Czytaj książkę: «Hüseyin Fellah»
BİRİNCİ KİTAP
Birinci Kısım
Galata tarafındaki Çubukçular Çarşısı’nı bilir misiniz? Hani ya tütün içmek beş yaşındaki çocuklara varıncaya kadar yaygınlaşmış olan ve bu asırda sanatlarında biraz daha ilerlemeleri gerektiği hâlde, “Biz babamızdan böyle gördük.” diyerek batıl bir davaya batmış olan Çubukçular esnafının çarşısını?.. Yine kendileriyle aynı durumda olan Lüleciler esnafı da bunların arkasındadır.
Bu çarşıdan Beyoğlu tarafına doğru yürüyen adam, hendek başına, yani Bitpazarı denilen yere geldiği zaman önünde yol ikileşiyor. Bunun birisi Kumbaracı Yokuşu olup Beyoğlu’na, dört yol ağzına çıkar. Diğeri ise Hendek Caddesi’dir ki Kulekapısı’na varır.
Kumbaracı Yokuşu, hâlen eski hâliyle kalmış ve birbirinin sırtına binen eski ahşap evler, kalplere kasvet vermektedir. Fakat Hendek Caddesi! Ona söz yoktur! O geniş yol, o bir sırada kâgir binalar!..
Bir kere de şu güzel Hendek Caddesi’nin eski hâlini göz önüne getirmeli. Ama eski hâli dediğimiz zaman Parislere, Londralara rekabet etmeye çalışan Beyoğlu’nun, kupkuru bir dağ olduğu zamana kadar zihinlerimiz varmalıdır.
Acayip! Muharrir efendi! Beyoğlu!.. O süslü Beyoğlu kupkuru bir dağ mıydı?
Ne şaşırıyorsunuz? Bir zaman yok muydu ki bütün İstanbul bir latif ormandan ibaretti?
Kalubelaya kadar gideceksen öyleydi!
Hayır efendim! Zaten İstanbul’un bir orman olduğunu görmek için kalubelaya kadar gitmek lazım değildir ki Kumbaracı Yokuşu’nun bir latif dağ olduğunu görmek için o zamana kadar gidelim. Babalarımız İstanbul’u fethetmeye geldikleri vakit şimdiki Beyoğlu dağının ta tepesine boylu boyunca ordu kurdular. Kantarlarca gülle atan muhasara topları Kulekapısı ve Kasımpaşa taraflarına yerleştirilmiş olduklarından oradan İstanbul üzerine ateş ve mermi kusmuşlardı. O zaman Ortaköy ayrıca bir köyceğizdi. Galata’dan oraya gitmek için Salıpazarı ve Kandilli semtlerinde bulunan gayet latif bir ormandan geçmek lazım gelirdi. Hele şimdi Hendek Caddesi’ni sorarsanız, caddenin sol tarafı hizasında bulunan Galata Kulesi burçlarından atılan oklar veyahut toplar, tüfekler Beyoğlu’na doğru Kumbaracı Yokuşu’nu çalkarlar giderdi, çok denilemeyecek kadar bir zaman önce.
Sormak ayıp olmasın ama muharrir efendi, İstanbul tarihini mi yazıyorsunuz?
Yok! Hikâye söyleyeceğiz.
O hâlde Cenevizliler zamanına kadar geriye gitmekte maksat ne?
Hayır! Cenevizliler zamanına kadar geriye gitmeyeceğiz. O zamandan bu zamana doğru zihnimizi derleyip toplayıp getireceğiz.
Efendim! Demek istiyoruz ki bundan yüz sene önce bir adam hendek başına gelince Galata Kulesi’nin müthiş burçlarını görürdü. Gerçi zamanımıza gelinceye kadar da bunlar görülürdü. Lakin zamanımızda hendek içlerinde ip ve halat büken sanatkârlar, insan kanıyla yoğrulan çamurun sonradan katılaşmasından ibaret olan zemini oldukça düzeltmiş ve burçların bazıları da bazı kimseler tarafından ev edinilmiş; hasılı burası eski dehşetini bayağı yitirmişti.
Yüz sene evvel geçilmiş olsaydı, kale bedeni üzerinde kan lekeleri, kuruyup ağaç kökü damarları gibi değnek kesilmiş insan bağırsakları ve hele birçok kol, bacak ve kafa kemikleri görülürdü. Zaten sonraki tesviye sırasında birçok kemik çıkmıştır da…
Şimdi bizim Hendek Caddesi dediğimiz yer yok mu? İşte o cadde, tamam Galata Kulesi’nin şu sahrasıydı. Bu caddeden önce, burada bulunan incecik bir yol, yine şu sahranın üzeriden giderdi. O zamanki medeniyetin ileri eserlerinden olan kule bedeni biraz yükseltilmiş olduğundan yoldan geçenler hendek içini göremezlerdi. Yüz sene önce ise bu duvarlar olmadığından o müthiş hendek herkesin gözüne çarpardı.
Haydi, Lüleciler Çarşısı’ndan şu hendek içine bir girelim de seyredelim:
Vaktiyle kökleri insan kanıyla sulanmış ve o zamana kadar âdeta ağaçlaşmış olan dikenler, çalılar geçişi hayliden hayli güçleştirirler. Buna ilaveten hendek içinde birtakım yarıklar ve çukurlar da vardı ki her biri yeni açılmış mezarları andırır. Vaktiyle kale bedeni içine atılan düşmanların, saplanıp kalması için çakılmış olan ucu sivri şarampol kazığı gibi kazıkların kalanları da hâlen mevcut olan kalenin bedenine bakınız! Şu fırın kapısı gibi görünen kemerler yok mu? Bunlar ileriye doğru giden sıçan yollarının ağızlarıdır. İşte bunlara mukabil kale bedenlerinde de yürüyüş kapıları var. Her ne kadar şimdi yarı yarıya toprağa gömülmüşlerse de bunlar vaktiyle çok açılıp kapanmış kapılardır.
Biraz daha ileriye gidelim mi?
Lakin biraz daha ötede tehlike olduğunu bilmelisiniz. Zira ipten kaçmış, kazıktan kurtulmuş kimselerin gizlendikleri yer, işte bu hendeğin daha ötesidir. Hele daha ötede, dörtgen şeklindeki burcu görüyor musunuz? Hani ya hendek tarafından delinerek kapı gibi bir şey de açılmış? Onun ismine “Kanlı Burç” derler. Yeniçeri dayıları Galata ve kapı içinden aşırdıkları erkek ve kadınları oraya götürürler; orada canlarını ve ırzlarını malları bahasına kurtaramayanlar, mallarını ve canlarını kanları bahasına kurtardıkları için bu burca “Kanlı Burç” denilmiştir.
Acayip! Burası bir mezbaha mıdır?
Sözümüz bundan yüz sene öncesi için olduğuna göre, bu sualinize “Evet!” cevabını vermiş olsak ne zararı olur?
Şunu muhakkak bilmeli ki o zamanlar Beyoğlu’na doğru Kumbaracı Yokuşu’ndan bir günde iki yolcu bile geçmezdi. Artık, Hendek yolunun ne kadar işlek bir yol olduğunu siz hesap ediniz.
Hendek içinde uzaktan gördüğünüz Kanlı Burç’un dışının dörtgen şeklinde olacağı bellidir. Dörtgenin dört köşesinden bir köşesine iki büyücek taşı ocakvari koymuşlardı ki bu taşların arası kül ile dolmuş olduğu gibi taşlar arasında yanan ateş, o köşeyi tavana kadar karartıp kurumlatmış olduğundan âdeta ocak bacalarının içine benzerdi. Bir tarafında ise Çubukçulariçi mezarlığının hayratı olan tabutluktan bir teneşir getirilip yere yatırılmıştı.
Acaba burada cenaze mi yıkarlardı?
Hayır! Hendek içinin nasıl bir yer olduğunu anlatamadık mı yoksa? Hiç böyle yerde cenaze yıkamak mümkün olur mu? Bu teneşir, karyolalık ve kerevetlik etmek için konulmuştur. Üzerinde yatanların kimler olduğunu da anlarsınız ya? Yeniçeri sahbetçileri! Hatta teneşirin altında birkaç boş veyahut kırık şişe ve çanak gibi şeyler de bulunurdu. Bu korkunç karyolanın mukabilindeki duvarın üzerine birkaç çivinin mıhlanmış olduğu görülürdü ki bu çivilerin üzerine, burçta misafirliğe gelenlerin silah veya diğer eşyalarını asacakları anlaşılabilirdi.
Bu saydığımız şeyler her zaman bu hâlde miydi? Oraya her giren bunları mı görürdü?
Her zaman bu hâlde değildir ama fark da pek çok değildir. Ya bir tarafta bir de kaba hasır bulunur ya bir hasır iskemle fazla olarak görülürdü. Bu iskemle, kahvecilerin yalnız dört ayaktan ibaret, arkalıksız iskemlelerinden olduğu için orada bulunduğu gece iskemle hizmetini değil, belki masa işini görürdü. Eğer duvardaki çiviler üzerine bir eski aba yağmurluk asılmış görülürse orada durmayıp kaçmak lazım gelirdi. Zira yağmurluk hayra alamet olmayıp orada mutlaka bir yeniçeri gözü ve bir de tabancasının ağzı açık olduğuna delalet ederdi.
Hendeğin biraz daha ilerisine mi gidelim dediniz? Hayır! Arzumuz, size bu Kanlı Burç’u hatırlatmaktı. Zira bundan yüz sene kadar evvelki İstanbul’un Hendekbaşı’nda ve şu Kanlı Burç’un içinde bir gece bir olay geçmiştir ki asıl onu hikâye edeceğiz. Hendeğin öte tarafında bir işimiz yoktur ki gidelim.
İkinci Kısım
Bir gece olduğunu haber verdiğimiz vakanın meydana geldiği yerin nasıl bir yer olduğunu anlattık. Ya bu olayın olduğu zaman nasıl bir zamandı?
Bir kere mevsim hazirandı. İstanbul’un haziran mevsiminde havaların ne hâlde gittiği İstanbul’da bulunanlar için izaha muhtaç değilse de bu büyük şehri bilmeyenler için izah gereklidir.
Akdeniz’in güney kısmında ve Arabistan semtlerinde yazın, göklerin gözü yaşarmadığı hâlde, bu mevsimde İstanbul semasından ateşler saçılır, sular çağlar. Bu durum güney taraflarında ekimden marta kadar devam edip o süre zarfında ise İstanbul üzerinde bulunan bulutlar ya sessiz sedasız yağmurlar yağdırır ya da pamuk gibi kar ile zemini döşer.
Olayımızın meydana geldiği gece, İstanbul’da emsali nadir görülür gecelerdendi. Akşam ile yatsı arasında o mübarek şehrin üzerini bir bulut istila etmişti ki sair geceler güya kendi güzelliklerine kendileri de hayran ve kendi suretlerinin temaşasına kendileri de hasret imişler de bir temiz ve cilalı aynaya arzuyla bakınarak hasretlerini gideriyormuş sanılan yıldızlar, bahtım kadar siyah bir zulmet içine dalmışlar, boğulmuşlar gitmişlerdi. Çünkü bunların temiz ve cilalı aynası demek olan o eşsiz İstanbul denizi de gam ve kasvet verici bir karanlık deniz kesilmişti.
Ya ne kadar da bir rüzgâr vardı? O kadar ki Beyoğlu mezarlığı veya onun gibi bir servilikten geçilecek olsa her servi bir taziyeci kesilir, bir manevi kuvvet tarafından insanın üzerine sallıyormuş gibi her biri kılıçvari büküldüklerinden insanın bunları görüp de ürkmemesi, korkmaması mümkün değildi. Bu derece şiddetli olan bir rüzgârın gökteki bulutları sevk ve idareden aciz kalması bulutun azametini ve dehşetini ölçmeye ve anlamaya yeter.
Dehşet bundan ibaret olsa can feda! Ya o her çaktıkça cehennemlerin ağzı açılıp da ateşleri âleme saçılır zannolunan şimşek? Ya o her gürledikçe gökyüzü denilen açık mavi renkli büyük kubbe paldır küldür başımıza yıkılıyor zannolunan gök gürültüsü?
Aman ya Rab! Şimşek çaktıkça denize bakmak mümkün değildi. Zira bu gece çakan şimşek, her vakitki şimşekler gibi gökyüzünde çatlar ateşli bir kamçı olmayıp âdeta beyan edilmiş bulutun hesapsız dehşeti eksiksiz olarak yekpare bir ateş kesildiğinden bu dehşet verici görüntü, yukarıda zulmet denizi diye tabir ettiğimiz denize aksedince, deniz sanki cehennemin felaket deresi imiş gibi ateş kesilir giderdi.
Böyle bir gecede bizim bahsettiğimiz hendek içinin ne hâlde olacağını tasavvur ediyor musunuz?
Zaten cehennem kadar karanlık olan ortalığın korku verici karanlıktan daha karanlık ve daha korkunç olan kule bedeninin bütün karanlığı da hendek içine dolmuş olduğundan orası başka yerlerden üç kat daha karanlıktı.
Zaten her taraf karanlık olduktan sonra hendek içi de ne kadar karanlık olursa olsun, karanlığın da böyle katmerlisini hiç işitmemiştik.
Evet! Asıl maksadımız da size bu hikâyede hiç işitmediğiniz şeyleri işittirmek değil midir? Bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursak neye yarar? Hasılı tahsile çalışmak boşa çabadır. Mantık okumadınız mı yoksa?
Karanlığın katmerlisini görmediniz ve işitmedinizse önünüzdeki masanın üç yerine üç mum koyunuz. Sonra birbiri mukabilinde iki cisim yerleştiriniz. Bunların gölgelerinin bir diğerini kestiği yere bakınız. Üç taraftan gelen ışıkların oluşturdukları gölgelerin toplandığı yerin ne kadar koyu ve siyah olduğunu görürsünüz.
Üç kat karanlığın hendek için sebep olduğu korku, yalnız orasını diğer yerlerden daha ziyade karartmaktan ibaret değildi. Kara bulut arasından çıkan alevler, diğer yerlerde bulunan gözleri ne kadar kamaştırmakta idiyse hendek içinde bulunan ve daha doğrusu bulunacak olan gözleri üç kat ziyade kamaştıracağı malumdur. Bunun için de ispat mı istersiniz? Karanlıktan aydınlık yere girenlerin gözlerinin ne nispette kamaştığına dikkat edebilirsiniz.
Hendek içinde bulunan veyahut bulunacak olan insana, bütün bütün dehşet verecek şey, gök gürültüsünün duvarlardan ikinci defa olarak akseden gürültüsüydü. Ama ne gürültü?.. Dışarıda bulunanların kulaklarını sağır edecek bu gürültünün, hendek içinde toplanan kuvveti kulakları doldururdu. Eğer sesin toplanmasını da inkâr ederseniz, bir mızıkanın bahçede çalmasıyla bir de divanhane gibi dar bir yerde çalması hâlinde sesin yayılış ve toplanışına dikkat buyurunuz.
Herkesin: “Ve yüsebbihü’r-ra’d” ayet-i kerimesini okuyarak Cenab-ı Bari’den yardım dilemekle meşgul olduğu ve kapıdan çıkmaya değil; hatta pencereden bakmaya cesaret edemediği böyle bir gecede, Lüleciler Çarşısı tarafından hendek içine iki insan hayali girdi. Şimşek çaktıkça hasıl olan ışık arasında, bu hayallere bakan olsa ikisinin de kadın olduğunu hâllerinden anlayabilirdi. Ya böyle bir gecede kadınlar, belalarını aramaya mı çıktılar?
Hayır! Bunların telaşlarına, hafakanlarına dikkat etmek ihtimali olsa bir beladan kaçıp kurtulmak için oraya geldikleri anlaşılırdı.
Ya bu belalı yerde bir belaya daha çatarlar ise?
Çatmayacakları ne malum? Bir kere bela ile tanışıklık peyda etmiş olan adam, nereye gitse belanın onu takip edeceği feleğin koyduğu tabii bir kanun hükmündendir. Saadet dahi böyle değil midir? İş ki insan bir kere mesut doğmuş olsun. Denize düşse kulağı ile uskumru tutar!
Bu iki biçare kadıncağız, karanlık bastıkça basacakları yeri göremedikleri ve şimşek çaktıkça gözleri kamaştığından yerlerinden kımıldanabilmekte pek büyük zorluk çekerlerdi. Henüz yağmur başlamadığından bari bu zorluktan kurtulmuşlar iken o aralık bir şiddetli şimşek ve bir azim gök gürültüsünü takiben yağmur dahi boşalmasıyla artık çareleri bütün bütün kesildiğinden iki kadının birisi azim ve gayrete gelip arkadaşını kolundan yakaladı. Şimşek çaktıkça yolun ilerisini tahminle, kapandıkça da diğer eliyle ilerisini yoklaya yoklaya nice bin zorluk ve eziyetle ilerlemeye başladılar.
Canım muharrir efendi! Niyetinizi anladık. Siz şu kadınları sözü geçen Kanlı Burç’a sokacaksınız. Bir an önce sokunuz da hikâyenin alt tarafına bakalım.
Öyle ama zemini gayrimuntazam ve geçişi dikenler ve çalılar nedeniyle zor olan hendek içinden, o göklerin belası esnasında geçip de Kanlı Burç’a kadar varabilmek iki çaresiz kadın için ne kadar meşakkatli ve ne kadar zor olduğunu hayal edebilecek misiniz?
Edeceğiz!
Öyleyse işte kadınlar o hayal edebileceğiniz sıkıntı ve zorluğu görerek güçlükle Kanlı Burç’a ulaşabildiler. İçeriye girdiklerinde ortalığı karanlık içinde karanlık görmeleriyle irkilip kalmışlardı. İlk defa şimşek çakınca kapıdan giren ışık, birkaç saniye için ortalığı gündüzden daha aydınlık ettiğinden kadınlar etraflarını görebildiler. Keşke görmemiş olsaydılar!
Vay ne gördüler?
Ne görecekler?.. Hatırınızdan çıkardınız mı? Bir kurumlu köşe, bir kaba hasır, bir de!.. Teneşir!.. Şu adı soğuk şey yok mu? İşte o!
Birisi: “Aman kızım! Burada bir de teneşir var!”
Diğeri: “Gerçek! Korkma anacığım korkma!”
Ana: “Sen korkma kızım! Ben neden korkayım?”
Kız: “Ben neden korkayım anacığım? Keşke bir tarafında da bir Azrail bulunsa! Öyle değil mi anacığım? Canımıza minnet değil mi?..”
Of!.. muharrir efendi of!.. Bunlar ana ile kız imiş ha? Hem de pek dertli şeyler olmalı. Baksanıza, Azrail’i istiyorlar. Vallahi muharrir efendi, ne yalan söyleyelim, biz böyle bir gecenin yarısında, hendekler, kanlı burçlar içinde gezen bu iki kadını hayırlı takımından zannetmemiştik.
Bunları hayırlı takımından zannetmemekte acele etmişsiniz. Şimdi dahi hayırlı takımından zannetmekte acele ediyorsunuz. Bu gibi şeylerde işin aslına varmadan hüküm vermek gayet tehlikelidir.
Evet! Zahir hâllerine bakılırsa bunların pek dertli bir ana ile kız oldukları görülürdü. Biçareler şimşeği takiben yine ortalığı kaplayan karanlığı güya elleriyle bertaraf ederlerse öte tarafta bir aydınlığa ulaşacaklarmış gibi hareketler ile ilerlediler. O korkunç iskemle üzerine oturdular. Bir süre sükûttan sonra aralarında şöyle bir söz açıldı:
Kız: “Ee anacığım! Buraya da geldik.”
Ana: “Geldik kızım.”
Kız: “Sanki biz buraya niçin gelmiştik?”
Ana: “Niçin geleceğiz? Başka gidecek bir yerimiz ve edecek bir çaremiz mi var? Yoksa senin aklına bir şey mi geliyor kızım?”
Kız: “Hayır anacığım! Eğer senin aklına bir şey geliyorsa çekinme söyle!”
Ana: “Benim aklıma geliyor değil, geldi, ama ah Şehlevendciğim, a kızım, evladım, ciğerparem, sen pek gençsin! Hem de deniz pek karanlık idi!”
Kız: “Çekinme anacığım, söyle söyle! Zaten Tophane İskelesi’ne niçin gittiğimize ben biraz işkillenmiştim.”
Ana: “İşte onun için gitmiş idim ya!”
Kız: “Ne için?”
Ana: “Anlayamıyor musun?”
Kız: “Onun bir adı yok mu?”
Ana: “Kendimizi kurtarmak için kızım.”
Kız: “Yani kendimizi öldürmek, denize atıp boğmak için! Öyle değil mi?”
Ana: “Aman Şehlevend! Söyleme söyleme! Üstüme fenalık geliyor! Ah ne idi o denizin karanlığı?”
Kız: “Zaten ölüm bir karanlıktan ibaret değil midir anacığım! Ölümü göze aldıktan sonra karanlıktan niye korkmalı ki?”
Ana: “Yalnız karanlık mı? Koca denizin ateş kesildiğini görmüyor muydun?”
Kız: “Demek oluyor ki hem kendini öldürmek istiyordun hem de karanlıktan aydınlıktan filandan korkuyordun.”
Ana: “Ben kendim için asla korkmuyordum kızım. Senin için korkuyordum. Ah! Gece mumsuz dışarıya çakamayan bir kız!”
Kız: “Ben şimdi hepsine alıştım!”
Ana: (bir hayli sessizlikten sonra) “Eee!.. Şimdi sanki ne demek istiyorsun?”
Kız: “Buraya hiç gelmemeli idik demek istiyorum. Şuraya hendek üzerine çıkıp kendimizi aşağıya attığımız…”
Ana: “Ee sen!.. Sen de mi?”
Kız: “Vay beni bu hâlde bırakıp da yalnız kendini mi kurtaracaksın?”
Ana: “Ah gözümün nuru! Sen daha dünyana doyamadın!”
Kız: “Ben dünyamdan bıktım bile!.. Benim kadar, benden genç kızlar da genç yaşlarında dağ gibi tekerlenip gidiyorlar. Can hususunda ne farkımız var? Tut ki bir karahumma ile de ben gitmişim!”
Ana: “Yatağında ölmek böyle hendekten atlayıp da ölmeye benzer mi? Ah!.. Kemiklerimiz çatır çatır kırılarak ölmek nerede, yatağımızda…”
Kız: “Ne yapalım anacığım! Dünyada o saadetli ölüm dahi mesutlara nasip oluyor. Bizde talih olsa idi bir kere bu dereceye gelmezdik. Geldikten sonra!.. Bizim gibilerin ölümü nasıl olur? Elbette böyle olur.”
Ana: “Aman ya Rab! Aman aman!.. Artık âlemin musibet tanıdığı ölümü bile işte biz saadet biliyoruz. Şimdiye kadar ‘Kurtar!’ diye dua ettik, kabul olunmadı. İşte şimdi ‘Öldür!’ diye dua ediyoruz. Bari bunu kabul et!”
Kız: “Âmin!”
Ana kızın şu konuşması bir saat kadar sürmüştü. Bu süre zarfında şimşek, gök gürültüsü ve baran geçmiş idiyse de bulutun bakiyesi hâlâ gökyüzünü örtmüş bulunduğundan o zifirî karanlık devam eder ve evvelki gürültüye karşılık ise ortalıkta bir derin ve korkunç sükût hükmederdi. Ana ile kız sesi kestiler. Sükût denilen şey ne kadar derin olsa, ne kadar dehşetli olsa, dinlenebilir bir şey olmadığından bunların her biri kendi yüreklerinin çırpıntısını dinlemekle meşgul idiler. Bu derece sıkıntı ve ümitsizlik içinde bulunanların, daima bir şeyi beklemekle vakit geçirecekleri, zamanın iyilik ve kötülüğünü tanımış olanların malumudur.
Neyi beklemekle?
Onu kendileri de bilmez. Fakat bizim ana ile kız birkaç dakika evvel ettikleri bir dua üzerine onun icabetini bekleseler yeridir. Hem kabul edilmiş gibi bir şeydir. Zira bir çeyrek kadar daha bunların devam eden sessizliğini bir şamata, bir gürültü, bir patırtı bozmuştu ki işin başında değil encamında bile güya ölüm canlanmış ve ayaklanmış da olanca haşmetiyle geliyormuş zannolunurdu.
Üçüncü Kısım
Bu sesi batasıca gürültü, birisi önde kaçan ve ikisi arkadan takip eden üç erkeğin gürültüsüydü. Önde kaçan, can kurtarmak havliyle geldi Kanlı Burç’a girdi. Arkadan takip edenler de can alıcı öfkeleriyle geldiler ve Kanlı Burç’a girdiler.
Eyvah! Bizim çaresiz kadınlar burç içinde idiler! Ama ne zararı var? Zaten onlar ölümü çağırıyorlardı. İşte ölüm kendi ayaklarına geldi. Öyle değil mi muharrir efendi?
Öyle değil efendim! Siz insanoğlunun hususi hâllerini tanımaz mısınız? Bunu tanımazsanız bari ölümü çağıran odun yarıcının hikâyesini olsun işitmediniz mi? Pek meşhur bir hikâyedir. Seksen yaşını geçmiş bir odun yarıcı, bir gün -hem de temmuz günlerinin birisinde- yarım çeki odunu sırtına yüklenmiş olduğu hâlde ormandan gelirken yolda dermanı kesilir. Vücudu titremeye başlar. Teri içinde boğulmak mertebesini bulur. Canı burnuna gelir. “Yahu nedir bu benim çektiğim? Çektiğim sıkıntıların, yorgunlukların hepsi âlemde bir lokma ekmek yiyip nefes almak için mi? Hâlbuki aldığım nefesi de ah ederek salıveriyorum. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir!” diye sırtındaki yükü yere atıp ölümü çağırmaya başlar! Olacak bu ya! Ölüm dahi herifin sesini işitip iki çukur kemikten ibaret kalmış olan gözlerinden topraklarını dökerek oduncunun karşısına gelir. “Ne istiyorsun? Beni niçin çağırıyorsun?” der. Oduncu bunu görünce aklı başından giderse de yalanı derhâl hazırlayıp “Evet, ölüm efendi evet! Yüküm sırtımdan yere düştü! Kaldırıverecek kimse yok! Bunu kaldırıveresin diye seni çağırdım.” der. Ölüm hakkında odun yarıcının verdiği şu cevap dünyada, ölümü her çağıranın vereceği cevaptır.
Bizim ana ile kız dahi çağırmakta oldukları ölümü karşılarında görünce korkularından titreyerek birisi bir köşeye ve diğeri diğerine sindi. Büzüldü, dondu kaldı. Nefes almak kendilerini ilan edecek bir gürültü çıkarır korkusuyla, nefeslerini bile hapsetmek isterlerdi. Hele gümbür gümbür vurmakta olan yüreklerinin sedasını mutlaka önlemek için ellerini göğüsleri üzerine koyarak bastırırlar, sıkıştırırlar idi.
Ama ortada gerçekten bir ölüm vardı. Bu ölümün fırıl fırıl dönüp dolaşmakta olduğunu ise birbiriyle karşılaşan üç bıçağın can tırmalayan çatırtıları haber verirlerdi.
Bir saat evvelki şimşekler geçmiş olduğundan ortalığın sürekli karanlık içinde kalması, ölümün kötü çehresi üzerine bir siyah perde çekmiş ve onu kadınların gözünden gizlemiş demek olacağı yönüyle bir azim nimet addolunursa da dünyayı sarsmakta bulunan gök gürültülerinin sona ermesi de bir büyük musibet sayılabilirdi. Zira gök gürültüsü sürekli olsa ölüm gürültüsüne galabe çalacağı malum iken bu defaki sessizlik, yalnız bıçak çatırtılarını değil, dövüşenlerin boğuk ve kesik çığlıklarını da değil, öfkelerin doruğa çıkmasından dolayı birbirine sürttükleri dişlerinin gıcırtılarını bile gizleyememekteydi.
Birbirinin kanına susamış olan insanlar, o hararetle ne de dik soluk alıyorlar! Köşelerde büzülmüş olan karılar için yalnız bu can alıcı solukları işitmek dahi yeterli idi. Birkaç kere “Ay! Of!” sesleri işitildi. Bu sesler işitildikçe bıçak çatırtılarına bir saniye kadar ara verilirdi. Nihayet bir vücudun paldır küldür yere yıkıldığını bu sükûta mahsus olan gürültü haber verdi. “Ay!” ve “Bitti!” ve “Mayna artık!” sözlerini üç ağız bir anda söylediğinden, kelimeler birbirinden ayırt edilebilecek hâlde değil idiler. Bunu takiben ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı. Yalnız yere düşen vücudun birkaç dik nefes almasından başka ortada bir şamata kalmamıştı. Yine o anda bu nefesler dahi kesildi. Bir köşede bulunan kızcağız, çıplak ve çamur içinde yürümekten buz kesilmiş ayaklarının altında sıcak bir sıvının akışını hissetti
Kan desene muharrir efendi, kan desene!
Evet! Bu sıcak sıvı kandı. Hatta bunun kan olduğunu kızcağız dahi anladığı zaman henüz pek sıcak olduğundan yerden buğulanan buharının kokusunu bile hissettiğini zannediyordu.
İş bitti! Lakin sağ kalan iki herif hemen çekip gitseler ya! Hayır! “Neredesin Mehmet?”, “Bu tarafa gel Yunus!” diye haberleşip sonra elleriyle araştırarak, filan ederek o bilinen teneşiri bulup üzerine oturdular.
Yunus: “Yaralandın mı be Mehmet?”
Mehmet: “Vallahi farkında değilim Yunus! Kemiğimden aşağı sıcak bir şey akıyor ama kan mıdır bilemiyorum. Yalnız omuz başımda biraz ağrı var. Sen nasılsın?”
Yunus: “Benim de kafamda bir ağrı var! Hele elimin kesildiğinin farkındayım. Neyse köpeği geberttik ya!”
Mehmet: “Ama ne köpek? Ne kudurmuş şey! Yedi sekiz kişiyi sarstı be!”
Yunus: “İyi ama şimdi bunun leşini ne yapmalı?”
Mehmet: “Onu da biz mi düşüneceğiz? Söylediğin lafa bak bir kere! Bırakır gideriz.”
Yunus: “Yarın ne derler?”
Mehmet: “Ne diyecekler? Yeniçeri birbirini vurmuş derler. Zaten bu hendek içinde böyle yarenliklerin eksik olduğu var mıdır? Kibarlar, altın leğenlerin içinde neşterler ile kan aldırırlar. Yeniçeriler de Kanlı Burç’ta bıçak ucuyla kan aldırırlar.”
Yunus: “Orası öyle ya! Fakat be yoldaş ben sonradan geldim de işin farkına varamadım. Ne olmuş Allah’ı seversen? Bu kavga neden çıktı?”
Mehmet: “A be koca herifi öldürdük de hâlâ ne olduğunu bilmiyor musun?”
Yunus: “Ne bileyim ben? Geldim baktım ki yoldaşlar bıçağa davranmışlar. Ben de davrandım.”
Mehmet: “Canım, Apostol’un meyhanesinde idik. Bu Civelek Mustafa da oradaydı. Ben de pek iyi farkında değilim ama yoldaşlardan birisi bundan bir şeftali mi istemiş ne olmuş?”
Yunus: “Beni ayıplayan ağayı gördün mü bir kere! İşte işin aslını kendisi de bilmiyor ya! Neyse! Fakat Civelek Mustafa için pek ırz ehli bir çocuk derler.”
Mehmet: “Sen de amma tuhaf söylüyorsun be Yunus! O kadar ırz ehli çocuğun meyhanede işi ne?”
Yunus: “Ama bu bir babayiğit çocuktur!”
Mehmet: “Çocuk ya! Varsın babayiğit olsun, ne olursa olsun! Genç değil mi? Herif bir buse istemiş, verivermiş olsa ne zararı olur? Kaldırıp bir de şamar atmanın manası var mı ya?”
Yunus: “Ha! Bak işte bunda edepsizlik etmiş!”
Mehmet: “Ama ne kadar!.. İşte tartışma bundan büyümüş! Bu nazlım da kabadayı değil mi? Nihayet kabadayılığını göstermek için bıçağını çekmiş!”
Yunus: “Artık o kadar babayiğit dayıların yanında bıçak çekmek!..”
Mehmet: “Görüyorsun a işte! Biz de şaka ediyor, cilve ediyor sandık. Lakin Ali Pehlivan’ı hamaylısına iki buçuk kere yere serdiği gibi şaka da bitti.”
Yunus: “Fakat yiğit çocukmuş vesselam! Bugün de yiğit çocuk imiş derim yarın da! Herif ortalığı altüst etti.”
Mehmet: “Nihayet kendisi de tepe aşağı geldi.”
“Haydi, artık gidelim de yoldaşlara haber verelim.” diye yeniçeriler ayağa kalktılar. Birisi ayağıyla cesedi dürterek “Allah rahmet eylesin! Babayiğit çocuktu. Kabadayı çocuk idi vesselam.” dedi. Çıktılar. Cehennem oldular, gittiler.
Bunlar çıkar çıkmaz ana ile kızın nefesleri kaynaşıp birbirinin yanına gelmek istemişlerdi.
Meğer katilin ayak ile dürtmesi yaralının; yani henüz vefat etmeyip baygın bir hâlde bulunan yaralının aklını başına getirmiş.
Demeyiniz! Oğlancağız vefat etmemiş ha?! Lâkin vefat etmemiş ise bile öyle sekiz on kişinin bıçağından kurtulmuş olan çocukta ne hayır kalır?
Evet! Kendisinin çocuk olduğunu yeniçerilerin lakırtılarından anladınız. Vefat etmemiş olduğunu da haber verdik. Fakat yeniçeriler bu yaralının, sekiz on adam dalamış bir azgın olduğunu söylemişlerdi. Onu niçin hesaba katmıyorsunuz? Sekiz on adamı dalayan bir azgının yine sekiz on kişinin bıçağından kurtulmuş olmasında bir tehlike görülemez.
Herif aklını başına alarak gözlerini açıp da kendisini bir karanlık içinde bulunca düşmanları hâlâ orada bulunup bulunmadığını anlamak için etrafına (Göz değil çünkü karanlık idi.) kulak gezdirmişti. Hiçbir ses seda işitemeyince yalnız kaldığını anlayarak kalkmak için davrandıysa da vücudundan pek çok kan çıkmış olmasındandır ki kalkmaya gücü yetmedi.
Kız: (yavaşça validesine) “Aman anacığım! Vefat etmemiş! Kımıldanıyor!”
Yaralı bu lakırtının başlangıcını işitince orada adam bulunmasından ziyadesiyle ürküp buz gibi donmuş kalmıştı. Ancak sözün sonu bu şüpheyi ümide sevk ettiğinden zayıf bir ses ile “Aman! Kulağıma bir ses geldi! ‘anacığım’ dediler. Allah aşkına olsun! Ana yüreği merhametlidir. Bu ana kim ise bana da merhamet etsin!” diye yalvarmaya başladı.
Ana: “Ah oğul oğul! Gördük oğul, gördük! Lakin elimizden ne gelir?”
Yaralı: “Aman valideciğim, beni anamın yanına kadar götürünüz de bari orada anamın kucağında öleyim!”
Kız: “Sizin eviniz nerededir kardeşim?”
Yaralı: “Şurada, Boğazkesen’de, Defterdar Yokuşu’nun ağzında.”
Ana: (kızına) “Götürebilir miyiz kızım?”
Kız: (anasına) “Götürmeye çalışmalıyız anacığım.”
Ana: (çocuğa) “Kalkabilir misin oğlum?”
Yaralı: (kalkabilmek için tekrar davrandıysa da kuvveti yetmeyerek) “Ah zalimler! Vücudumda kan bırakmamışlar! Kuvvetim kalmamış. Kalkamıyorum valideciğim!”
Çocuğun istirhamda gösterdiği şiddet, ana ile kızı bu konuda olanca gayretlerini sarfa kadar mecbur ettiğinden bir koltuğuna kız ve diğerine de anası girip kaldırdılar. Ve Kanlı Burç’tan çıkarak yavaş yavaş hendek içinde yürümeye başladılar. Yaralının bacaklarında vücudunu kaldırıp götürecek kadar kuvvet kalmamış idiyse de ana ile kız biçarenin koltuklarından ayrılmayıp olanca ağırlığını dahi kendi omuzları üzerine yüklenmiş olduklarından her hâlde yolda devam ederlerdi. Zira çocuk “Aman! Beni bu hâlde bırakıp giderseniz mutlaka geberir giderim. Gençliğime merhamet ediniz!” der ve gerçekten kendisini o hâlde bıraksalar sabaha çıkmayacağını ana ile kız görmekte bulunduklarından, bu işte emek sarf etmeyi insanlık borcu kabul ediyorlardı.
Burada etraflıca tarifine girişilse sayfalar dolduracak müşkülat ve zorluk ile Çubukçular içini filanı geçtiler. Hiç şüphe edilemez ki gerek ana ve gerek kız ikisi de kendileri dünyada son dereceye kadar çaresiz kalmış oldukları hâlde; kendilerinden daha fazla bir çaresiz olup da ona kendileri derman olmakta bulunduklarına şaşarlardı. Ayrıca ona, kendilerinin yardım ettiklerine de şaşırıyorlardı. Eğer bunlar feleğin dönüşündeki garabet üzerine zihin yormuş kimselerden olsalardı, bu hayrette daha pek çok ileriye gidecekleri kuşkusuzdu. Ancak dünyada çaresizlik ve çaresazlık1 denilen şeylerin nispi olduğunu ve sekiz çocuğuyla aç kalan bir baba, saadetin ortasına bağdaş kurup oturan bir mesuda nispeten çaresiz addolunduğu hâlde; üç çocuğu ve bir aciz karısı, bir buçuk aydır içinde yatarak çürütmekte olduğu yatağı etrafına dizilmiş olan babaya kıyasla mesut addolunabileceğini hiç düşünmemiş bulundukları cihetle feleğin dönüşündeki garabete hayretleri dahi görünüşte bir hayretten ibaretti.
Boğazkesen’e ve Defterdar Yokuşu’nun ağzına vardılar. Yaralının işareti üzerine bir kapıyı çaldılar. Herkes uykuya dalmış olduğundan birkaç kere çalmaya lüzum gördüler. Nihayet bir kocakarı uyku sersemliğinin de etkisiyle titreye titreye kalktı, geldi, kapıyı açtı. Ancak ev altına oğlunun laşesini serilmiş görünce karıcık öyle bir vaveylaya başladı ki kulakları tırmalar, yürekleri yırtar! O hâlde ana ile kız kocakarının da imdadına yetişmek istediler. Fakat karıcığın sağlam yürekleri bile yırtan feryat ve figanına, ana ile kızın yaralı yürekleri bir türlü tahammül edemedi. Hele konudan komşudan gürültüyü işitenler de geldikten sonra bizim ana ile kızın oradan palamarı çözmeleri lazım geldi. Nereye gideceklerini ve niçin gideceklerini bilmedikleri hâlde Karacehennem’in Kahvesi semtine doğru geldiler. O zamanlar bu kahveye “Camlı Kahve” derlerdi. Oraya geldiklerinde, Üsküdar üzerinin ağarmış olduğunu gördüler. Zira geceler yaz geceleri olup hikâye ettiğimiz hadiseler de beş altı saat içinde olup bitmişti.
Sabahı görmek, ana ile kız için epeyce bir gönül huzuruna ve memnuniyete yol açtı. Hastaların hâllerine dikkat ettiğiniz var mıdır? Gece yatakları içinde inim inim inledikleri hâlde dört gözle sabahı beklerler. Hastaya bakanlar dahi hastanın gece içindeki ağırlığı sabah olunca hafifliğe dönecektir inancında bulunurlar. Bu hâl, vücudu hasta olanlarda bulunduğu gibi yüreği hasta olanlarda da vardır. Çünkü ikisi de hastalıktır.