FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

AHMET MİTHAT EFENDİ

1844 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Süleyman Ağa, Mısırçarşılı bir esnaftır. Annesi bekâr çamaşırı diken Nefise Hanım’dır. Ahmet Mithat Efendi altı yaşındayken babası ölünce geçim sıkıntısı çekmeye başladılar. Bunun üzerine ağabeyi Hafız Ağa’nın kaza müdürü olarak görev yaptığı Niş’e gitti. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra Mithat Paşa’nın Tuna Valiliği zamanında eyalet merkezi olan Rusçuk’a taşındılar. Ahmet Mithat, orada Mektubi Kalemi’nde memur adayı olarak göreve başladı. Memuriyetini sürdürürken bir yandan da Arapça, Farsça ve Fransızcasını ilerlettiği için kendisini takdir eden Mithat Paşa, ona kendi ismini verdi. Böylece asıl adı olan “Ahmet”in yanına “Mithat” da eklenerek bu şekilde anılmaya başlandı.

Bu dönemde memuriyet görevlerine ilâve olarak Teşkilât Kanunu gereği çıkartılan Tuna gazetesinde yazmaya başladı. Yazıları ve yöneticiliği beğenildiği için bir süre sonra gazetenin tüm yönetimi ona verildi. Mithat Paşa’nın 1869 yılında Bağdat Valisi olarak atanmasının ardından Ahmet Mithat Efendi de onunla birlikte Bağdat’a gitti. Burada da bir il gazetesi kuruldu ve başına Ahmet Mithat Efendi geçirildi.

Bağdat’ta bir sanat okulu açıldı ancak, bu okulun öğrencileri için ders kitapları yoktu. Bunun üzerine Ahmet Mithat Efendi, öğrenciler için Kıssadan Hisse, Hâce-i Evvel isimlerinde bir tür ders kitabı yazdı.

İstanbul’a döndükten sonra Tahtakale civarlarında bir basımevi kurdu. Basiret gazetesinde yazı yazmaya devam etti. Kırkambar, Dağarcık adında dergiler; Bedir ve Devir isimli gazeteler çıkardı. Edebiyatımızın ilk hikâye koleksiyonu olan Letaif-i Rivayat adlı eseri kaleme aldı.

Toplum tarafından iyice tanınan Ahmet Mithat Efendi, Bu dönemde Genç Osmanlılarla yakınlaştı. Ebüzziya Tevfik aracılığıyla Namık Kemal ile tanıştı. Kendi bastığı eserlerinin yanı sıra gazetelerde de yazıları yayımlandı. Namık Kemal’in yayımlamaya başladığı İbret gazetesinin sürekli yazarları arasına girdi. Dağarcık dergisinde yazdığı yazılar ve Yeni Osmanlılarla yakınlığı nedeni ile tepki çekti. Özellikle derginin dördüncü sayısında yayımladığı Duvardan Bir Seda adlı makalesi nedeniyle dinsizlikle suçlandı. Namık Kemal’in de aralarında bulunduğu bir grupla 1873 yılında Rodos’a sürgüne gönderildi. Orada Medrese-i Süleymaniyye adlı bir okul açıp dersler verdi. Hasan Mellâh, Hüseyin Fellâh ve Dünyaya Yeniden Geliş ya da İstanbul’da Neler Olmuş gibi önemli eserlerini burada yazdı. Kırkambar dergisine yazılar göndermeye devam etti. Abdülaziz’in ölümü ve V. Murat’ın tahta geçmesiyle çıkan genel afla İstanbul’a döndü.

1877 yılında İstanbul’a döndükten sonra resmi gazete olan Takvim-i Vakayi ve Devlet Basımevi müdürlüğüne atandı. Tercüman-ı Hakikat gazetesini kurdu. Karantina başkatipliği, Sağlık Meclisi İkinci Başkanlığı gibi hizmetlerde çalıştı. 1889 yılında İsveç’te toplanan oryantalistler kongresine Türk delege olarak katıldı. Buradaki gezi anılarını Avrupa’da Bir Cevelan adlı kitapta yayımladı.

1908 yılında Meşrutiyetin ilânının ardından gazetecilik ve yazarlık çalışmalarını yavaşlattı. Üniversitede, yüksek dereceli okullarda dersler verdi. 1913 yılında, Darüşşafaka Lisesinde ders yöneticiliği yaptığı sırada öldü.

Ahmet Mithat Efendi, Tanzimat Döneminde halka en yakın olan ve halk için yazan bir yazardı. Tarih, coğrafya ve diğer bilimlerde kitaplar yazmıştır. Halka okuma alışkanlığı kazandırmak, doğruyu ve yanlışı göstermek için çabalamıştır.

Ahmet Mithat Efendi iki yüze yakın eser vermiştir. Bunlardan en önemlileri şunlardır: Letaif-i Rivayât, hikâyelerden oluşan yirmi altı sayılık bir dergidir. Romanları: Hasan Mellâh, Hüseyin Fellâh; Dünyaya İkinci Geliş; Paris’te Bir Türk; Hayret; Yeryüzünde Bir Melek; Felatun Bey ile Rakım Efendi; Müşahedât; Henüz On Yedi Yaşında; Karnaval; Dürdane Hanım; Jön Türk; Süleyman Musli; Demir Bey; Gürcü Kızı; Hayal ve Hakikat. Tiyatroları: Çerkes Özdenleri; Ahz-ı Sûr; Eyvah; Çengi; Açık Baş. Avrupa’da Bir Cevelan (gezi notları).

FELÂTUN BEY İLE RÂKIM EFENDİ

BİRİNCİ BÖLÜM

Felâtun Bey’i tanır mısınız? Hani ya şu Mustafa Merakî Efendizâde Felâtun Bey! Galiba tanıyamadınız; fakat tanınacak bir çocuktur.

Mustafa Merakî Efendi, Tophane’nin Beyoğlu’na civar olan bir mahallesinde oturur. Mahallesinin ismini söylemek olmaz. Semtini anladınız ya? Bu kadarıyla yetininiz.

Kendisi kırk beşlik bir adamdır; fakat babası, bir çocuğu genç evlendirirlerse yüzü gözü açılmadan evlenmiş olacağından ırz ve edebini güzel muhafaza eder düşüncesinde olmasıyla Mustafa Merakî Efendi’yi on altı yaşındayken evlendirmişti. Bu sebepten dolayıydı ki Mustafa Merakî Efendi, henüz kırk beş yaşında olduğu hâlde yirmi yedi yaşında bir oğlu bulunup o da Felâtun Bey’dir; fakat Mustafa Merakî Efendi’nin çocuğu yalnız Felâtun Bey’den ibaret değildir. Bir de kızı vardır ki ismi Mihribân Hanım’dır. Mustafa Merakî Efendi kırk beş yaşında olduğu zaman bu kız da on beş yaşındaydı. İnsanın, kırk beş yaşındayken böyle yirmi yedi yaşında bir oğulla, on beş yaşında bir kıza sahip olması ne büyük saadettir; lâkin size hemen şunu da ihtar edelim ki böyle saadet genellikle babalara ait olup valideler için bu saadet belâ olarak değerlendirilirdi. Nasıl ki Mustafa Merakî Efendi’nin zevcesi için de öyle olmuştu, zira Mustafa Merakî Efendi on altı yaşındayken pederi tarafından evlendirildiği zaman on iki yaşında bir kızla evlendirilmişti. Öyle ya! Karı(nın) kocasından dört beş yaş küçük olması lâzım gelmez mi? Gerçekten, on iki yaşındaki kızcağız on beş yaşında dünyaya çocuk getirdi. Ancak, ondan sonra kaç defa gebe kaldıysa da çocuğunu rahminde barındıramayıp düşürürdü. Hekimler işin aslını araştırmadıklarından hanımın rahminde tedavisi ve tamiri mümkün olmayan bir hastalık olduğuna karar vererek el çektiler. İş, ebelere kaldı. Onlar sargılarla filânlarla Mihribân Hanım’ı düşürtmeyip koruyabildilerse de zavallı annesi, bu kızı doğurduktan sonra lohusa yatağındayken vefat etti…

Mevlâ rahmet eylesin! Böyle şeyler olağandır. Başka ne diyelim ya? Mustafa Merakî Efendi, zevcesinden ayrıldığı zaman elinde on üç yaşında bir oğulla kundakta bir kız bulunduğundan bir müddet zorunlu olarak evlenemedi. Hâlbuki son asrın medenî gelişmeleri İstanbul’da bir adamın bekâr olarak yaşayabilmesine müsait olduğundan bir müddet bekâr kaldıktan sonra Mustafa Merakî Efendi bir daha evliliğe de lüzum görmedi. Kızına sütannelik yapmak için geçkince cariye alıp o cariye çocuklara bakar, ihtiyarca bir Rum karısı yukarı hizmetini görür bir de Ermeni karısı aşçılık yapardı. Nasıl? Evinin içinin idaresini garipçe mi gördünüz? Bizim Mustafa Merakî Efendi, alafranga huyları olan bir adamdı. Hem de hangi alafranga-meşreplerden bilir misiniz? Hani ya bundan on beş yirmi sene evvel İstanbul’da alafranga-meşrepler yok muydu? İşte onlardan. Hâli vakti pek yolunda hem de fazlaca yolunda olduğundan kendisi zaten Üsküdarlı olduğu ve orada güzel konağı, bağı bahçesi de bulunduğu hâlde sadece alafranga; yani rahat yaşamak için hepsini ucuza pahalıya bakmayarak satıp gelmiş, Tophane’nin Beyoğlu’na civar bir mahallesinde tekrar güzel bir ev inşa ettirip yerleşmişti. Alafrangaya olan merakın derecesini şundan anlayınız ki, yaptırdığı ev, mutlaka alafranga olmak için kâgir1 olarak yaptırılmıştı. Şimdi böyle bir semtte, böyle bir evde bu kadar alafranga olan bir adam artık evine Arap çorap doldurur mu? Özellikle ki arada bir alafranga dostları da gelmekte olduğundan bunların arasında hizmet etmek için Rum ve Ermeni hizmetçilere ihtiyacı da malûmdur.

Bizim asıl maksadımız Felâtun Bey’i haber vermek; yani okurlara tanıtmak olduğuna göre pederi Mustafa Merakî Efendi hakkında böyle geçmişe dair bilgiler vermeye lüzum yoktur zannetmeyiniz. Felâtun Bey’i güzelce tanımak için kendisinin kökenini görmek elbet lâzımdır. Böyle bir kökten çıkan kişinin hal ve tavırları daha kolay anlaşılabilir.

Felâtun Bey’in çocukluk zamanını nasıl geçirmiş olduğunu anlatmak için açıklamalara ihtiyacımız yoktur. Mustafa Merakî Efendi, tam anlamıyla alaturkalıktan yine tam anlamıyla alafrangalığa birden bire sıçramış bir adam olduğu ve bu değişimse yalnız kendi maddî ve manevî zevklerinin ortaya çıkmasından kaynaklandığından, böyle bir adamın hem de öksüz kalan evlâdının nasıl bir terbiye altında büyüyeceğini her kim düşünse bulabilir. Gerçekten çocuk, mektebi rüştiyeye2 verilmiş olduğundan her gün çantası elinde gider, gelirdi. Bundan başka bir de Fransız hocası vardı ki haftada iki defa gelir, giderdi; lâkin Mustafa Merakî Efendi öyle tahsil görmüş bir adam olmadığı gibi çocuğunun tahsiliyle ilgilenmeye de vakti olmadığından oğlunun mektebe gidip gelmesini ve Fransız hocasının da eve gelip gitmesini bir çocuğun terbiyesi için yeterli görürdü. Oğlunun gördüğü terbiye bu yolda olduktan sonra kızının terbiyesinin ne hâlde kaldığını da tahmin edebilirsiniz; fakat şunu da söylemekten geri durmayalım ki bu çocukların giyinmesi kuşanması doğrusu, söz götürmezdi. Beyoğlu’nda çocuk kıyafeti olarak her ne moda olur da duyulursa Merakî Efendi herkesten önce onu alıp çocuklarına giydirmeye mecburdu. Ha! Bak, biz şunu söylemeyi unuttuk. Bizim Mustafa Merakî Efendi’nin ismi yalnız Mustafa Efendi’dir. Merakî lâkabı kendisine sonradan verilmiştir, zira bu adamın bazı garip halleri olup meselâ kendi evinde mükemmel yemeği dururken bazı akşamlar, gidip Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânında çiroz ve zeytin gibi şeylerle akşam yemeği yemesine dostları itiraz ettikçe, “Ne yapalım merakımdır!” ve meselâ bazı geceler Naum’un Tiyatrosu’na bedel Elmadağ’ında balıkçı ve kuşbaz takımının gittikleri yerlere gitmesine bir mana veremeyenlere, “Merak bu ya!” gibi karşılık verdiğinden “Merakımdır” “Merak bu ya!” “Merakıma dokundu” “Merakıma elvermez” sözleri kendisine “Merakî” lâkabının verilmesine sebep olmuştu.

 

Buraya kadar söylediğimiz sözlerden bizim Felâtun Bey’in geçmiş halleri hakkında alınacak bilgilerle ortaya çıkacak düşünce yeterlidir. Şimdi, bakışlarımızı Mustafa Merakî Efendi’nin kırk beş yaşında bulunduğu zaman oğlu Felâtun Bey’in yirmi yedi ve kızı Mihribân Hanım’ın da on dört yaşlarındaki hâllerine çevirelim. Bu esnada Felâtun Bey, büyücek kalemlerin birisinde memurdu; lâkin hani ya kalemlerde bazı efendiler vardır ki doğrusu ileride devletinin en büyük makamlarını tutabilmek için kâtiplik zamanını gece gündüz çalışmak ve içinde bulunduğu dairenin değil, belki devletin tüm işlerini bilmek için iğne iplik gibi gayret ediyordu. Böyle gayretli kişileri tanırsınız ya? Bizim Felâtun Beyefendi bunlardan değildi. Nesine lâzım? Ayda en az yirmi bin kuruş geliri olan bir babanın bir tek oğlu olup kendisi ise filozofça düşünceleri gerçekten Eflâtunlardan daha ince bulmakla âlemde yirmi bin kuruş geliri olan adamın başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmayacağına karar vermiş ve fazla olgunluğu beğendiğinden cuma günü mutlaka bir seyir yerine gidip cumartesi ise dünkü yorgunluğunu çıkarır ve pazar günü seyir yerleri daha alafranga olduğundan gitmezlik edemezdi. Pazarın yorgunluğunu da pazartesi çıkarırdı. Salı günü kaleme gitmeye hazırlansa da havayı uygun görünce Beyoğlu’nun bazı ziyaret yerlerini, baba dostlarını, arkadaşlarını ziyaret arzusu, o günü de tatil ettirirdi. Çarşamba günü kaleme gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vakti, ancak o haftanın olaylarını anlatmak için bulup akşam için mutlaka iki dalkavukla gelirdi. Bunlar da kendisi gibi genç olduklarından ve özellikle Felâtun Beyefendi, Beyoğlu’nda oturduğundan dostlarını alafranga bir yolda eğlendirmek lâzım geleceğinden perşembe gecesini alafranga eğlence yerlerinde geçirirdi. O gece sabahlandığı yerde perşembe günü akşama kadar uyunurdu. Nihayet yine cuma gelir ve işte şu bir haftalık meşguliyet nasılsa diğer haftaların meşguliyetleri de yine neredeyse onu andırırdı. Ya, böyle haftada üç saat kaleme giderek onu da hikâye anlatmakla geçiren bir delikanlı ne öğrenebilir? Nasıl, ne öğrenebilir? İşte Felâtun Bey öğrenmiş ya? Yazısı var, okuması var, Fransızcası var. Zeki, uyanık, kurnaz, özellikle ayda babasının yirmi bin kuruş da geliri var! Dünyada bir adamın öğreneceği daha ne kaldı? Bak, Allah için söyleyelim: Felâtun Bey’in yeni yayınlara merakı pek fazladır. “Canım şöyle bir hikâye basılmış,” dediler mi Felâtun Bey için, “Onu görmedim,” demek imkânsızdı. Herhangi kitap çıkarsa çıksın satıcılardan kendisine daima kitap getirmeye alışmış olan dağıtıcı, en önce Felâtun Bey’in kitabını götürüp Beyoğlu’nda Mücellid3 H’ye teslim eder ve o da alafranga olarak cildin arkasına altın yaldız ile A ve P harflerini de bastıktan sonra götürüp Felâtun Bey’in uşağına verir ve akşam bey gelince kitabı görüp gayet muntazam kütüphanesine koyardı.

Fransızca bu iki harfi tanırsınız ya? Birisi (Elif), birisi (P) harfleridir. Önceki, Ahmet Felâtun Bey’in isminin ilk harfi ve ikincisi Felâtun kelimesinin Fransızcası olan Platon kelimesinin birinci harfidir. Alafrangada bir adamın isminin ya da isimlerinin böyle ilk harfi ya da harfleri konulmak vardır ki buna o adamın “markası” denilir. Meramımız burada Felâtun Bey’i kötülemek olmayıp onun halini ve tavrını okuyuculara lâyıklıca tanıtmaktır. Bunun üzerine şunu da ilâve edelim ki: Bizim Felâtun Bey bu kadar zengin olduğuna ve kendi hakkında güveni – yani halk ağzında – kibri de tam olduğuna göre tavrından, azametinden geçilmemek lâzım gelse de Felâtun Bey’in hâli bunun tersiydi. Alafrangalık hâli malûm a? Herkese tevazu göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan mecburdur, hatta bazı kere Felâtun Bey’in yanında bulunan uşağı kendi beyini bir adamla gayet tatlı, nazik ve saygılı bir şekilde konuşuyor gördükçe, “Bu efendi bizim beyin çok iyi dostu olmalıdır,” inancına düşüyordu. Lâkin o adamdan ayrıldıktan sonra beyefendinin öfkeden çıldırmak derecesine geldiğini ve hatta sövüp saydığını görünce ve işitince uşak, şaştığından ne düşüneceğini de bilemiyordu. Gerçekten, eski düşünce sahipleri, arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne karşı böyle nezaket göstermeyi kendilerinin dava bildikleri mertliğe uygun bulmazlarsa da alafranga olanlar da mertlik, âdeta ahmaklıktan ibarettir diye düşünüyorlardı.

Burada Felâtun Bey’in uşağını anlattık da hâlini birazcık olsun söylemedik. Bu Mehmetçik, Gastangalı’dan4 yeni gelmiş, daha dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşun tutkunu; ensesine sevgi ve aferin makamında bir tokat vurulmasının mecburu bir adam olup hizmet ettiği efendinin bir oğluyla bir kızı olduğunu öğrenmeyi başarmış ve hatta oğlunun ismi “Pantolon Bey” ve kızının ismi de “Merdüvan Hanım” olduğunu bellemişti. Ne zannettiniz ya? Felâtun isminden “Pantolon” kelimesini ve Mihribân isminden de “Merdüvan” kelimesine geçebilmek fazla zekâya bağlıdır. Mehmetçik, asıl büyük efendiye de “Meraklı Efendi” dese de efendisinin isminde lâm5 olmadığı için bunu doğru söylememekte olduğunu anlayarak mahcup oluyordu. Hem bizim Mehmet, memleketindeyken Amme cüzüne6 kadar okumayı da başarmıştı!

Merakî Efendi’nin alafrangalığıyla beraber böyle bir Mehmetçiği konağına kabul etmiş olmasına şaşmayınız. Onu terbiye edecekti, hatta terbiye etmeye başladı bile. Bir gün, “Mehmet, beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten “Çorba içiyor,” cevabını alınca “Oğlan öyle söyleme! Ona alafrangada supe yiyor derler,” demiş ve Mehmet, “Hayır efendim! Allah göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor,” dediği hâlde Merakî Efendi, meraklanmayıp, “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi supedir, bunları birer birer öğrenmeli,” diye bir nasihat vermişti. İşte anlayınız ki Mehmet de yavaş yavaş alafranga olacaktır. Nasıl olmasın ya? Olmamak mümkün mü? Büyük efendi neyse, ama küçük bey Fransızcadan başka söz söylemiyor ki! Sütlü kahve isteyeceği zaman “kafe ole” diyor Mehmet ise bunu “kavala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar uygulaya uygulaya ister istemez öğreniyor.

Felâtun Bey’in kıyafetini sorarsanız tariften aciz olduğunu belirtiriz. Şu kadar diyelim ki hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkânlarında modaları göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resim vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felâtun Bey’de mevcut olup elinde resim, boy aynasının karşısına geçer ve kendini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Bu nedenle kendisini iki gün bir kıyafette gören olmazdı ki “Felâtun Bey’in kıyafeti şudur,” demek mümkün olsun.

Bak! Şeklini ve simasını pek kısaca tarif edebiliriz. Ortaca boy, ince endam, sarıca beniz sahibi bir delikanlı olup kaşları gözleri siyah; saçları, ağzı burnu filânı hep bir kadının “elverişli” diyeceği kadar güzellikteydi. Mademki Felâtun Bey hakkında bu kadar bilgi aldık, biraz da Mihribân Hanım hakkında bilgi alalım: Bu kızın, her şeyce olduğu gibi şekil ve simaca da Felâtun Bey’in kardeşi olduğu görülüyordu; lâkin kızın yüzündeki güzelliğin mutlaka daha fazla olacağı, başkaca incelenecek bir şeydir. Diğer kızlar gibi Mihribân Hanım oya yapmasını bilmez; çünkü alafrangalarda oya yoktur. Kese, çorap vesaire örmesini de bilmez; çünkü onları modist kızları örer. Nakışı da onlar işler. Yapma çiçekler Beyoğlu’nda çok! Bunları yapmak için neye zahmete girsin? Çamaşır yıkamak, ütülemek hizmetkârların ve yemek pişirmek de aşçının işidir, hatta kendi başını taramak bile alafrangada olmayıp özellikle berber kadın gelir, tarar.

Alafrangada kızlar için okumak yazmak tahsili lâzımsa da zavallı kızcağız öksüz büyüdüğünden başarılı olamadı. Babası müzik eğitimi için piyanocu iyi bir madam getirmişti; lâkin madam, kendisi çalıp babası dinlediği için Mihribân Hanım, “Taş altında bir yılan, kaşları durur divan” şarkısından başka bir şey öğrenemedi. Bununla beraber kızcağız, hoppa mı hoppa mı hoppa mı hoppa mı! Şen mi şen mi şen mi! Zıp zıp sıçrar! Ter ter tepinir! Kendisi yetişmiş, büyümüş olduğu için birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Özellikle pederinin meşhur serveti, her servet heveslisini çekiyordu. Ancak, görücülere Mihribân Hanım, oğullarının neci olduğunu sorar, “Kâtip” cevabını alınca “Oh! Cebi delik!” der, “Asker,” cevabını alınca “Yarım kunduralı,” der, “Hoca” cevabını alınca “Sarımsak başlı” der. Kısacası; her biri için bir kulp uydurup maazallah eğer görücüler: “A, hanım kızım! Niçin böyle söylüyorsunuz? Oğlumuz şöyledir, böyledir,” diyecek olursa bir püsküllü kahkaha koyuverip, “Oh, kalmış kalmışım da sizin oğlunuza mı kalmışım hanım! Oğlunuza başka yerden kız arayınız,” diye kalkar, yürüyüverirdi.

Nasıl, Mihribân Hanım’ın bu kadar serbestliğine şaşırıyor musunuz? Şaşırmayınız; çünkü kızcağız, bir evin hanımı olarak büyümüş olduğundan gelen görücülere gelin yerine de kendisi çıkardı, kayınvalide yerine de kendisi. Görücü hanımlara verdiği cevabı ise bir kayınvalide sıfatıyla verirdi. İşte şaşıracaksanız, bu serbestçe kayınvalideye şaşırınız. Eğer şu Felâtun Bey ve Mustafa Merâkî Efendi ve Mihribân Hanım’ın durumlarını anlatmaktan size usanç geldiyse affınızı istemekle beraber son halleri olarak şunu da arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim.

İşbu baba, oğul ve kız ya da kız kardeş, üçü bir yerde bulundukları zaman baba-oğul şayet Mihribân Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olurlarsa kızcağızın üç gün, üç gece ağlayacağını bildikleri halde başına bir çiçek değil, saksıyı giymiş olsa bile pek fazla yakışık aldığına yemin etmeye mecburlardı. Felâtun Bey ise bir fikrini babası onaylamadığı zaman herifin cahilliğini ortaya koymaktan çekinmediği gibi zavallı adamcağız, Felâtun isimli oğlunun yanında utanmamak için beyefendi, her ne görüş ve düşünce bildirirse Mustafa Merakî Efendi, güya kırk yıldan beri o fikirde, o görüşte bulunuyormuş gibi onaylamakta acele etmeye mecburdu, hatta bir gün baba ile oğul arasında günlerin uzayıp kısalmasının ne sebebe dayandığına dair bir konu açılmıştı. Mustafa Merakî Efendi, bu konuda kendi fikrini söylemekten çekinerek oğlunun hikmetli fikirlerine gözünü dikerek bekledi. Hele çocuk, “Kış mevsiminde havalar bulutlu olduğu için bulutlar güneşin ışığını bize hızla ulaştıramaz, gecikir,” dediği zaman pederi, “Maşallah maşallah! Gerçekten Eflâtunlar aciz kalacak. Vallahi ben de öyle düşünüyorum, ama bir kere de sizin fikrinizi anlamak istedim,” demişti, ama inanınız ki herifçik, oğlunun bu fikrini gerçek bilgi olarak kabul etti, hatta oğluna ricayla, minnetle bu meseleyi kaleme de aldırıp zamanımızda çıkan bilim dergilerinin birisine yazılmak üzere matbaasına götürdüyse de kabul ettiremediğine öfkelenerek geri döndü.

1Kâgir (Fars): Taş ya da tuğladan yapılmış olan
2Ortaokul
3Kitap ciltleyen
4Gastangalı: Kastamonu
5Arapçadaki harfi. şeklinde yazılan “Meraklı”
6Amme Cüzü: Nebe suresiyle başlayıp Nâs suresi ile biten Kur’an-ı Kerim’in otuzuncu ve son cüzü