Czytaj książkę: «Osmanoğulları»
OSMANOĞULLARI’NIN ORTAYA ÇIKIŞININ BAŞLANGICI
Osmanlı Devleti’nin şanı, şöhreti ve başka devletlerden üstünlüğü, bütün tarihçilerce bilinir. Osmanlı sultanları, bu devlet ve saltanatı, Cengiz ve benzeri cihangirler gibi talih eseri olarak bir defada kazanmayıp ancak gaza, cihat yoluyla ve ülkeyi bayındır duruma getirerek yavaş yavaş kazanmışlardır.
Kısacası bu yüce devletin fazilet ve üstünlükleri pek çoktur. Geçmiş devletler içinde benzeri yoktur. Kurucusu olan Osman Gazi’nin tarihteki yeri tarihî kaynaklarda yazılıdır. Babası Ertuğrul Gazi’nin ve bir dereceye kadar da onun babası Kaya Alp Han’ın oğlu Süleyman Şah’ın tarihteki yerleri de biliniyor.
Medeni milletlerin tarihî olayları yazılagelmişse de zaman uzadıkça ihtilaflar çoğalır. Eski tarihlere inildikçe masal şekline girer. Şüpheli karanlıklara düşer. Ama göçebe hayatı yaşayan milletlerin tarihleri yazılmadığından gereği gibi bilinemezse de onlar asalete çok değer verip, soy sop bilgisinin tutulmasını önemsemişlerdir.
Abbasi halifeleri zamanında Oğuzlar ile diğer bazı Türk kabileleri Büyük Türkistan’dan çıkıp Horasan ve Irak’a gelerek askerî hizmetlerde kullanıldılar. Onlardan bağımsız devletler çıkmıştır. Oğuzların en kalabalık şekilde gelişleri ise Selçuk ile birlikte Büyük Türkistan’dan çıkıp gelmeleridir ki Maveraünnehir’e gelip İslam’a girerek Semerkant ve Buhara çevresinde yerleşmiş, Hanlılar Devleti’nin askeri hizmetinde bulunmuşlardır. O zaman onlara Oğuz Türkleri denilirdi. Daha sonra Türkmen denilmiştir.
Üç yüz seksen üç yılı olayları sırasında geçtiği üzere Türk kabilelerinin en şereflisi Oğuz Kabilesi’dir. Oğuzların soy sopça en şöhretlisi de Kayı Hanlı Kabilesi’dir. Öteden beri Kayı Han neslinden olan bir han, bu kabileye başkanlık edegelmiştir. Selçuk ile gelen Oğuzlar içinde Kayı Hanlı da vardı.
Ertuğrul Bey’in babası olan Süleyman Şah’ın Kayı Han’ın torunlarından olduğu bilinir. Ama “Kayı Han kimdir?” diye araştırmaya girişilecek olursa önümüze çok çeşitli rivayetler çıkar. Doğrusunu yanlışından ayırmak zordur.
Tarihçilerden bazıları, “Süleyman Şah, kırkıncı kuşakta Hz. İshak’ın oğlu Ays’a ulaşır.” dediler. Bazıları da “Katı (Kavî) Han, Ays’ın kendisidir.” dediler. Bazıları ise “Hz. İsmail’in evlatlarından Katuraoğulları denilen bir topluluk, bir sene kıtlık ve pahalılık sebebiyle Hicaz’dan Horasan’a göçerek orada kalmış. Osmanoğulları, işte onların neslindendir.” dediler.
Bu rivayetlere göre Osmanoğulları’nın, Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın oğullarından olmaları gerekir. Tarih araştırıcıları ise “Oğuzlar, Hz. Nuh’un oğlu Yasef’in oğullarındandır.” dediler. Bazıları, “Kayı Hanoğlu Kara Hanoğlu Oğuz Han.” diye yazdılar ve “Kayı Han, Yasef’in torunudur.” dediler. Fakat Türk soy sop bilginleri açısından Kayı Han, Oğuz Han’ın en büyük evladıdır. Hanlığı ona ve onun evladına vasiyet etmiş olduğu meşhurdur.
Hatta eski zamanlarda Türkmenler içinde Korkut Ata adında, hâl ehli bir aziz varmış. “Saltanat, sonunda Oğuz Han’ın vasiyeti gereğince Kayı Han’ın evladına geçerek ahir zamana kadar sürer.” demiş ve dediği gibi olmuştur ki İslam saltanatı, Kayı Han’ın evladından olan Osmanoğulları’na geçmiştir.
Türkmenler önce Maveraünnehir’e geldiler. Sonraları grup grup Horasan tarafına geçmişlerdir. Önceleri onların bir kısmını Gazneli Sultan Mahmud Horasan’a geçirdi. Ayrı ayrı yerlere yerleştirdi. Her il ve aşiret bir beye bağlanmıştı. Mal tahsil eden memurların zulümlerinden dolayı Türkmenler yerlerinden oynadılar. Yerleştikleri yerleri terk ettiler. Yağmacılığa başladılar. Gazneli Devleti’nin başına bela oldular.
Kayı Hanlı Kabilesi, Kayı Han neslinden olan bir hana bağlandılar. Mervşahcan’a bağlı olan Manen yöresinde yerleştiler. Çıkan karışıklıklara bulaşmadılar. Selçukoğulları’ndan Tuğrul Bey, Maveraünnehir’de kalan Türkmenlerin büyük bir bölümü ile Horasan tarafına geçti. Büyük bir devlet olarak ortaya çıkınca da Kayı Hanlılar, amcaoğulları olan Selçuklu sultanlarına boyun eğerek sefer oldukça hizmette bulunurlardı.
Hıtâ Türkleri, Maveraünnehir’i alınca oradaki Selçuklu kalıntısı olan Türkler de beri tarafa geçtiler. Bu tarafta Türkmenler daha kalabalık oldular. Selçuklu Devleti zayıflayınca, Türkmen beyleri ayrılarak kendi başına buyruk hükümdar gibi kaldılar.
Belh valisi ise kendi eyaleti içindeki Türkmenleri çıkarmak için üzerlerine vardı. Bozguna uğradılar. Sultan Sencer onların üzerine bir büyük ordu gönderdi. Fakat ordusu bozuldu. Kendisi tutsak oldu. Kayı Hanlılar, o zaman bile Mâhan’da rahat idiler. Sonradan Selçuklu Devleti çöktü. Yerine Harzemşah Devleti kuruldu. Fakat Konya’da hüküm süren Selçukoğulları şubesi kaldı.
Sonra Cengiz Han çıkarak Maveraünnehir şehirlerini aldı. Altı yüz on altı yılında Buhara’yı, altı yüz on yedi yılında Semerkant’ı vurup harap ettikten sonra Tatarlar, Ceyhun Nehri’ni geçerek sel gibi Horasan tarafını bastılar. Her tarafı karıştırdılar. Diğer halk onların önlerinden savuşup bölük bölük etrafa kaçarak darmadağın oldu. O sırada Mâhan’da hüküm süren Kayı Hanlı Kabilesi’nin hanı Süleyman Şah da kendisine uyan elli bin kadar Oğuz obasıyla Mâhan’dan hareket ederek Bitlis civarındaki Ahlat’a göç etti. Bir süre orada kaldı. Fakat oraların kışı sert geçtiğinden, kış mevsiminde civarda bulunan ve havası daha yumuşak olan yerlere inerdi.
Altı yüz yirmi iki yılında Harzemşah’ın oğlu Celâleddin çıkarak Acem Irak’ını ve Azerbaycan’ı aldı. Ahlat ile komşu oldu. Şam, Erbil, Âmid ve Mardin hükümdarları ile Rakka, Harran ve Ahlat’ın sahibi olan, Beni Eyyûb’dan Melik Eşref’in aleyhine birleştiler. Melik Eşref de onlara karşı Anadolu sultanı olan Selçuklulu Alâaddin Keykubad ile birleşti.
Bunun üzerine altı yüz yirmi üç yılında Celâleddin, Ahlat’ı ablukaya aldığı gibi Alâaddin de Âmid melikinin üzerine asker sevk ederek Âmid’e bağlı yerlerden Hısn-ı Mansur’u ve Kâhta Kalesi’ni aldı. Bu kargaşalık arasında Süleyman Şah da obaları Azerbaycan bölgesine geçirdi.
Altı yüz yirmi beş yılında Celâleddin, Rey civarında Tatarlar ile şiddetli bir şekilde savaşarak bazen yendi bazen de yenildi. Tatar savuşup gittikten sonra Celâleddin, Ahlat ve Muş bölgelerini vurup yağmaladı.
Erzincan otlakları ise Kayı Hanlı Kabilesi’nin hayvanlarını idareye yeterli değildi. Süleyman Şah altı yüz yirmi altı yılında kabilesiyle birlikte oradan hareket ederek Elbistan yoluyla Halep’e indi. Rakka’ya bağlı Caber Kalesi yakınında Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırlarken geçit yerini bilmediklerinden, Süleyman Şah’ın atı bir uçuruma düştü ve kendisi boğuldu. Cesedi çıkarılıp Caber Kalesi civarında gömüldü. Orası hâlâ Türk mezarı diye bilinir. Aşiretler arasında bir at sancılanırsa o mezarın etrafında döndürüldüğü takdirde atın sancısının durduğu çok meşhurdur.
Süleyman Şah’ın vefatından sonra kabilesi dağıldı. Her oymak ve aşiret birer tarafa çekildi. Süleyman Şah’ın; Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar adında dört oğlu kaldı. Kabilenin bir kısmı gurbet diyarında dolaşmaktan usandığından Mâhan’ı arzu ederek Sungur Tekin ve Gündoğdu ile birlikte Horasan’a gitti. Ondan sonra adları ve nişanları işitilmedi. Nereye gittikleri bilinmedi. Diğer bir kısmı ise Tatarların boyunduruğu altına girmeme fikrinden caymayarak, Ertuğrul ve Dündar ile birlikte, öteden beri alıştıkları Selçukoğulları’nın kanadı altına sığınmak üzere Erzurum’un sahibi olan Selçuklu Kılıç Aslan’ın oğlu Turan Şah’ın memleketine giderek, Erzurum civarındaki Pasin Ovası’nda, Sürmeli Çukur denen yerde durdular.
Celâleddin, bazı meseleler için Turan Şah’ı çağırttı. Onunla birlikte altı yüz yirmi yedi yılında Ahlat’ı vurup zorla şehre girerek Tatarların yaptıklarından daha iğrenç işler yaptı. Melik Eşref de Alâaddin Keykubad ile anlaştı. Sivas’ta birleştiler. Ahlat tarafına yürüdüler. Karşılaşmada Celâleddin’in ordusunu darmadağın ettiler. Eşref, Ahlat yurdunu kurtardı. Alâaddin de amcasının oğlu Turan Şah’ı tutup hapsetti ve gidip Erzurum’u ele geçirdi.
Sonra Alâaddin ve Melik Eşref ile Celâleddin yazışarak birbirlerinin memleketlerine saldırmamak üzere barış yaptılar. Fakat o sırada Tatarlar çok kalabalık bir şekilde gelip, altı yüz yirmi sekiz yılı içinde Celâleddin’e üstün geldiler. Onu öldürdüler. Azerbaycan’ı alarak, Alâaddin’in memleketlerine komşu oldular, Van ve Muş taraflarından saldırılara başladılar.
O sırada Ertuğrul Bey de Tatarlardan uzak olmak için Pasin Ovası’ndan hareket etti. Sivas civarına gelince bir savaşa rastladı. Meğer bir Tatar ordusuyla Sultan Alâaddin’in ordusu çarpışıyormuş. Ertuğrul Bey, yanındaki seçkin atlılarıyla ansızın Tatarların üzerine atılınca Tatarlar şaşırdı. Selçuklular da cesaretlenerek Tatar ordusunu bozguna uğrattı.
Sultan Alâaddin, bu durumu öğrenince çok memnun oldu. Ertuğrul Bey’e hilat ve donanımlı at gönderdi. Kayı Hanlı Kabilesi yiğitlik ve cesurluk ile şöhret bulmuş olduğundan, Alâaddin onların gelişinden sevinç duyarak, kendi ülkesinde diledikleri yere yerleşmek üzere Ertuğrul Bey’e izin verdi. Ertuğrul Bey de o zaman gaza ve cihat alanı olan Ankara tarafını isteyince Alâaddin onu kavim ve kabilesiyle beraber Ankara Eyaleti’ndeki Karaca Dağ’da yerleştirdi ve öteki Türkmen beyleri gibi onu da hudut muhafızı yaptı.
Bir müddet sonra Ertuğrul Bey’e Söğüt köyü kışlak ve Domaniç Dağı yaylak olmak üzere verilince Ertuğrul Bey, dört yüz kırk, bir rivayete göre beş yüz kadar Kayı Hanlı obayla Söğüt’te yerleşti. Fakat aşiret kethüdalarından Samsa Çavuş ile İnegöl halkı arasında zıtlık çıktı. Samsa Çavuş, Ertuğrul Bey’den izin alarak Söğüt’ten ayrıldı. Aşireti ve kardeşi ile beraber Mudurnu taraflarına çekildi. Sakarya Nehri civarında oturdular. Yazın da yaylağa giderek ve yerlilerle iyi geçinerek vaktini hoş geçirdiği bazı tarih kitaplarında kayıtlıdır.
Ama diğer bazı tarih kitaplarında, o zaman Ertuğrul Bey ile gelen adamlardan Bozoklu denen bir ulu hanın, Böregir, Kusun, Varsak, Kara İsa, Özer, Gündüz ve Kuş Timur adında yedi oğlu ile beraber Çukurova yöresinde yerleştiği; ölünce onun yerine büyük oğlu Böregir’in geçtiği; Adana, Tarsus ve Sis kalelerini aldıktan sonra o da ölünce yerine oğlu Ramazan’ın geçtiği yazılıdır.
O tarafta Böregir nahiyesi bilinmektedir. Ramazanoğulları’nın Adana’da bir hükûmet kurdukları da bilinmektedir. Payas sancağında Özerli köyü olup, ona nispetle Payas sancağına da Özerli sancağı denilmişken, sonradan isim bozularak Üzeyirli sancağı denilmiş olsa gerektir. Çünkü bu sancağın halkı, hep eski Türkmenlerin bakiyesi olduğundan, köy ve nahiyelerin isimleri hep Türkçedir. Orada Üzeyir gibi Arapça isimler kullanılmaz. Hâlâ Kozan’da vatan tutmuş olan Karsenahlar ise Varsak aşiretindendir.
Açıklandığı üzere Süleyman Şah’ın vefatından sonra iki oğlunun ne kadar Türkmen’le ne tarafa gittiği bilinmediği gibi, Ertuğrul Bey ve Dündar Bey ile Pasin Ovası’na gidenlerin ve oradan Sivas tarafına gelenlerin kaç obadan oluştuğu ve Ertuğrul Bey’in Söğüt’e kaç Kayı Hanlı obayla yerleştiği de kesin bir şekilde bilinememektedir.
Rum sınır boyları o zaman pek acayip bir durumdaydı. Selçuklu Devleti’nin sınır muhafızları, Türkmen beyleri idi. Bu beylikler babadan oğula kalırdı. İşte onlara uç beyleri denilirdi, hepsinin başı da beylerbeyi unvanını taşırdı. Kayserin sınır muhafızları da tekfur dedikleri derebeyleridir. Bu beylikler de babadan oğula geçerdi. İki devlet barış içindeyken bile iki tarafın sınır muhafızları, birbirlerinin topraklarını çapul ederlerdi. Bu yüzden iki tarafın sınır muhafızları arasında çatışma eksik olmazdı. Tekfurlar kalelerde korunurlardı. Türkmenlerin kaleleri ise kılıçlarıydı.
Ertuğrul Bey de uç beylerinden olduğu için fırsat elverdikçe Rumların köylerini ve nahiyelerini yağmalardı.
Fakat uç beylerinin en ünlüsü Kütahya bölgesinde bulunan Ali-şar Bey’in aşireti ile Afyonkarahisar tarafında bulunan Çavdar aşireti her zaman beri taraflara gelirken, Ertuğrul Bey, Söğüt’te yerleştikten sonra onlar bu tarafa gelmez oldular. Ertuğrul Bey’in komşusu olan Rumlar da bir dereceye kadar ondan hoşnut idiler. Bir de haçlılar, bir aralık Konstantiniye’yi ele geçirerek orada bir Latin İmparatorluğu kurmuşlardı. Bir süre sonra, İznik’te bulunan Kayser Mihail Paleolog, Konstantiniye’yi kurtarmıştı. Fakat Anadolu şehirlerinin çoğu Selçuklu Devleti’nin elindeydi. Kayser Paleolog’un elinde yalnız Bursa, İznik sancakları, Bolu sancağının bir parçası ile Karadeniz kıyılarında Samsun ve Trabzon kaleleri kalmıştı. Buralarda bulunan Rum beyleri de her ne kadar kaysere bağlıysalar da bulundukları yerlere veraset yoluyla sahip olup iç işlerinde başlarına buyruk idiler. Bundan dolayı Kayser Paleolog’un kuvveti yok gibi bir şeydi. Sırf vaktiyle yapılmış olan Konstantiniye’nin kale duvarlarının arkasına sığınmıştı. Uç beylerini, özellikle Ertuğrul Bey’i hoş tutarak kullanmaya çalışmıştı.
Gazi Ertuğrul Bey ise sınır muhafızlığı görevini güzelce yerine getirmekle beraber Sultan Alâaddin sefere çıktıkça Kayı Hanlı bahadırları ile sultanın ordusuna gider, askerî vazifesini yapardı. Böylece Alâaddin’in çok işine yarardı. Onun vefatıyla oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de pek önemli işlerinde bulunmuştur. Fakat II. Gıyaseddin zamanında komutanlar arasında ayrılıklar ortaya çıktı. Devlet işleri çığırından çıktı. Bunun üzerine yetmiş bin askerle kırk bin Moğol’a yenildi. Senelik gelirinin üçte birini İlhanlı hazinesine vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı. Devletin bağımsızlığı bozuldu. Hele II. Gıyaseddin’in vefatından sonra devlet onun oğulları arasında ortaklaşa idare edildi. Sonra da devlet, oğulları arasında bölüşüldü. Selçuklu memleketleri İlhanlılar’ın eyaleti hükmüne girdi.
Bunun arkasından Hülagû’nun darbesiyle Abbasi halifeliğinin yok oluvermesi herkesi hayrete düşürdü. Selçuklu devlet adamları da artık devletin geleceğinden umutlarını keserek, tamamen Tatar boyunduruğu altına girdiler. Türkmen beyleri de Hülagû’ya başvurarak hükûmetlerinin istiklalini tasdik ettirdiler.
Ertuğrul Bey ise bu ihtilaflara karışmadı. Konya’da, saltanat tahtında oturan Selçuklu sultanına bağlı kaldı ve elinin altındaki halkı zulüm ve saldırıdan korumaya çalıştı.
Yukarıda açıklandığı üzere Pervane’nin, Selçuklu sultanının elinden yönetimi tamamen kendi eline alarak Sultan İzzeddin’i İstanbul’a kaçırması, sonra da Sultan Rükneddin’i öldürterek atabek olması halkı çok etkiledi. Türkmenler ise onun emirlerini kabul etmediklerinden altı yüz yetmiş beş yılında Anadolu’da çıkan ihtilaller üzerine Sultan Baybars’ın bir büyük ordu ile gelmesi, Elbistan’da bir Tatar ordusunu yok ederek Kayseriyye’ye kadar gelip gitmesi, sonra da İlhan Abaka’nın büyük bir kızgınlıkla gelip de Anadolu şehirlerinin birçok yerini yağmalaması, Pervane ile beraber birçok Müslüman’ı da öldürtmesi, Karamanoğlu çıkıp Konya’yı ele geçirince Tatarların gelip Konya’yı geri almaları, Selçuklu sultanını yerine oturtarak Karamanoğlu’nu idam etmeleri, herkesi dehşet ve hayrete düşürdü. Böylece Selçuklu Devleti karmakarışık oldu. Artık devlet diyecek durumu kalmadı.
Gazi Ertuğrul Bey ise bu türlü karışıklıkları uzaktan seyredip işin sonunu bekleyerek kendi yurdunun korunmasıyla uğraşıyordu. Bununla beraber fırsat buldukça Rumların köylerini ve kasabalarını yağmalıyordu. Fakat pek yaşlı olduğundan, sonraları askerle oğlu Osman Bey’i kendi yerine göndermeye ve en önemli işlerde ona hizmet yaptırmaya başladı.
Ertuğrul Bey’in Vefatı ve Osman Gazi’nin Beyliği
Altı yüz seksen yılında Gazi Ertuğrul Bey, yaşı doksanı geçmiş idi ki Söğüt’te vefat etti.
Ertuğrul Bey’in elinde olan yerler, Ankara Karaca Dağ ile Keşiş Dağı’na kadar uzayan Söğüt bölgesinden, Sultanönü gibi verimli ovalardan ve Domaniç Dağı gibi güzel yaylaklardan oluşuyordu. Hisar ve kaleleri ise Türkmen kılıçları idi.
Ertuğrul Bey, Söğüt bölgesinde Kayı Hanlı Kabilesi’nin az bir kısmı ile yerleşmişti. Fakat elli bin oba ile Horasan’dan Anadolu’ya göçmüş olan Süleyman Şah’ın oğlu olduğundan, Türkmenler içinde hatırı sayılır, muhterem bir ihtiyardı. Emrindeki aşiret ağaları da Akça Koca, Konur Alp, Turgut Alp, Uygur Alp, Hasan Alp, Saltık Alp, Samsa Çavuş, Abdurrahman Gazi, Akbaş Mahmud, Kara Mürsel, Karaoğlan ve Kara Tekin gibi eşi az bulunur yiğitler idi. Fakat Samsa Çavuş, Söğüt’te oturmadı. Sakarya Nehri vadisinde konargöçerdi. Bu ağalar, kabilenin ileri gelenleri idiler. Sonra hepsi Osman Gazi’nin komutanları olmuşlardır.
Ertuğrul Bey’in Gündüz Bey, Saru Yatı ve Osman Bey adlı üç oğlu kaldı. Osman Bey yaşça küçük fakat kuvvet, cesaret, ileri görüşlülük ve liyakatçe büyük idi. Bundan dolayı babasının zamanında yedi sekiz sene kadar başbuğluk görevini yapmıştı. Küçükken, gerektiğinde babası tarafından, kendi vekili olarak Konya’ya bile gönderildiğinden, Konya devlet adamları kendisine Osmancık derlerdi. Harp alanlarında asker onu gördü. Devlet dairelerinde de tanınmıştı. Osman Bey’in az askerle kat kat fazla düşmanlarına üstün gelmek gibi büyük cesareti, cömertliği, adaleti, güzel ahlakı ve siyaseti; asalet ve şerefine eklenince kendisini silah arkadaşlarına sevdirmişti. Ulema ve salihlere iltifat ve itibar ile değer vermiş ve sevgilerini kazanmaya çalışmıştı. Bu durum halk arasında kendisine büyük şan ve şöhret sağlamıştı.
Bundan dolayı Ertuğrul Bey’in vefatında kabilenin ileri gelenleri beyliğe, Gazi Osman Bey’i seçtiler. Kardeşleri de bu karara candan katıldılar. Amcası Dündar Bey başkanlık davasına kalkıştı. Fakat Osman Bey’in beyliği, Selçuklu sultanı tarafından onaylandı. Anlaşmazlığa yer kalmadı. Bununla beraber Dündar Bey bunu bir türlü kabullenemedi. Osman Bey’in işlerini engellemek üzere onun düşmanlarıyla birleşme derecesine kadar aleyhinde bulunageldi.
Ertuğrul Bey’in son emeli, başında bulunduğu Türkmen göçmenlerini birleştirmekten, idare etmekten, Söğüt bölgesinin emniyet ve asayişini korumaktan ibaretti. Bir devlet kurmak hatırına bile gelmezdi.
Fakat Söğüt ve çevresini dolaşıp denetlerken, bir gece, bir köy imamının evine misafir olmuş. Oturduğu yerin arka tarafındaki dolapta imamın Mushaf-ı Şerif’i kalmış. İmam efendi telaşla Mushaf-ı Şerif’i alıp yüksek bir raf üstüne kaldırmış. Ertuğrul Bey, okuryazar değildi. Fakat özü sağlam ve kalbi saf idi. “O nasıl kitaptır?” diye imam efendiye sormuş. O da “Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e gökten indirdiği Kur’an-ı Kerim’dir ki, bütün din hükümlerini onda söylemiştir.” diye cevap vermiş ve odasına çekilip uykuya dalmış. Ertuğrul Bey de abdest alıp namaz kıldıktan sonra Mushaf-ı Şerif’e yönelerek el bağlayıp sabaha kadar ayakta durmuş. Fakat seher vaktinde yastığa dayanıp biraz uyukladığı sırada kendisine Hak tarafından mana âleminden, “Çünkü sen benim kelamıma bu kadar saygıda bulundun, ben de senin evladına kıyamete dek sürecek bir saltanat verdim.” diye bir ses gelmiş. Ertuğrul Bey dehşetle uyanıp bu rüyayı imama söylemiş ve çok sonra oğlu Osman Bey’e bu olayı hikâye eylemiş olduğu rivayet edilir.
Bir de Ertuğrul Bey, Sultan Alâaddin ile görüşmek üzere Konya’ya gittiği zaman rüyasında görmüş ki evinin ocağından tatlı bir su çıkıp aka aka bir büyük deniz olmuş. Her yanı kaplamış. Ertuğrul Bey bu rüyayı, Sultan Alâaddin’in başkâtibi olan, zamanının bilginlerinden Abdülaziz Efendi’ye anlatmış. O da “Senin yakında bir oğlun doğacak ki saltanatı dünyayı kaplayacak.” diye rüyayı yorumlayıp müjde vermiş. Çok geçmeden Osman Bey’in doğmuş olduğu bazı tarih kitaplarında yazılıdır.
Müjdelerden biri de şudur ki aslı Karamanlı olup, Şam’a giderek yüksek ilimleri tahsil etmiş, en bilgin âlimlerden Şeyh Edebali Hazretleri Anadolu’dan dönüşte sofiyye mesleğine girerek Söğüt bölgesindeki dergâhında irşat köşesine çekildi. Osman Bey, gençliğinde gidip onunla görüşür, ilgi ve sevgisini kazanmaya çalışırdı. Bir gün şeyhin kızı Mal Hatun’un diğer kızlarıyla meydanda gezerken, onu görüp âşık olarak dünyayı gözü görmez olmuş. O sırada İnönü tekfuru, Osman Bey’i ziyafete davet etmiş. O da bir kısım adamı ile İnönü Hisarı’na gidince düşmanı olan Eskişehir tekfuru, askeriyle hareket etmiş. Harmankaya (Harmancık) Tekfuru Köse Mihal’i yanına alarak, gelip İnönü Hisarı’nı kuşatmış. Osman Bey’i istedikleri zaman ziyafet sahibi hayrete düşmüş. Ne yapacağını düşünürken Osman Bey durumu öğrenerek hemen kendi adamları ile hisardan dışarı çıkmış. İki hükümdarın askerlerini darmadağın edince Eskişehir hükümdarı kaçıp kurtulmuşsa da Köse Mihal tutulmuş.
Köse Mihal, bundan sonra Osman Bey ile birlikte hareket edeceğine yemin etti. Osman Bey onu salıverdi. Gerçekten ondan sonra İslam’a girene kadar Osman Bey’e doğruluk üzere bulundu. Sonra Osman Gazi’nin komutanlarından biri oldu.
Osman Bey, aşkını gizlediği sırada aşk ateşi ile kendisinden bu gibi cesur davranışlar çok görülmüştür. Bundan dolayı babası ölünce asker ve halk onu amcası ve kardeşlerinden üstün tuttu. Osman Bey, üç yıl kadar aşkını saklamıştı. Sonra bir gece Şeyh Edebali’nin dergâhında kaldı. Rüyasında görmüş ki şeyhin koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girmiş ve göbeğinden bir ağaç çıkıp dalları dünyayı kaplamış. Osman Bey bu rüyayı Edebali’ye anlatınca, “Bana damat olacaksın. Büyük ve sürekli bir devlete sahip olacaksın.” diye yorumlayıp müjdeleyerek kızı Mal Hatun’u, Osman Bey’e vermiş. Osman Bey’in Alâaddin ve Orhan adlı oğulları o kadından doğmuşlardır.
Meşhur Bitlisli İdris adlı tarihçi âlim der ki “O zaman Kumral Abdal adlı bir hâl ehli vardı. Yenişehir Bölgesi’nde yaşıyordu. Dervişleriyle Rum köylerine gaza ederdi. Bir gün Allah ehli olan büyüklerden biriyle görüşüp, ‘Yüce Allah Osman Gazi’ye kıyamete kadar sürecek bir büyük devlet verdi. Var, müjdele.’ diye emretmiş. Kumral Abdal, Osman Gazi’yi bilmezdi. O kişi, ona Osman Gazi’nin alametlerini haber vermiş. Abdal da bu alametlerle Osman Gazi’yi bulup müjdeleyince Osman Gazi memnun olmuş ve ‘Şimdiki hâlde bir kılıç ile bir maşrapamdan başka bir şeyim yok.’ diyerek bunları ona vermiş. Kumral Abdal, bunu uğur sayarak maşrapayı kabul edip kılıcı geri vermiş. Bir süre sonra Osman Gazi, ona bir zaviye yapmış ve Yenişehir yakınında tarlalar vakfetmiştir.
Manevi müjdelerin en garibi şudur ki Şeyh Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri, Osmanoğulları’nın çıkışını yetmiş yıl önce cifir ilmi ile keşfederek, ona dair tanzim etmiş olduğu “Ed-dâiretü’n-Numaniye fi’d-Devleti’l-Osmaniye” adlı büyük eserinde Osmanoğulları’ndan birinci halife olan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nden başlayarak Osmanlı Devleti’nin büyük olaylarını cifir harfleriyle yazmıştı.
Ertuğrul Bey, bağımsız bir hükûmet kurma emelini taşımamıştı. Fakat manevi müjdeler üzerine hanedanının büyük saltanata kavuşacağı umuduna düşmüş olması normaldi. Bu mutluluk kuşunun, kendi hayatında yedi sekiz yıldan beri kendi yerine başbuğluk gibi önemli işlerde bulunan oğlu Osman Bey’in başına konacağı açık ve manevi işaretlerden belliydi. Öyle de oldu.