Bedel Geçidindeki Lanet

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Bedel Geçidindeki Lanet
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

I

7 Kasım 1938. Rusların gizli polis teşkilatı NKVD’nin karanlık baskınında, tek kişinin zorla sığdığı bir hücreye atıldı. Sık demir parmaklıklarla örülmüş olan küçücük pencereden çok zayıf bir ışık huzmesi giriyordu. Güneşin doğuşundan ve batışından haberdar olmak ancak mümkündü.

Hakkında kurşuna dizilme hükmü verilen, köylü komünist Mukay Kambarov, bu pencereye bakarak akşam olduğunu tahmin etti. “Bu gece biterse, 8 Kasım olacak.” diye düşündü. Mukay Kambarov, hapishanede acı içinde geçen her gününü yanılmadan sayıyordu. Bu defa çok az zaman kalmış gibi hissediyordu, ancak daha ne kadar burada yatacağını bilmiyordu.

“Artık karar alınmıştı, hemen bugün çıkarıp vuracaklar mı ya da biraz daha bekleyecekler mi? Karar değiştirilip ölüm cezası yerine farklı bir ceza verilebilir mi?” diye kendi kendine konuştu. Eskiden Kırgız halkının millî isyanı, Ürkün zamanında cezalandırıcı müfreze tarafından yakalandığında idam cezası alacakken kurtulmuştu, şimdi o zamanı hatırlıyordu. “Belki, halk arasında üngkü denilen NKVD’nin de acıma duygusu vardır.” diye umutlanıyordu.

Ürkün’ü düşünüp, Üngkü dendiğinde herkesin korkudan titrediğini ve bu zamanda yaşadıklarını hatırlayınca ne kadar çaresiz olduğunu fark etti. Tekrar pencereye baktı. Gözünü almadan uzun süre istekle bakarsa cezası gerçekleşmeyecek, bir sihirle pencerenin demir parmakları kırılarak “Çat” diye açılacakmış gibi hissediyordu. Boş umutlar kahrolsun! “Tanrım sen koru, buradan kurtar beni” diye yalvarıyordu.

Yandaki odalarda Üngkü’nün işkencesini çekenlerin, yürek acıtan haykırışları, sorgu memurunun Rusça ve Kırgızca küfür ederek bağırıp çağırması duyuluyordu. Bir gürültü yükseliyor, onunla beraber sorgulanmakta olan zavallının iç acıtan çığlığı yankılanıyordu. Yüreği ağzına gelen Mukay Kambarov kendisi de yarı canıyla, bitap bir halde “Kim acaba? Neyin sorgusu için bu kadar ezdiler?” diye kader arkadaşı olan zavallıya üzülüyordu.

Mukay Kambarov üzeri sazlarla örtülen basık Rus damlarının arasında yer alan NKVD’nin bu karakolunda, kendisi gibi sorgulamada olanları gözünün önüne getirdi. Çoğunun yüzü tanıdık geliyordu. “Cumhuriyet” diye adlandırıyoruz, “Kızıl Kırgız Cumhuriyeti” de diyorlar, bunların “halk komiseri”, “komiser”, “başkan” olarak çalışan önceki yetkilileri görevlerine devam ediyor mu? diye düşünüp, tam olarak kestiremiyor ve şaşırıyordu. Koğuşturmacının önünde bir ikisiyle yüz yüze de gelmişti. Abdırakmanov’a “Ay ışığının altındaki İngiltere’nin casusu mu oldun?” diye sorarken, sanki bir faaliyetini yakalamış gibi söyledi. Bu Abdırakmanov’un kendisiydi galiba. Bunların hangisi casus, hangisi değil ayırt edemez oldu.

Deri eldiven giymiş, sarıya çalan yüzüyle, çatık kaşları, acımasızca ve keskin bakan gözleriyle, cellât suretli koğuşturmacının karşısına ayaklarını sürüye sürüye gelip, elleri arkasından bağlanmış Abdırakmanov’la yüz yüze gelmiş, sorgunun acısını bir iki saat boyunca beraber çekmişlerdi. Koğuşturmacı cezalandırma sırasında NKVD’nin eline geçen kalın kalın defterleri ikisinin gözüne sokarak, “İngiltere’nin casusu olduğunuzun delili işte bu!” diye bağırdı. Ondan sonra sesini alçaltarak: “‘Ürkün şiirlerini’ ne maksatla yazdınız?” “Sovyet hükümetine karşı propaganda yürütmenizi kim destekledi?” diye sordu. Bu sorusuna yeterli bir cevap alamayınca sinirlenerek defterle Mukay Kambarov’un yüzüne vurmuştu.

–“Aalı ile Sulayman’ın Kahramanlığı”nı örnek olarak gösterip, “Onlara halk kahramanları demişsiniz! Ezici tabakaya karşı halkı yöneten gerçek halk kahramanlarını, devrim kahramanlarını görmezlikten gelip eski nesilleri tanıtmanızı nasıl anlayabiliriz?”

–Halk ağzından derlediklerim, 1920 senesinden beri araştırdım, on beş yıldan fazla ömrümü buna harcadım, dedi Mukay Kambarov.

Ancak bu cevabıyla koğuşturmacıyı ikna edemiyordu.

–Aalı ile Sulayman kim? İsimleri din adamlarınınki gibi geliyor, hangi tabakanın üyeleri? Zenginköy ağalarından mı?

–Onları tanıyorsam Allah belamı versin, ezelden beri onları görmedim.

Koğuşturmacı, mavi defterin birisini alıp sallayarak Mu-kay Kambarov’un gözünün önüne koyar:

“Narboto’nun Hıçkırması”, “Tokmok Gazası”, “Karagız Ana’nın…” (Koğusturmacı “Ananın” kelimesinden sonraki sözü söyleyemeden geçiyordu.) Bu şiirleriniz neyi anlatıyor? Kimin yazdırdığı masallar bunlar? Kendin mi yazdın yoksa düşmanın talebiyle mi yazdın?

Mavi defterin kapağındaki kendi eliyle güzelce yazılmış olan başlıkları, yarısı açılan sayfalarındaki satırsatır şiirleri tanıyan Mukay Kambarov:

–Yoldaş koğuşturmacı! Bunlar bir tarih değil mi? Unutulmasın diye kendi gözlerimle gördüklerimi, kendi kulağımla duyduklarımı kâğıda yazdım, diye kısık bir sesle söyledi.

Sinirlenen koğuşturmacının gözlerinden sanki ateş çıkıyordu:

–Çar’ı devirme sırasındaki Bolşevikler’in yerini, tarihdeki işçi tabakasının yerini yanlış anlatıp gelenekçi, milliyetçi bakış açısıyla propaganda yaparak İngiltere’nin bozucu siyasetine hizmet edenleri kimler yönetiyor? Söyle!

–Nesi gelenekçi, nesi milliyetçilik? Daha dün hepimizin yaşadığı olay değil mi bu? diyen Mukay Kambarov koğuşturmacının sorusunu anlayamıyordu. Belki çare olur düşüncesiyle:

–Yoldaş koğuşturmacı ben parti üyesiyim! dedi.

–Karagız’ın bedduası kabul oldu diye söylediğiniz bir saçmalık var! Komünist partinin üyelik kartı arkasına saklanarak, büyük Rus halkını kötü gösteren, Ruslarla dalga geçen kitap yayınlamak istediniz! Ruslara karşı böyle bir edebiyatı yaymak istediniz! Doğru mu? diye koğuşturmacı onu korkutuyordu.

Sorgu işte böyle konuşmalarla geçmişti. O şimdi, Abdırakmanov’un nasıl cevap verdiğini tam olarak hatırlamıyordu.

Koğuşturmacı ikisini de döverek kendi istediğini söyletene kadar, elleri kırılana kadar çevirip, kafalarını var gücüyle kovadaki suya sokup ikisini de sırasıyla boğarak “Evet, evet suçu kabul ediyorum!” dedirtiyordu. “Çarlığın Lenin’e devredildiği ve Bolşeviklerin devrettiği tarihî olayı değiştirdiğiniz, insanları Ekim Devrimi’ne karşı kışkırttığınız ve büyük Rus halkına hakaret ettiğiniz gerçek mi?” diye tekrar tekrar sorup “Evet! Gerçek!” diye avaz avaz bağırtarak tekrar ettirip, suçu kabul ettiklerine kanıt olarak imza attırmış, sonra tek kişilik soğuk hücreye hapsetmişti. Aylarca süren bu azap ilk başta Ürkün şiirlerinden dolayı başlamıştı. Hangi günahı için böyle bir alın yazısı olduğunu anlayamayan Mukay Kambarov’un kafası karışıktı, en sonunda da casusluk suçunun ne için atfedildiğini anlayamamıştı.

“Atalarımın bile duymadığı hangi İngiltere? İngiltere nerede ki? Bedel nerede? O günlerden bu zamana kadar yirmi iki sene geçmiş” dedi Mukay Kambarov. “Bırak İngiltere’yi, Bedel’deki olayı anlatayım yazayım” diyordu. “O zamandaki gördüklerimi söylemeden, vicdan azabı çektiren bu olayı yazmadan nasıl ölürüm ben!” diye konuştuğunu hatırladı.

Karagız Ana “Büyük konuşma oğlum.” derdi, yoksa büyük mü konuşmuştu? Kırgızlar “Bedduan kendi başını yesin” derlerdi, çok eskiden beri duyulan bu bedduayla mı kandırıldı? Zalim dünya! Mukay Kambarov derin bir iç çekti. Eski zamanlardaki yirmi senelik olaylar gözleri önünde canlandı.

II

Gece toplanarak yola çıkıp ata binen insanlar ay ışığıyla bir tepeyi geçerek, şafak ağarmak üzereyken sınırdaki büyük dağa doğru çıkmaya başladılar. Şafak ağarana kadar bu tepeyi geçip yabancılara görünmeden öbür yamaca ulaşmak için atlarını hızlıca sürüyorlardı.

Onlar, Çin topraklarındaki Kalmukların yılkı sürüsüne saldırarak ele geçirmeye giden Kudayan Kırgızlarıydı. Kalmukların yılkı sürüsünü getirmek için komşu Kazak veya diğer Kırgız boylarının atlarına dokunulmazdı. Kalmuk’a saldırmak Rus sömürgeciyi göz ardı edip, sınırını bozarak, Çin’e geçmek demektir. Sömürgecinin ezici zulmü dayanılmaz hale geldiğinden, Kırgızların dik başlılığı yok olmuştu. Bordu’nun ağzından Çin sınırına kadar, Bugu Boyu’nun köyü hızlıca geçilirse, dört günlük yol diye söylenmişti. İşte söylendiği gibi dördüncü günü bu geçidi geçiyorlardı.

Barımtaçıların önünde grubun yöneticisi, herkesin güvendiği Narboto gidiyordu. Hepsi başlarına yazma bağlamışlardı. Omuzları geniş güçlü orta yaştaki barımtaçıların arasında genç delikanlılar da vardı. Ruslar gelene kadarki askerlik geleneği böyleymiş, başkalarının hayvanlarını ürküterek, kaçırıp sahiplenme geleneği olan barımtaçılığı öğrensinler diye büyükler uyanık gençlerden iki üç tanesini yanlarına almışlardı. Halk arasından seçilen ve Ruslar tarafından verilen boluşluk görevine sahip olan babası, iş için gittiğinden, ondan izin alamayıp, yolda karşılaştığı uzaktan abisi sayılan Narboto’yla yola koyulanların biri de Mukay’dı. “Erkek misin?” diye kışkırttıklarında “Büyüdüğümü göstereyim mi size?” diye düşünerek evine gitmeden onlara karışıvermişti.

Kırgızların bu topraklara önceden olduğu gibi serbestçe girememelerinden bu yana çok zaman geçmişti? Ruslara boyun eğilen zamanda Şabdanlar ve Balbaylar, Komiser’in sözünü dinlemeden Kalmuklara gidip at sürüsünü sürüp getirdiğini duymuşlardı. Buraya atlı olanlar hala gelebiliyordu. Kudayan Boyu’ndan Narboto buradan çok geçmişti. Bu toprakları ve at sürüsünü sürüp götürmenin yollarını en iyi bilen de oydu.

Önde gitmekte olan Narboto geçidi geçmek üzereyken sıra halinde at sürmekte olan barımtaçılara kamçısını kaldırdı: “Çin sınırını geçeceğiz.” diye işaret etti. Barımtaçılar atın boynuna doğru eğildiler. Büyükleri takip eden gençler de başlarını eğerek, eyerin başına yapıştılar.

Sınırda Çin’in askerinin durup, geçip gidenleri kayıt ettiğini ve nedensiz atla gezenleri hapsettiğini duymuşlardı. Barımtaçılar, bekçisi daha az olan taraf diye bu yolu seçmişlerdi, atın boynuna doğru eğilerek geçitten geçmeye devam ettiler.

Yamaçta atlarını sürerek, yolda iz bıraktılar. Bu topraklar onlara yabancı gelmiyordu. Hafif sisle örtülen ay ışığında çevrede gözle görülebilen sadece dağlardı. Sadece “Çin” denilen isim olmasaydı, tepenin bu yanında kendilerinin göç ettikleri meskenler, yaşadıkları yaylalar gibi geniş değil miydi? Tövbe, “Çin” dendiğinde dağı geçer geçmez kuru step, serçenin çamur yuvası, ondan sonra da kapalı kaleler, belki altı yedi şehrin ucu bucağı görünür diye düşünmüşlerdi. “Sınırı geçtik.” diyen olmasa, Bugu Kırgızları’nın sınırına kadar en iyi göç edilebilecek yerdi burası diye düşündüler. Uzun, geniş Kerme Dağ, uçsuz bucaksız uzanıyormuş gibi görünüyordu. Atın karnına kadar uzayan otları olan güzel bir otlak burası, dinlenmek için güzel bir yer diye düşündüler. Yavaşça yükseliyorlardı, “Bu çukur vadiler bizim Betegelüü Çongtaş’ın ta kendisi değil mi?” diyorlardı.

 

–Betegelüü Çongtaş en güzel yerdir! dedi Narboto.

–Sınırı belirlerken yamacın bu tarafını Çin, diğer tarafını da Çar’ın toprakları diye ayırmışlar, dedi Kırgızların biri.

–Çok eskiden İle’ye kadarki toprakların hepsi Kırgızlarınmış, diye konuştu atının yürüyüşünden şikâyet ederek gelen delikanlı bilmişce davranarak, buralar Sarıbagış Boyu’nun yerleriymiş dedi.

Bunu duyan diğerleri ise “Öyle miymiş?” diye şaşırarak inandılar. Kaybolmakta olan yıldızlara bakarak şafağın sökmeye başladığını anlayan barımtaçılar, dikkatle giderek kısrak sağım vaktinde dağın eteğine indiler. Yabancı birisine takılmadan, geçidi tahmin ettiklerinden daha erken geçtikleri için rahatlayarak “Oh!” dediler. “Şimdi eğer Allah yardım eder de at sürüsünün olduğu otlağı bulursak, çok şanslıyız.” diye yollarına ilk çıkan at sürüsünü sürüp götürmeye hazırlandılar.

Narboto barımtaçıları çam ağaçlı vadiye doğru getirip, güzel otlaklı bir yer bularak durdu. “Atınızı otlatın!” dedi. Delikanlılar atlarının eyer kayışlarını boşaltmadan, kösteklerini çıkartmadan otlatmaya başladılar. “Şimdi Narboto ne diyecek?” diye bekliyorlardı. Atının yürüyüşünden şikâyet eden delikanlı:

–Deve derisinden karkıtlarınızda bir şey kaldı mı? dedi. Acıkmış görünüyordu. Kımız koyulmuş boşalmış olan el tulumları, eyerin terkisinde asılıydı. Kımızın sonuncusunu Narboto’nun atının terkisinde asılı duran büyük tulumdan içmişlerdi. Gençler ses çıkarmadan büyüklere baktılar, büyükler de karkıtlarını karıştırdılar. Yiyecekleri azalmıştı. Bozulmayacak yiyecekler koyulan karkıtların son molalarında kımız koyulan tulumlar gibi boş olduğunu bilseler de karıştırdılar. Tok tutan yiyeceklerden azıcık bir şey kalmıştı, karıştırılan karkıtlarından çıkan et avuç doldurmuyordu. Bu eti azar azar bölüşüp yediler. Ona razı olmayan az önceki delikanlı dağın bağrını oyarak çıkıp güçlü akan soğuk suyla karkıtını yarısına kadar doldurarak dibinde kalanları o suya karıştırıp yutuverdi. Buzların arasından akan soğuk su başına vuran delikanlı “Oh!” diye alnını sıvazladı. Onun burnuna karkıtın kokusu her daim geliyordu. Yarı canlı zayıf atın, un helvasıyla karıştırılmış yağlı eti ve deve etinin kokusu geliyordu.

–Diş sızlatan suyu içti! diye arkadaşları onun yaptığını kınadılar.

Göğe bakarak şafağın sökmeye başladığını tahmin eden Narboto:

–Yılkı sürüsüne gece saldırılır, geceye kadar derede saklansak olur mu? diye sordu.

–Saldıracağız! dedi yiğitler. Bir gün daha akşama kadar beklerlerse karınları acıkıp, güçlerinin kalmayacağını düşündüler, şu an saldırmaları gerektiğini söylediler.

–Dereye saklanacak kadar porsuk muyuz biz? Bakalım, arayalım yakın yerlerde bir sürü bulursak sürüp getirelim. Nöbetçi askerler yoktu! Onlar yokken sürüyü bu dağdan geçiremeyecek kadar gücümüz yok mu yani? dediler.

“Güvenilir yiğitler böyle söylüyorsa, tamamdır” diye Narboto bu teklifi kabul etti. Biraz dinlendikten sonra:

–O zaman hadi atınıza binin! Şafak sökmeden harekete geçelim! dedi.

Dağ yamacına tırmanmaya başladılar. Atlarını sürerek Kalmukların yılkı sürüsünün bulunduğu otlağa geldiler. Günün aydınlanmasıyla otlağa iyice baktılar. Canlarını dişlerine takarak aradıkları ganimetler, kar gibi çiylere bürünen otlakta yayılıyorlardı. “Çin mandası ya da sığır sürüsü olmasın sakın?” diye iyice baktılar. Hayır, yılkı sürüsü olduğunu anlamışlardı. “Yanılmamışız!” dediler. Hatta bu sürü sınırdan geçtikleri geçide de yakındı. “Bu geçidi geçirirsek, kalabalığın olmadığı bir yer bularak saklarız. Böylece gündüz saklanıp gece sürüyü sürüp götürürüz” diye düşündüler.

Gençleri beraberlerinde götürmenin tehlikeli olabileceğini düşündüklerinden onları dönemeçte bıraktılar. Onlara “Buradan bize katılacaksınız, ses çıkarmadan dikkatlice durun!” diye tembih ettiler. Gençler de “At sürüsünün ayak sesleri ne zaman duyulacak?” diye beklemeye başladılar.

Büyükler yüksek tepelerin arasında gözden kayboldular. Dağın kat kat yamaçlarının arasından, yaklaşıp sürüye iyice baktılar. Kalmukların yılkı sürüsü gün ışığında göze çok güzel göründü. Atların boyunları kalın, kaburgaları et bağlamıştı. Ne kadar da semizlerdi! Allah’tan kulunu yokmuş, yavrusuz at sürüsüymüş “Sürmesi kolaydır.” diye sevindiler. Süt veren at sürüsünü sürmek zordur, süt emen tay atın yanından ayrılmaz, ortada aygır da dolaşarak sürüyü korur, dişlemeye çalışarak işlerini zorlaştırırdı. “Şimdi bu sürüyü sürmeye başlasak, geçidi geçiririz” diye düşündüler.

At çobanı Kalmuklar, “Şafak ağarana kadar baktık, şafak ağarmak üzere, şimdi eve gidelim.” diye gitmişler midir yoksa bir oyuğa girip dinleniyorlar mıdır acaba? Sürünün yakınlarında kimse gözükmüyordu. Sadece çok uzaktaki derede Kalmukların köpeğinin havladığı duyuluyordu. Tepelerin arasında bir Kalmuk köyü yer almaktaydı.

Yiğitler ses çıkartmadan yaklaşarak ufak sürüler halinde otlamakta olan atların arasına girdiler. İlk başta, atların arasında belli olmayalım diye eğilerek eyerlerine yapışıp kamçılarını dişleyerek üzengideki ayaklarıyla atlarının sağrılarına hızlı hızlı vurarak, sessizce otlamakta olan büyük sürünün içerisinden sürüp götüreceklerini ayırdılar. Sürüyü yönlendirip kendilerine doğru çektiler ve sürüyü aygırla birlikte ayırdılar. Sonra yavaşça sürüyü sürmeye başladılar. İlk başta aygır sürüyü engellemedi. Sonrasında sürüyü korumak için tekrar büyük sürüye doğru döndürmeye başladı, sürü de aygıra uyarak yönlerini değiştirdi. Bunu gören yiğitler haykırışlarla atlarını hızla sürerek sürüyü ürküttü. Ellerinde sürüyü ürkütmek için bir tüfekleri bile yoktu zavallıların. Narboto yüksek sesle atını dehleyip, kamçısıyla vurarak hızlandırdı. Yiğitler de canhıraş bir kalarak sürüyü önlerine kattılar.

Kişneyen aygır başını öne eğerek aşağı doğru koşmaya başlayınca yılkılar da onları sürenlerin üzerine doğru, aygırın peşinden koştu. Aşağı doğru inmeye başladı. Sürünün patırtıyla öne doğru gittiklerini görünce barımtaçılar bir ağızdan “Sürüyü aldık, aldık!” diye sevinç nidaları attılar. Çevrede bir anda bağırış çağırışlar yükselerek şafak sessizliği bozuldu.

Sürünün sahibi Kalmuklar meğer Kırgızlardan da kurnazmış. “Karılarının koynunda uyuyor.” diye düşünmüşlerdi ki, yakınlarda bir kaç Kalmuk varmış. Sürünün bozulmasıyla çıkan seslerden uyanan nöbetçi Kalmuk bağırarak önlerine çıktı. Yiğitler, onu bir vuruşta yere serdiler.

Eyerinden düşen, bir yandan da dayak yemekten korkan Kalmuk, kendine geldikten sonra kaçırılan sürüyü kurtarmak için yardım isteyerek koşmaya başladı. Hulkaç! Hulkaç! Alaç, küüne em talaç! “Kör olası Kalmuk uyuma! Neredesin? Hırsız saldırdı sürüye!” diye bağırdı. “Aman! Çabuk gidin! Çabuk! Ön taraftan çıkarmayın!” diye bağırarak Kırgızlar sürüyü sürerek gidiyorlardı.

Çok geçmeden tepelerin arasına yerleşen köyden at sürüsüne bakan Kalmuklar çıktılar. Sürünün önüne çıkıp karışıverdiler. Hırsızla sürünün sahibinin karıştığı bu kargaşada hırsızları ayırt edemiyorlardı, kendi boylarından birisi mi yoksa hırsız mı bilemiyorlardı. Vuruşurken konuşmalarından ve sövgülerinden kendi boylarından mı yoksa düşman mı olduklarını ancak anlayabiliyorlardı. Üzengileri birbirine çarpmaktaydı ve sert bir kavga cereyan ediyordu.

Sürünün koşuşturmalarından yer titriyor, başı yarılmış Kalmukların feryatları ve Kırgızların haykırışları duyuluyordu. Barımtaçılar geri adım atmadı. Canlarını dişlerine takan inatçı Kırgızlar, “Ganimetimiz nasip olsun, işimiz başarılı olsun” diyerek, “İnşallah sürüyü aldık, Allah’ım bizi bir defa daha koru” diye yalvarıyorlardı.

“Geçide ulaşıp orayı geçersek, Kalmuklar Rusların sınırından korkarak peşimizi bırakırlar.” diye umut ediyorlardı.

Beklemeleri için anlaştıkları yere ulaşınca gençler de onlara katıldı. Böyle bir olayı görmeyen gençler için yılkıların yeri titreten koşuşturması Manas Semetey’in dönemindeki yağma gibi hissedildi. Onlar da büyüklerinin arasına karışarak beraber at sürmeye başladılar.

Barımtaçılar, peşimizdekilerden kurtulduk, şimdi biraz daha gidersek, tepeye ulaşırız diye düşünüyorlardı. Bir grup oraya gidip toplandı.

Şafak sökerken bir gürültü koptu. Toplanıp gelen Kalmuklar, yan taraftan saldırıya geçtiler. İnatçı Kırgızlar, “Takip edenlere yılkı sürüsünü bırakıp kaçmaktansa ölmemiz yeğdir” diyerek sürüyü hızla sürdüler. Çok yakından kovalayan Kalmuk’un tüfeğinden barımtaçılar korkacak gibi değildi. Narboto’nun inatçı kahramanlığı şaşırtıcıydı. Yaklaşan Kalmuk’a vurduğunda, onu atın üzerinden kütük gibi deviriyordu. Diğerlerine nasıl görünüyor bilinmez ama Mukay gibi gençlere durum böyle görünüyordu. Gözlerinin önünde kahraman Kurmanbek ve Er Tabıldı canlanıverdi.

Barımtaçılar at üzerinde giderken sopalarıyla vurarak Kalmuklardan kurtulmaya çalışıyordu. Kalmuklar ise onların geçidi geçmelerine engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kalmuklar, çok geçmeden başından beri büyüklerin gençleri koruduğunu, atlarının dizginlerini tutarak yardım ettiğini fark ettiler. O gençlerden birinin yanında kimsenin olmadığını gören bir Kalmuk, Mukay’ın yanına yaklaşırken, onun önünü kesen Kırgız’ın acı çığlığı kulaklarını inletti. Mukay sesin geldiği tarafa baktığında, ardından gelmekte olan barımtaçının attan düştüğünü ve Kalmukların ona mızraklarıyla acımasızca vurduğunu gördü. Yüreği ağzına gelen Mukay kendini toparlayarak Narboto’ya seslendi.

–Abi, Abi! Öldü! diye bir yandan bağırıyor, bir yandan da kamçısıyla orayı gösteriyordu.

Narboto atının gemini çekti. Kendisiyle beraber gelen arkadaşına mızraklarını sapladıklarını uzaktan gördü.

Atını çeviren Narboto’yu görünce yoldaşları da geri döndü.

–Büyükler benimle gelin, diğerleriniz ardınıza bakmadan hızlıca atlarınızı sürmeye devam edin! dedi, Narboto altı yoldaşıyla geriye dönüp nara atarak Kalmukların üzerine atını sürdü.

Kırgızlar kendilerini kovalayan Kalmuklarla tekrar vuruşmaya başladılar. Var gücüyle gelen Narboto, Kalmukların en heybetlisinin karşısına çıkıp topuzuyla vurup düşürdü. Ardına dönüp bir başkasını daha yere indirdi. Topuzunu yukarı kaldırıp “Haydi siz de gelin, gücünüzü göreyim.” diye yerinde duramıyor, atıyla bir sağa bir sola dönüyordu.

Etrafı boşalan Narboto, arkadaşları savaşırken atını sürüp ölen Kırgız’ın yanına vardı. Arkadaşı yerde, kolları ve ayakları iki yana açılmış yatıyordu. Sağken küçük görünen arkadaşının bedeni şimdi sırt üstü cansız yatarken ona heybetli göründü. Denedi, ancak onu eyere kaldıramadı. Kaldırsa da uzağa götüremeyeceğini anladı. Ancak göz göre göre “Onu nasıl burada bırakacağım?” “Annesine ne diyeceğim?” “Halkıma hangi yüzle bakacağım?” diye düşünüyor, bir çıkar yol bulamıyordu. Sonra “Sözüm yere düşeceğine hiç değilse kemiklerini götüreyim.” diye düşündü. Atını kaçırmamak için dizgini uzun bırakıp, kıldan örülmüş dizginin ucunu dişleyerek, diz çöküp oturdu.

Koynundan hançer çıkarıp arkadaşının cansız bedeninden kıyafetlerini keserek çıkardı. Ölünün bedeni çıplak kalmıştı.

Yüreği acımasız bir kahraman olsan bile, insanı kesmek insanı öldürmekten daha zormuş. Demin gülen gözlerini gördüğüm, daha dün beraber gezdiğim, beraber yemek yediğim arkadaşımın cesedini kesmek, ecelini arayıp karşısına çıkan düşmanın kafasına vurup, düşürerek öldürmek gibi değilmiş. “Hayır, düşmana ceset bırakılmaz!” diye çok defa duymuştu. Narboto cesede bakınca biraz ürperdi. Kendini toparladı, gözyaşını akıtıp, dik durmaya çalıştı. İçinden “Of!” diye irkilerek, elini kaldırıp hançerini cesedin karnına batırırken kıldan yapılan dizgini koparırcasına gibi sıkıca ısırıyordu.

Hançeriyle cesedin karnını yardı. Etrafa kan yayılıyordu. Hançerinin ucunu döş tarafına doğru çekti. İki hareketle karnını, bağırsaklarını karıştırıverdi. Hançerini gırtlağına kadar çekti. Sonra kuvvetle elini sokup, ciğerini, kalbini içinden çekti aldı, bağırsaklarıyla beraber çıkardı.

Atar damarından fışkıran sıcak kan yüzüne sıçradı. Gözüne, burnuna yapışan kanı büyük elleriyle silince yanağından aşağı doğru akan terle karışıp kanın acı tadı ağzına geldi. Ağzına gelen acı kanı eğilip tükürdü. Hançerini tekrar sokarak böğrünü kesti, sımsıkı tutarak, kaburgalarını kesti. Kalın bacağını keserek, kemiğini parçaladı. Acele içinde büyük elleriyle hançeri sağa sola çekiyordu. Kızıl kan etrafına yayılarak, yeşil otlağı kızıla boyandı. Sıcak kan çiy damlalarıyla karışarak buharlaşıyordu, çıkan kokudan tam kendini kaybedip yere düşecekken “Hey!” diye çıkan sesle kendine geldi. Üzerine gelmekte olan Kalmuk’u yiğitlerin saldırarak uzaklaştırdığını gördü. Toynakları yeri oyan atını ustaca süren Kalmuk yine yaklaştı. Bu sefer ulaşmasına çok az kalmıştı. Atı ondan ürkünce, kıl dizgini dişleyen kocaman dişleri kırılacak gibi oldu. Yiğitleri bir defa daha Kalmuk’u uzaklaştırdı.

 

Kalmuk yakınlarda görünmeyince, sağa sola bakan Narboto acele ediyordu. Etinden kemiği, kemikten eti ayırdı. Omurgasını kırıp cesedi belinden ikiye bükerek sallanan kafasını kesti. Eyerin terkisinde asılı duran deve derisinden yapılan tulumu sol eliyle alıp sererek parçalanmış cesedi hızlıca içine koymaya başladı. Koyduktan sonra en son başını sıkıştırıp zıplayarak atına binip eğilerek tulumu yerden aldı. Tulumu eyerin terkisine bağlayıp atını koşturmaya başladı. Koştururken de bağırdı:

–Kaçın, kaçın! Bırakın atları, canınızı kurtarın!

Arkadaşları “Narboto emretti, çok yazık!” diyerek önlerindeki sürüyü kıyamasalar da bırakarak atını hızlıca sürmekte olan Narboto’nun arkasından at koşturdular. Kalmuklar biraz kovaladıktan sonra sürüyü kurtardıklarına sevinerek kovalamayı bıraktılar.

Erken kaçmaya koyulanlar uzaklaşmış, şafak tamamen ağarınca geride kalanlar Rusların sınırında onlara ulaşmıştı. Avını ağzından kaptıran kurt gibi şansız barımtaçılar atları terleyene kadar sürerek geçidi geçerek dere tepelerden aşıp izlerini kaybettirdiler. Sık ormanlı alana girip çamların dibine gelerek dinlenmek için durdular.

Perişan haldeydiler. Bazılarının yüzü gözü yaralanmış üstleri kana bulanmıştı. Birisinin yarası ağırdı. Sırtından mızrakla yara alan yiğit eyerin başını zorla tutarak duruyordu, düşecekken arkadaşları yakalayıp yere indirdi. Acı acı inliyordu. Tüm gücüyle bağıran Narboto atının dizginini çekerek üzenginin üstünde ayağa kalktı.

Terkisine tulumu bağlayan Narboto’nun cesedi alıp kaçtığını büyükler biliyordu ama genç delikanlılar fark etmemişti.

–Zavallının cesedini Kalmuk’un elinden aldım! Yoksa toprağa verilmeden Kalmuk’un toprağında kalırdı zavallının cesedi! diye bağırdı üstü başı kana bulanan Narboto.

Onun böyle bağırdığını işitenlerin yüreği titriyordu.

Arkadaşlarını kaybettikleri için herkes üzgündü.

Gençler neler olduğunu o zaman anladı. Onlar daha dün beraber yola çıktıkları, birlikte yılkıya saldırdıkları Kırgız’ın parçalanmış kemiklerinin tulumda olduğunu da o zaman anlamışlardı. Ruslara vergi ödeye ödeye hayvan kalmadı. Kıtlıktan ölmektense, ata geleneğini sürdürüp yılkı sürüp getirelim diye düşünen Kırgızlar, içlerinden birini böylece kaybetmişlerdi. Gençlere başta yılkı sürüp kaçırmak çok ilginç gelmişti. Yılkıların ayak sesleri farklı bir dünyaya salmıştı onları. Şimdiyse o dünyadan hiçbir eser yoktu. Takatsız kalmış, sessizce başlarını öne eğerek oturuyorlardı.

Beş altı Kırgız, hiç ses çıkarmadan geldi. İçlerinden birisi Narboto’nun bindiği aygırın dizgininden tuttu. Diğerleri de terkide asılı olan kana bulanmış tulumu dikkatlice indirdiler.

–Ağzını açıp bakacağına, tutsana atı! diye bağırıverdi barımtaçılardan birisi. Benzi sararıp, gözleri fal taşı gibi açılmış Mukay, işte o zaman kendine gelerek Narboto’nun atının dizgininden tuttu.

–Okutacağız diye çocuğumuzu bozuyoruz, diyen barımtaçı, atı tutamayan Mukay’a sert bir şekilde baktı. “Bu, sünepelerin duyacağı söz. Benim neyim bozulmuş?” diye düşündü Mukay içinden “Sen olmasaydın, ölmeyecekti demek istedi galiba.” diye düşünüp ona karşı cevap veremedi, sustu.

Tulumun ağzı yarı kapatılmıştı. Mukay, tulumun bu ağzından insanın etten yeni ayrılmış kana bulanmış kemiklerini ve kocaman kaburgalarını gördü. Daha dün kendileriyle beraber “Atım kötü bir at.” diye şikâyet eden, tanıdığı Kırgız’ın kana bulanmış başı duruyordu. “Bu dağın geçidi, Çin ile Kırgız’ın sınırı.”, “Birçok Kırgız’ın toprağı yitip gitti” diye üzülen barımtaçının kanlı başıydı bu! Derede atları otlatalım diye durduğumuzda et yemek isteyip, karkıttaki dayanıklı yiyeceklerin kalıntılarını soğuk suya karıştırarak içeceğim derken donmuştu zavallı. Vücudu parçalanıp tuluma sokulmuştu, gözü yarı kapalıydı. Kafası boynundan kesilmiş, kan içindeydi. Tüm bunlara rağmen tulumun ağzından dışa dönük olan yüzü hala tanınıyordu. Vücudundan ayrılmış geniş alınlı yüzünü görünce, Mukay’ın vücudu titreyip midesi ağzına geliyordu.