyüdü.
Onun içinde ilkin tutku doğdu, zihnin ilk tohumu.
Varlığın hiçbir şeyle bağlanmadığı, ermişlerin merakla bulduğu.
Karanlık ve kasvetli boşluktan fırlayan öyle alevli ışık ki,
Altından mı çıktı? Yoksa en üstünden mi? Hangi ozan yanıtlayabilir ki?
Bereketli güçler işte oradaydı ve kudretli güçler çarpışıyordu,
Altında kendi kendini destekleyen bir kütle ve enerjisi de üstündeydi.
Bu engin yaradılışın doğduğu yeri kim bilebilir, kim söyleyebilirdi?
Daha hiçbir tanrı doğmamışken, kim bu ebedi gerçeği açığa çıkarabilirdi?
Bu dünya nereden doğdu? Kutsal bir elden mi çıktı yoksa –
Hayır, göklerdeki bir başına efendimiz söyleyebilir, gösterebilecek bile olsa.
Bu ilahide tanrıların, evrenin yaratılışından sonra doğdukları anlatılmaktadır. Öyle ki diğer felsefi ilahilerde tanrıların sulardan yaratıldıkları anlatılır ve bir yerde Aditi’den (Sınırsız) doğmuş gruplara sular ve yeryüzü olarak bölünmüşlerdir. Özellikle Ādityalar sürekli olarak Aditi’den türemiştir. Ancak bu yorumlamaya açıktır ve kolayca değişkenlik gösterebilir: Şafak, güneşin annesidir ve zamansal silsile gereği Gece’den doğar. Diğer yandan bölgesel nedenlerle, Gökyüzü ile Yeryüzü her şeyin ebeveynidir. Ya da sınıfının en büyüğü olarak Rudraların fırtına tanrısı Rudra (Kükreyen), fırtına tanrılarının rüzgârı, nehirlerin Sarasvatī’si ve bitkilerin Soma’sı gibi geriye kalanların ebeveynidir. Belirli bir mistisizmle paradoks aşkı İndra’nın ebeveynleri Gökyüzü ile Yeryüzü’nü doğurduğunun ya da Dakşa’nın (yaratıcı tanrı) bir zamanlar Aditi’nin babası ve oğlu olduğunun bildirilmesine yol açmıştır. Gökyüzü ile Yeryüzü’nün ebeveynliğine dahil edilmeleri gerekirdi ancak keşiş Aṅgirasalar ailesi doğrudan Agni’den doğmuştur. Ermiş Vasişṭa ise bir Apsaraslardan ya da cennetten bir peri olan Urvaşī’den Mitra ile Varuṇa’nın çocuğudur. Oysaki Vivasvant’ın oğlu, Manu ya da Manu’nun kardeşi Yama ile kız kardeşi Yamī’nin soyundan gelir. Bu çiftin Gandharva (gökyüzü ozanı) ve su perisiyle akraba olduğu iddia edilmektedir.
İşin şaşırtıcı yanı, tanrıların da bir zamanlar salt ölümlü oldukları ya da görece daha yeni tanrılar kadar antik tanrıların var olduğunu düşünecek olursak, tanrılarla insanlar arasında aslında çok da büyük bir fark yoktur. Nasıl ölümsüzlüğe ulaşmayı başardıkları belirsizdir. Bunu onlara Savitṛ ya da Agni bahşetmiş olabilir. Belki de soma içerek elde etmişlerdir. Oysa İndra ölümsüzlüğü sofu amelleriyle kazanmıştır. Yine de görünen o ki sonunda ölümsüzlüğü elde etmişlerdir ve yaşlanmadıklarından bahsedildiğinde destanların mitolojisindeki gibi sadece kozmik bir çağ boyunca dayandıkları anlamına gelmez. Bu ikinci kavram dünyada ilerlemeyen bir felsefeye bağlı olduğu için bütün varlıkları ebedi biçimde büyüyen ve sonunda ölen diziye dönüştürür.
Çoğu tanrıların isimlerinde olmak üzere bu kadar çok ilahi suretin arasında ortak noktalar vardır. Öyle ki bizlere sunulan bir şiirde, aralarında temel bir birliğin olduğunu fark edebiiriz. “Kuş, yani güneş ki tektir, rahipler ve ozanlar onu sözcükleriyle çoğaltmışlardır,” diye anlatılmaktadır. Ayrıca “Rahipler tek olandan çok çeşitli biçimlerde bahsetmektedir: Ona Agni, Yama, Mātarişvan ismini vermektedirler.” Yine de bu panteizm kadar tektanrıcılık değildir çünkü Aditi’nin her şey, tanrılar ve insanlar dahil, şimdiye dek var olan ve olacak olanların hepsi olduğunu ve Pracāpati’nin (Yaratıkların Efendisi) her şeyi kendi vücudunda bulundurduğunu öğreniyoruz. Bu görüşten, zaman zaman tek bir tanrının en üst derecedeki tanrı olarak nitelendirildiğini ya da yine tek bir tanrının diğerlerinin tümüyle özdeşleştirildiğini ve diğer hepsinin de onun etrafında toplandıklarından bahsedildiğini anlamak mümkündür (Not 2. “Agni, tıpkı Varuṇa gibi varlığın efendisidir,” gibi bir yorumda gerçek anlamda tektanrıcılıkla ilgili bir ifade yoktur. Benzer bir kümelenme tapınanların tanrı gruplarına sürekli seslenişlerinde, tanrılarına ikişerli olarak yakarışlarındaki klişeleşmede ve sayılarını otuz üç olarak hesaplamalarında görülmektedir: Her biri gökyüzünde, havanın sularında ve yeryüzünde olacak biçimde on birer tanrıdan oluşan üç grup.
Bazı istisnaları da hesaba katacak olursak normalde tanrılar insan biçiminde tasarlanmışlardır. Elbise giyerler, silah taşırlar ve araba sürerler. Yine de kişilikleri bazı durumlarda oldukça farklı gelişmiştir. Mesela İndra; dili, kolları ve bacaklarıyla alevleri simgeleyen Agni’den daha fazla insan biçimindedir. Tanrıların ikametgâhı gökyüzünün en yüksek diyarındadır. Ve insanların adakları oraya onlara ya Agni tarafından taşınır ya da muhtemelen çok daha eski bir inanışa göre tapınan dindar kişinin hediyelerini üstüne serdiği samanlarla geldikleri sanılmaktadır. Yedikleri yiyecekler insanların yediğiyle aynıdır – süt, arpa, tereyağı, sığır ve keçiler. Ancak arada sırada formda kalmak için özel olarak -İndra’nın canının sık sık bir boğa çektiğinde olduğu gibi- yüzlerce boğanın katliamına neden olurlar. İçecekleri ise somadır.
Tanrılar arasındaki kan davasından ya çok az bahsedilir ya da hiç bahsedilmez. İndra uygunsuz ameller sergilemektedir. Muhtemelen somayla sarhoş olmasıyla övünen biri için pek de tuhaf olmasa gerek. Bir defasında tüm tanrılarla savaşmış, ilah Şafak’ın arabasını parçalamış hatta kendi babasını bile katletmiştir. Sadık yandaşı olan Marutlarla da münakaşa etmiştir. Tanrılar tapınanlarına karşı iyi ve naziktirler. Ayrıca onlar adına sıradan olsa bile galip geldikleri bir savaş sonunda iblisleri katlederler. Onurlarına kurban edenleri bolca kutsarlar ve cimrileri cezalandırırlar. Hedefe giden her yol mubah olmasa da İndra birtakım hileler kullanarak saygınlık ölçütlerinden sapar fakat tanrılar genelde esaslıdırlar ve aldatmazlar. Manevi ihtişam gerçekte Varuṇa’ya özgüdür. Tanrıların büyüklüğü ve kudreti çoğu zaman iyiliklerinden daha çok methedilir. İnsanlar üzerindeki güçleri sınırsızdır. Hiç kimse alınyazısına karşı koyamaz ya da kendisine ayrılan süreden daha uzun yaşayamaz. Bazen Mitra ile Varuṇa’nın ahlaki düzenine karşı gelemedikleri söylendiğinden, onları hizaya getirecek hiçbir şey yoktur.
Ṛigveda’nın ortaya koyduğu panteon, özünde yapaydır çünkü koleksiyonun büyük bir kısmı Soma ayininde kullanılan ilahiler içermektedir. Bu yüzden tanrılar hakkında eksik bir görüş sunabilir. Böylece Yama (ilkel insan ve ölülerin kralı) adına bir nevi koleksiyon teşkil eden kısa ilahi grubunu (14-18) içeren onuncu kitabı hariç tutarsak ölüler hakkında hiçbir şey öğrenemediğimiz gibi, cinler hakkında çok az bilgi sahibi olabiliyoruz. Dahası dinin daha ailevi yönü ya da büyücülük ve sihirbazlığın gündelik hayatın ihtiyaçlarını karşılamada uygulandığına dair inanış karşımıza güçlü bir şekilde çıkmıyor. Buna bağlı olarak, Ṛigveda’daki önemli konumlarından anlaşılabildiği ölçüde tanrıların görece saygınlığının Vedik halkların hiçbirinin hayatındaki asıl konumlarına dair bir ölçüt sunduğunu görmüyoruz. Ancak gelenekleri bizlere Ṛigveda’da bir bütün olarak sunulan bir grup papaz ailesinin gözünde ne denli yüksek bir makama sahip olduklarını yansıtır. Metne göre İndra, Agni ve Soma tanrıları arasında tartışmasız en büyük olanlardır. Onların ardından Aşvinler (Göksel Tanrılar, İkiz At Adamlar), Marutlar ve Varuṇa daha sonra ise Uşas (Şafak Tanrıçası), Savitṛi, Bṛihaspati, Sūrya, Pūşan (Refah Veren) ve Vāyu, Dyāvā-Pṛithivī, Vişṇu ile Rudra ve son olarak da Yama ile Parcanya (Yağmur Tanrısı) gelmektedir. Sayısal değerlendirmelere dayanan bu liste bile tartışmaya açıktır çünkü Varuṇa gibi bazı ilahlar kurban edilme törenleriyle görece daha az ilişkilendirilseler de doğrusu daha büyüktürler. Öyle ki asıl saygınlık derecelerine rağmen isimleri, kurban etme törenlerinde daha çok tapınılan Aşvinler gibi diğer tanrılardan daha az anılır.
Gökyüzü tanrılarından Dyaus (Gökyüzü) isim olarak Zeus’a karşılık gelmektedir ve Zeus gibi o da bir baba tanrıdır. Aslında bu durum Zeus’un Ṛigveda’daki mevkidaşının en önemli özelliğidir. Uşas (Şafak) en çok bahsedilen çocuğudur ancak Aşvinler, Agni, Parcanya, Sūrya, Ādityalar, Marutlar, İndra ile Aṅgirasalar onun soyundan gelmektedir ve kendisi Agni’nin babasıdır. Aslında bileşik ismi Dyāvā-Pṛithivī’deYeryüzü’nden bahsedilmektedir ve kendisine Dyaus Pitar ismiyle seslenildiği tek bir durumda ise aynı zamanda (Yunanca Zєû πάτєρ ve Latince Iuppiter’in tam karşılığı olan Gök Baba) “Toprak Ana” olarak hitap edilmektedir. Adına neredeyse başka hiçbir özellik yakıştırılmamıştır. Sadece gökyüzünden aşağı doğru böğüren bir boğa ya da incilerle süslenmiş (yıldızlarla kaplı karanlık gökyüzü gibi) siyah bir savaş atı olduğu ve bulutların arasından sırıtıp elinde yıldırım taşıdığı belirtilmektedir. Bu yüzden tek başına isimlendirildiğinde ya da yeryüzüyle ilişkilendirildiğinde bile neredeyse hiçbir zaman insan biçimine bürünmemiştir. Kendisine tapınma da canlı bir varlık olarak gökyüzüne doğrudan ibadetten biraz uzaklaştırılmıştır. Ne kendisine ait herhangi bir manevi simgesi ne de yeryüzü ile diğer tanrılar üzerinde üstünlük kurduğunun işareti bulunmaktadır. Yunan mitolojisinin Zeus’a atfettiği güçlü ve yüce konum tam anlamıyla hiçbir Vedik tanrısında karşımıza çıkmaz. Ancak Zeus’un bir benzeri olduğundan bu uzlaşım Dyaus’ta değil de Varuṇa’dadır.
İDOL ARABASI (Levha II)
Çoğu ilaha ibadette önemli bir gün diğer ilahları ziyaret törenidir ve taşınmaları için gösterişli araçlar gerekir. Tekerlekleri taştan olan bu araba Hint ahşap oymacılığının inceliğini göstermek üzere seçilmiştir.
Dyaus’la karşılaştırıldığında Varuṇa’nın daha fazla insansı özelliği vardır. Altından bir gömlek ve parlak bir sabahlık giyer. Mitra ile parıldayan arabasına biner. Göğün tepesinde bin sütunu ve bin kapısı olan altından bir konakta yaşar. Her şeyi gören Güneş, meskeninden yükselip insanların yaptıklarını anlatmak üzere Mitra ile Varuṇa’nın evine gider. Mitra ile Varuṇa’nın gözü güneştir ve Varuṇa’nın bin gözü vardır. Her iki tanrının da adil elleri vardır ve Varuṇa tüm düzenleri ayaklarının altında çiğner. Yine de hakkında hiçbir mit anlatılmamaktadır ve adına atfedilen tüm ameller bir hükümdar olarak gücünü gösterme amacını taşır. Hem tanrıların hem de insanların, yani herkesin efendisidir. Daha çok İndra için kullanılan bir terim olan salt bağımsız bir hükümdar değil aynı zamanda evrensel bir hükümdardır. Bilhassa Varuṇa’ya yapılan bu yakıştırma İndra için de kullanılır. Dahası Kşatriya (Hükümdar) ve Asura (İlah) terimlerinin ilki neredeyse özellikle ve ikincisi ağırlıklı olarak ona aittir. Asura ismiyle Mitra ile māyā ya da gizemli güce sahiptir. Bununla günün ilk ışıklarını gönderirler, güneşin gökyüzünü bir uçtan diğerine geçmesini sağlarlar, bulut ya da yağmurlar onu gizlerler ya da göklerden yağmur yağdırırlar. Dünyalar Varuṇa ve Mitra’yla desteklenir. Varuṇa altın sarısı sarkacın (güneş) göklerde parlamasını sağlamış ve sulara ateşi salmıştır. Rüzgâr da onun nefesidir. Sabah ile geceyi o tesis eder. Sayesinde ay hareket eder ve yıldızlar geceleyin parlar. Yılın aylarını da o düzenler. Yalnızca nadiren denizle ilişkilendirilir çünkü Ṛigveda okyanus hakkında pek bilgi sahibi değildir. Ancak gizemli gücü sürekli akan nehirlerin okyanusu doldurmasını engeller. Buna rağmen Varuṇa ve Mitra atmosferin sularıyla oldukça yakından ilgilidir ve yağmurun düşmesini sağlarlar. Serinletici içecekler veren inekleri ve bal akan dereleri vardır.
Varuṇa o kadar yücedir ki ne uçan kuşlar ne de akan nehirler onun hâkimiyetinin, gücünün ve gazabının sınırlarına erişebilir. Üç gökler ve benzer biçimde üç yeryüzü ona emanet edilmiştir. Gökyüzündeki kuşların menzilini, gemilerin rotasını, rüzgârın izini ve tüm gizli şeyleri bilir. Her yerde bulunmasının ötesinde Varuṇa’nın her şeyi bilmesi ve her şeye kadirliği bir ilahide hayranlık uyandıran bir şekilde ifade edilmektedir. Bu ilahi ise tesadüfen de olsa salt bir büyüye kısaltılmış olarak Atharvaveda’da (iv. 16) korunmuş olup Muir tarafından şu şekilde tercüme edilmiştir: (Not 3
Yüce Efendimiz yükseklerden bakıp sanki yanındaymışız gibi amellerimizi izler:
Her ne kadar insanlar amellerini gizlemek istese de tanrılar hepsinin yaptıklarını fark eder.
Kim ayakta duruyor, kim yürüyor ya da kim bir yerden çalıp başka yere götürüyor,
Ya da kendisini gizli odasına saklıyor – tanrılar hareketlerini izliyor.
Nerede iki kişi bir araya gelip komplo kurup yalnızmış gibi davransalar,
Kral Varuṇa, üçüncü olarak oradadır ve bütün komploları açığa çıkar.
Bu yeryüzü onundur ve uçsuz bucaksız gökler ona aittir; İçinde her iki denizi barındırır ve o yine de küçük gölde dinlenir.
Her kim göklerin ötesine çıksa kanat açacağı yolu düşünmesi gerekir,
Orada kaçamayacağı şey Kral Varuṇa’nın elleridir.
Gökten inen casusları dünyanın her yerine süzülür,
Her şeyi tarayan bin gözleri yeryüzünün en uzak yerlerini süpürür.
Gökte ve yerde her ne var, bu göklerin ötesinde ne olup biterse, Serilir bütün yalanlar Kral Varuṇa’nın gözleri önüne.
Her ölümlünün gözlerinin aralıksız kırpılmasını sayar:
Bu evrensel yapıyı tıpkı kumarbazın zar attığı gibi sallar.
Ey tanrım, ahlaksızları yakalamak için attığın şu kementleri, Bırak bütün yalancıları yakalasın bir tek ayırsın dürüstleri.
Mitra ve Varuṇa yalancılığa karşı bir bariyer gibi durmaktadır. Bir paragrafta, İndra’yla halattan yapılmamış bağlarla bağlandığından bahsedilir. Mitra ve Varuṇa yalancılıktan nefret eder, onu kovup cezalandırırlar. Ayrıca ibadetlerini ihmal edenlere hastalık bulaştırırlar. Diğer yandan Varuṇa tövbe eden günahkârlara karşı merhametlidir. İşlenen günahı düğümlenmiş bir ip gibi çözer ve çocuklarından daha çok olan ataların hatalarını affeder. Kurallarını dikkatsizce ihlal edenlere karşı merhamet gösterir. Adına yazılan her ilahide bağışlanma dileyen bir dua bulunur. Sunduğu bin deva ile hayat alabilir ya da uzatabilir. Bir ölümsüzlük muhafızıdır ve sonraki hayatta ancak dürüst olanlar Yama ile Varuṇa’yı görmeyi umut edebilir. Kendisine tapanın dostudur ve ruhsal gözüyle onun gözetler.