Czytaj książkę: «Her Yol Mübah », strona 15

Czcionka:

44. Bölüm

Saat 23:27

Mount Weather Acil Operasyon Merkezi – Bluemont

Chuck Berg diğer bir patlama onu kendine getirene dek, saatlerce yarı baygın kaldı. Patlamanın sesi sanki uzaktan gelen bir gök gürültüsü gibi derindi. Havada, dalganın okyanusta yarattığına benzer bir etki yaratmıştı. Uzun süre su altında yüzmüş sonra yüzeye çıkmış gibi görünüyordu.

Gözlerini açmayı başarabildi. 37 yaşındaydı ve neredeyse 20 yıldır Gizli Servis’teydi. İki sene masa başında çalışmış, dokuz sene de gelişmiş bir güvenlik takımında rol almıştı. Altı ay önce ömrü boyunca en çok isteyebileceği pozisyonlardan biriyle ödüllendirilmiş, başkan yardımcısının şahsi koruması olmuştu. Şu anda çok da iyi bir iş gibi gelmiyordu.

Chuck, hatırladıklarını kafasında bir araya getirmeye çalıştı. Asansörden çıkmış, televizyon stüdyosuna doğru dar bir koridordan geçiyorlardı. Birkaç dakika geç kalmışlardı, hızlı yürüyorlardı. Başkan yardımcısının arkasındaydı. Smith ve Erickson adlı iki adam ise önlerindeydi.

Önlerindeki çelik kapı aniden içeri doğru patlamıştı. Erickson orada ölmüştü. Smith koridorun diğer tarafına doğru döndü. Chuck’ın suratı, parçalanmış kapıdan gelen alevlerle aydınlandı. Alevlerin parlak sarı ve turuncusunda bir gölgenin sendelediğini gördü. Bu Smith idi, bir meşale gibi yanıyordu. Sadece bir saniyeliğine çığlık attı, sonra sesi kesildi ve kendini kaybedip düştü. Berg, Smith’i alevleri solurken gördü. Boğazı parçalandı, çığlığı daha başlamadan bitmişti.

Chuck, başkan yardımcısını tuttu ve yere bastırdı.

Bir şok dalgası, koridoru yalayıp geçti. Sanki tüm tesis titredi. Bir şey, Berg’in kafasına isabet etmişti. Tamam, öldüm. Tamam. diye düşündüğünü hatırladı.

Ama ölmemişti. Hala orada, aynı koridordaydı, karanlığın içinde, başkan yardımcısının üzerindeydi. Kafası çok acıyordu. Elini kafasına götürdü ve geniş, yapış yapış, üzerinde kanlar kurumuş bir kesik fark etti. Üzerine bastırdı. Çatlamış bir kafatasına ne kadar dokunursan, o kadar acırdı. Öyle olmadı.

Yaşıyordu ve hareket edebiliyormuş gibiydi. Bu da bitirmesi gereken bir işi var demekti.

“Bayan Hopkins?” dedi. Kendisiyle karşılaştırdığında o kadar küçüktü, üzerinde yatıyor olmak garip geldi.

“Hanımefendi, duyuyor musunuz?”

“Bana Susan de.” dedi. Sesi şaşırtıcı bir şekilde güçlü geliyordu. “Bu hanımefendi saçmalıklarından nefret ediyorum.”

“Yaralı mısınız?”

“Canım acıyor.” dedi. “Ama ne kadar kötü bilmiyorum.”

“Kollarınızı ve bacaklarınızı hareket ettirebiliyor musunuz?”

Chuck’ın altında kıpırdandı. “Evet. Ama sağ kolum çok acıyor.” Sesi titriyordu. “Yüzüm çok acıyor. Sanırım yandım.”

Chuck kafasını salladı. “Tamam.” Şöyle bir düşündü. Kol ve bacaklarını oynatabiliyordu, bu da demek ki önemli sinirleri hasar almamıştı. Uzun süredir burada bu şekilde duruyorlardı. İç organ hasarları ya da ciddi yanıklar meydana gelse şimdiye çoktan ölmüş olurdu. Yaraları, canını yakıyor da olsa, muhtemelen hayati tehlike arz etmiyordu.

“Hanımefendi, birazdan ayağa kalkabiliyor musunuz diye bakacağız, ama hemen değil. Üzerinizden kalkıp ileri doğru sürünüp sonra hemen geri geleceğim. Hiç kıpırdamanızı istemiyorum. Tam burada, tam bu pozisyonda kalmanızı istiyorum. Burası çok karanlık ve nerede olduğunuzu bilmeliyim. Anlıyor musunuz? Lütfen evet ya da hayır deyin.”

“Evet” dedi. Sesi küçük bir kız gibi çıkmıştı. “Anlıyorum.”

Koridorda yılan gibi ilerleyerek, onu arkasında bıraktı. Asansörlerin tam karşısında, camın arkasında, bir acil durum kiti olduğunu fark etti. Koridorun bu tarafına el değmemiş olsaydı, daha hızlı hareket edebilirdi. Önündeki her şeye dokunarak, keskin uçlu ya da düşmüş olabilecek şeyleri arayarak, yavaşça ilerledi. Çok fazla moloz vardı. Duvarı da yokluyordu. Bir süre sonra, eli duvardaki deliğe değdi, bu sayede asansöre ulaştığını anladı.

Chuck dizlerinin üzerine yükseldi. Yerden bir metre kadar yukarıda, hava kokuşmuş ve dumanlıydı. Geri yere çömeldi.

“Bayan Hopkins?” diye seslendi. “Hala orada mısınız?”

“Buradayım, evet.”

“Yerde kalmaya devam edin lütfen. Ne olursa olsun ayağa kalkmayın, tamam mı?”

“Tamam.”

Chuck derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. Dizleri çıkmıştı. Cam kutuyu bulana dek ellerini duvarda gezdirdi. Nasıl açacağıyla ilgili hiçbir fikri yoktu, o yüzden yumruklayabildiği kadar hızla yumrukladı. Kırılabilir camdı, anında tuzla buz oldu.

Kutu derindi. Ellerini kutunun içinde gezdirdi, eline tanıdık şeyler geliyordu. Solunum maskeleri vardı. Bunlar lazım olabilirdi. Bir silah vardı, bu şartlar altında gereksizdi. Kayışla duvara sabitlenmiş bir fener buldu. Düğümü açtı, feneri dışarı çıkardı ve yaktı. Çalışıyordu.

Allah’ım. Işık.

Hızlıca su ve bir sürü hazır yemek buldu. Bir ilk yardım seti. Bir el baltası ve çakı. Nefessiz kalmadan önce yere düştü.

Duvara yaslandı. Yaşıyorlardı ve erzakları vardı.  Hareket halindeydiler ve artık bir sonraki adımlarını düşünmenin vaktiydi. Tesis saldırıya uğramıştı. Bu zırhlı bir binaydı, yani dışarıdan gelecek her türlü bomba saldırısına dayanıklı olmalıydı. Bu da saldırı içeriden yapıldı demekti. Ve bu da demekti ki Chuck buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydı.

Ama…

Dikkatli olmalıydı. Yaklaşık on yıl önce, ilk sahaya çıktığında onu, emekli olmak üzere olan, Walt Brenna isimli, yaşlı bir ajanla eşleştirmişlerdi. Walt’ın komik bir tarafı vardı. Diğer ajanlar onun aksinin teki olduğunu söylüyordu. Chuck’a, onu dinlememesini söylemişlerdi. O ise Walt’la çok zaman geçirmişti. Bazı günler onu dinlemekten başka yapacak bir şeyi kalmıyordu.

Walt “beyaz üzeri beyaz” dediği bir konsepte kafayı takmıştı.

“Sana bu işin Müslüman teröristleri ya da Rus suikastçıları ya da benzerlerini yakalamak olduğunu söyleyecekler” demişti Walt. “Aslında öyle değil. Bu adamların Birleşik Devletler’in başkanına yaklaşabileceklerine inanıyor musun? Bir daha düşün. Bizim tüm yaptığımız beyaz üzeri beyaz atakları etkisiz hale getirmek”

Chuck Berg, Walt’ın saçmalamalarını büyük bir kuşkuyla dinliyordu. Ama söyledikleri yıllar boyunca aklında kalmıştı, zaman zaman onu düşündürüyordu. Walt Brenna’ya göre, beyaz üzeri beyaz saldırı, devletin kendine saldırısıydı. Kennedy suikastları bunun bir örneğiydi. 1981’de Ronald Reagan’a yapılan suikast girişimi de öyle.

Walt Brenna, Reagan hakkında şöyle demişti;

“Başkan yardımcısı, bu görevinden hemen önce CIA direktörlüğü yapıyordu. Başkanı öldürmeye çalışan adamın babası, CIA’in paravan kuruluşu olan World Vision’ın başındaydı. Başkan yardımcısının ailesi sözde suikastçının ailesiyle dosttu. Başkan yardımcısının kardeşiyle suikastçının kardeşi, cinayet sırasında öğlen yemeği için sözleşmişlerdi. Gazetelerde bundan çok az bahsediliyordu. Hiç araştırılmamıştı. Neden? Çünkü suikastçı deliydi ve tek bilmemiz gereken buydu öyle mi? Hayır. Çünkü beyaz üzeri beyaz oyunun bir parçasıydı. Bunu yapmak onların işi, durdurmak ise bizim. Saldırı ve savunma, hepsi bu.”

Seneler geçtikçe, Chuck Servis’te tek böyle düşünen kişinin Walt olmadığını öğrendi. Kimse açıkça konuşmuyordu ama bunla ilgili dedikodular duymuştu. Beyaz üzeri beyazı nasıl tanımlardın? Böyle bir olay olmadan önce neye benzerdi?

Chuck kafasını salladı. İşte tam olarak böyle gözükürdü. Beyaz saraya yapılan bir saldırıdan sadece saatler sonra, güvenli bir binada bomba patlıyordu. Beyaz saraydaki patlamalar da binanın içinde gerçekleşmişti, en azından hatırı sayılır bir kısmı. Dışarıdan kimse her iki binaya da girip bomba yerleştiremezdi, hele ikisine birden hiç yerleştiremezdi.  Bunu yapabilecek olanlar, askeriye, istihbarat teşkilatı ya da Gizli Servis’in kendisiydi.

El fenerinin yardımıyla, yere çöktü ve emekleyerek başkan yardımcısına doğru ilerledi. Hiç kıpırdamamıştı.

“Hanımefendi? Eğer yapabilirseniz, şimdi oturabilirsiniz. Gıda, su ve ilk yardım seti buldum. Dışarı çıkarken bu maskeleri giymemiz gerekecek, size nasıl yapıldığını göstereceğim. Başta hantal ve hareketlerinizi kısıtlıyor gibi gelebilir, ama inanın alışacaksınız.”

Yavaşça oturur pozisyona geçti. Kolundaki acı yüzünden yüzünü buruşturdu. Yüzünün derisi yer yer kalkmıştı. Cildinde yaralar ve renk değişimi olmasına rağmen, Berg yanıklarının yüzeysel olduğunu düşünüyordu. Eğer durumu sadece göründüğü kadar ciddiyse, Chuck onun çok şanslı olduğunu düşünürdü.

“Birilerini aramamalı mıyız?” dedi.

Chuck kafasını salladı. “Hayır. Kimseyi arayamayız. Düşmanımızın kim olduğunu bilmiyoruz. Şimdilik sessizce hareket edeceğiz.”

Söylediklerini düşünüp “Peki.” dedi.

“Şimdi, buradan çıkmak çok kolay olmayabilir.” dedi Chuck. “Tırmanmamız gerekebilir, bu korkutucu ve can yakıcı olabilir. Bu yüzden sizden benim için bir şey yapmanızı isteyeceğim. İçinize dönmenizi ve olabildiğiniz kadar güçlü olmanızı isteyeceğim. İçinizdeki güçlü kişiyi bulun. Orada olduğunu biliyorum. Onu bulabilir misiniz?”

Kadın ona bakıyordu, ve birden gözleri daha güçlü bakmaya başladı. “Dostum, ben daha genç bir kızken moda endüstrisindeyim, etrafım yırtıcı hayvanlarla doluydu. New York’ta, Paris’te, Milan’da tek başıma yaşıyordum ve on altı yaşındaydım. Her şeye göğüs gerebilecek kadar güçlüyüm.”

Chuck başını salladı. Tam olarak duymak istediği buydu.

45. Bölüm

Saat 23:57

Birleşik Devletler Deniz Harp Akademisi – Annapolis, Maryland

Buluşmak için tuhaf  bir yerdi.

Luke simsiyah giyinmişti. Siyah eldivenler takıyordu. Cebine siyah bir başlık tıkıştırmıştı.

Navy Marine Corps Memorial Stadyumu’nun koyu renkli futbol sahası karşısındaydı. Uçsuz bucaksız, boş oturaklar önünde yükseliyordu. Üst sıradaki oturaklarda kocaman harflerle GO NAVY yazıyordu. Yazı geceleri beyaz görünüyordu ama gündüz koyu mavi üzerine sarıyla yazılı olduğunu o biliyordu.

Tereddütlüydü, sayı çizgisinin gölgesinde biraz oyalandı. Herhangi bir hareket görecek mi diye, stadyumun tepesindeki karanlık yayın kulübesini seyretti. Eğer bir keskin nişancı varsa, orada olmalıydı.

Bir adam sahanın karşısından, yanına doğru yürüdü. Adamın silueti gittikçe netleşiyordu. Uzun boyluydu, iriydi, üzerinde bir yük taşıyormuş gibi yürüyordu. Uzun bir pardösü giyiyordu. Hala ona doğru geliyordu, Luke artık pardösünün altındaki koyu renkli takımı ve hatta etli suratının aldığı şekilleri seçebiliyordu.

Rampanın yarattığı gölgenin karanlığına girmişti.

Luke yavaşça kıpırdadı. “Bakanım?”

Adam irkildi. Belli ki Luke’un orada olduğunu görmemişti. Gözleri hemen Luke’un elindeki siyah mat Glock’a kaydı. Luke adamı rahatlatmak için silahı şimdilik kılıfına kaldırdı.

“Evet” dedi adam. “Ben Dave Delliger.”

“Ben Luke Stone.”

“Kim olduğunu biliyorum. Bugün başkanla telefonda görüştüm. Sen onun hayatını kurtaran adamsın.”

“Geçici olarak,” dedi Luke.

“Evet.”

“Olaylar böyle geliştiği için üzgünüm.”

Delliger kafasını salladı. “Ben de.”

“Bunu sormaktan nefret ediyorum efendim ama, buraya gelirken takip edilmiş olabilir misiniz?”

Delliger tekrar kafasını salladı. “Her şey olabilir.  İki saat önce Site R’da başkanın yemin törenine katıldım. Buraya donanma helikopteriyle geldim. Site R buradan 160 kilometre ötede, dağların arasında. Bu karanlıkta, bozuk gece görüşümle buraya tek başıma gelmem yarın sabahı bulurdu.”

Luke, duvara doğru geriledi. Bu yanlış cevaptı. Umduğu cevap kesinlikle bu değildi.

“Endişelenme.” dedi Delliger. “Anormal hiçbir şey yok. Benden şüphelenmeleri için bir neden yok. Burası benim mezun olduğum okul ve burada senelerce ders verdim. Kampuste hala bir ofisim ve bir yatak odam var. Donanma buna izin veriyor çünkü benimle gurur duyuyorlar. Burada demirbaş gibi bir şeyim. Site R’dakilere bir deliğin dibinde ölmektense, burada ölmeyi tercih edeceğimi söyledim.”

“Başkan Hayes’le bir zamanlar Yale’de oda arkadaşı olduğunuzu öğrendiğimde etkilenmiştim.” dedi Luke.

“Hukuk fakültesi,” dedi Delliger. “Evet, ve herkesin söylediği gibi birbirimizin en yakın arkadaşıydık. Ama o daha sonra, ben askerliğimi yaptıktan sonraydı.” Kollarını uzattı ve etrafını gösterdi. “Burası benim gerçek evim.”

“Başkan Hayes öldürüldü.” dedi Luke.

“Biliyorum. Hükümet darbesiydi. Bill Ryan yemin ederken oradaydım. Emin ol herkes halinden memnundu. Şimdi İran’a savaş ilan edeceğiz. Ryan hala açıklamadıysa, bu gece açıklayacak. Neden bugünü beklediler? Kongre üyelerinin çoğu da zaten öldüğüne göre, ilan etmek için onlara sormanın bir anlamı olmayacak. Ruslar bu işe ne diyecek çok merak ediyorum.”

“Bunu durdurabiliriz.” dedi Luke.

“Neyi, savaşı mı?

“Darbeyi.”

“Bildiğim kadarıyla zaman sadece ileri doğru işliyor Bay Stone. Zaten olmuş bir şeyi durduramazsın.”

Luke sessizdi.

“Başkan ve başkan yardımcısı öldü.” dedi Delliger. “ Sırada Bill Ryan ve Ed Graves var, ikisi de sertlik yanlısı, ikisi de canlı. Sonra tüm varisler yok olmuş olacak. Hepsi Mount Weather’dalardı. Diyelim ki bu mümkün, olanları durdursan ve Bill Ryan’ın ayağını kaydırsan bile, yerine kimi getirirdin? Tacın meşru varisi kim?”

“Bilmiyorum” diye itiraf etti Luke.

Her şeyi daha olmadan önce nasıl durduracağını bütün gün o kadar çok düşünmüştü ki, olup bittiğini henüz idrak edebiliyordu. Olayın gerçek boyutunu şimdi şimdi anlıyordu. Don, Luke’a onun sadece bir vitrin süsü olduğunu söylemişti, ama bu doğru değildi. Önlerindeki küçük bir engeldi..

Luke, bir saniyeliğine Paul ile olan buluşmasını düşündü.

Paul, Luke’u uçak gemisine doğru oyuncak uçakla dalan bir kamikazeye benzetmişti. Harika gözükebilirdi ama aslında zavallıcaydı.

“Ben de bilmiyorum.” dedi Delliger. “Ama çok da fark etmez, değil mi? Her yerde adamları var. Tüm bu olanlarda kimlerin parmağı var tahmin edebiliyor musun? Bu işin ne kadar ciddi olduğunun farkında değil misin? Hadi diyelim, tüm olanları bir şekilde geri alabildin, kime güvenebileceksin? Her departmandan, her bürodan komplocuların kökünü kazıman gerekirdi. Bu hükümet, kurtlar tarafından delik deşik edilmiş bir ceset.”

Durdu. “Keşke tüm bunları beş yıl önce bilseydim. Pozisyonu asla kabul etmezdim. Thomas’a teklifinden onur duyduğumu söyleyerek teşekkür eder, kibarca reddeder, kendi işime devam ederdim. Savunma Bakanı? Bu bir şaka. Benimle dalga geçtiler. Benim yetkim falan yoktu.”

“Delil bulabiliriz,” dedi Luke. “Dava açabiliriz. Herhangi bir şey, başlangıç için, medyaya sunabileceğimiz bir şey. Sen hala içeridesin.”

Delliger yavaşça kafasını salladı. “Başkan Ryan’ın yarın sabah ilk iş istifamı beklediği hakkında bilgilendirildim. Eğer istifa edersem, görev boyunca verdiğim hizmet için bana halka açık bir şekilde teşekkür edecek. Eğer etmezsem, yetersiz olduğum gerekçesiyle beni kovacak. Seçim benim.”

Luke düşünceliydi. “Neden benimle buluşmayı kabul ettin?”

Delliger omuzlarını silkti. “İyi bir adam olduğunu düşünüyorum. Cesur olduğun da çok açık. Eğer hala çok geç değilse, bu işten sıyrılman gerektiğini düşündüğümü söylemek istedim. Bırak gitsin. Bir ihtimal peşinden gelmezler. Yaşamak güzel Bay Stone. Ve muhtemelen kazanamayacağın savaşlara girmekten fazlasını hak ediyor.

Luke derin bir nefes aldı. En azından kendisi için artık çok geç olduğunu anlatmanın bir anlamı yoktu.

“Sizin yapacağınız da bu mu?” dedi, “Çekip gitmek?”

Delliger gülümsedi. Kederli ve pişman bir gülümsemeydi. “Şimdi ofisime gidip, istifa mektubumu hazırlayacağım. Yarın da eski hayatıma geri döneceğim. Hiç fena bir bahçıvan sayılmam biliyor musun? Yıllardır mahrum kaldığım, en sevdiğim hobim. Hiç zamanım olmadı. Çoktan haziran geldi, biliyorum bu sene için biraz geciktim. Ama ülkenin bu kısmında üreme mevsimi uzun ve affedici.

Luke başını salladı. “Peki. Güle güle Bay Delliger.”

“Hoşçakalın Bay Stone. Kararınız ne olursa olsun, iyi şanslar.”

Delliger arkasını döndü ve gene sahanın karşı tarafına doğru yürümeye başladı. Luke, duvarın arkasında kaldı. Delliger’ın giderek küçülüşünü izledi. Orta sahaya yaklaştığında, tek el silah sesi duyuldu.

BOM.

Stadyumun oturakları ve çevrenin ağaçlıklı yollarında yankılandı.

Luke gözleriyle, ateş eden kişiyi bulmak için, tüm stadyumu taradı. Hiç parlama görmemişti, baskılanmış olanını bile, yani yayın kulübesinden ateş edilmemişti. Öyle olsa görürdü. Uzaktan ateş edilmiş olabileceğini fark etti. En iyi nişancılar bu atışı iki bin metreden hatta daha uzaktan bile yapmış olabilirlerdi. Dünya üzerindeki en iyi nişancılardan bazıları Birleşik Devletler ordusu tarafından yetiştirilmişti.

Sahanın karşı tarafına gözlerini dikti. Delliger’ın bedeni, orada, sahanın ortasına yığılmıştı. Silahı susturma gereği bile hissetmediklerini fark etti. Yapabilirlerdi, ve yapmadılar.

Luke cebindeki başlığı çıkardı ve kafasına taktı. Görünen tek şey, gözleriydi. Beton duvara sürünerek protokol bölümünden geçti. Birkaç saniye içinde gölgelere karışarak yok oldu.

46. Bölüm

6 Haziran

Saat 00:03

Yolda

Etrafı karanlıktı.

Adam gecenin karanlığında kamyonu sürüyordu, uzun yol şoförüydü. Güney Karolina’da, Florence’deydi, eyaletin bu kısmında çok az çıkış vardı ve birbirinden uzaktalardı. Karanlık otoyol, farlarının göz kamaştırıcı ışığıyla uzayıp gidiyordu. Hiç durmadan Florida’ya kadar gitmeyi planlıyordu, ya da o kadar uzağa gidebilirse, belki Jacksonville, belki de St. Augustine.

Korkunç bir gün geçirmişti, belki de hatırlayabildiklerinin içinde en kötüsü. Ama hayat devam ediyordu. Everglades limanındaki yük gemilerine ulaştırmak üzere bir kamyon dolusu konserve Virginia domuz ürünü taşıyordu. Kendi kendilerine gidemezlerdi.

Bir sigara yaktı ve radyoyu açtı. Kamyoncunun adını ilk kez bugün duyduğu biri yeni başkan olarak ilan edilmişti. Bir duyuru yapacaktı.

Kamyoncu iç çekti. Umarım bunu da patlatmazlar diye düşündü. Sonra başkan konuşmaya başladı.

“Sevgili Amerikalılar,” dedi.

“Dün, yani 5 Haziran’da, Amerika Birleşik Devletleri’ne İran İslam Cumhuriyeti’nin gizli ajanları ve provokatörleri tarafından aniden ve kasten saldırılmıştır. Birleşik Devletler bu milletle barış içerisindeydi, ve hükümeti ile Orta Doğu’da barışın sağlanması için görüşmeler yapılıyordu.

“Hatta İran’a ait pilotsuz bir hava taşıtı Beyaz Saray’a çarpmadan 24 saat önce, Birleşmiş Milletler İran elçisi, Birleşmiş Milletler elçimize son Amerikan mesajına resmi cevabını iletmişti. Ve bu cevap hali hazırdaki diplomatik görüşmelere devam etmenin bir anlamı olmadığını iletse de, hiçbir savaş ya da silahlı eylem iması ya tehdidi içermiyordu.

“Siz de fark edeceksiniz ki saldırının niteliği, bunun, kasten günler, haftalar ve hatta aylar önce planlandığını açıkça göstermektedir. Arada geçen zamanda, İran hükümeti, Birleşik Devletleri yalan beyan ve ifadeler kullanarak uzlaşma vadi ile kasten kandırmak istemiştir.

“Bu geceki saldırı, eski başkan, başkan yardımcısı ve birçok hükümet üyesinin toplandığı Mount Weather Acil Operasyon Merkezi’ne ciddi zarar vermiştir. Üzülerek açıklıyorum ki birçok vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Kesin sayı şu anda bilinmese de, en az 300 Amerikalının hayatını kaybetmiş olduğunu düşünüyoruz.

“Dolayısıyla İran, Amerikan topraklarındaki sürpriz bu saldırıyı üstlenmiştir. Dünün ve bugünün gerçekleri kendilerini göstermektedir. Birleşik Devletler halkı çoktan kanaatlerini oluşturmuş ve hayatlarına ve ulusal güvenliğimize olan etkisini çok iyi anlamışlardır.

“Ordunun ve donanmanın başkumandanı olarak, güvenliğimiz için tüm tedbirlerin alınmasını emrettim. Önceden planlanmış bu saldırının üstesinden gelmek ne kadar zaman alırsa alsın, mutlak zafer Amerikan halkının olacaktır. Sadece kendimizi olabilecek en iyi şekilde savunacağımızı değil, aynı zamanda böyle bir hainliğin bir daha bizi tehlike altına atamayacağını iddia ederken tüm halkın iradesine tercüman olduğuma inanıyorum.

“Düşmanlıklar vardır. Halkımızın, bölgemizin ve menfaatlerimizin tehlike altında olmalarına göz yummayız. Silahlı kuvvetlerimizin gücüne ve halkımızın kararlılığına olan güvenimizle, tanrının da yardımıyla, beklenen zaferi kazanacağız. Bu sebeple sizi bilgilendiririm ki, sebepsiz ve alçak 5 Haziran saldırılarından sonra, Birleşik Devletler ve İran arasında savaş durumu hasıldır.”

47. Bölüm

***

Saat 00:35

Queen Anne’s İlçesi, Maryland – Chesapeake Koyu Batı Kıyısı

Luke eve vardığında geç kaldığının farkındaydı.

Karanlıktı. Su kaynaklarının yakınlığı sanki havaya elektrik katıyordu.

Başta arabasını eve 100 metre kadar uzakta park etti. Farlarını söndürdü, sonra bekledi ve izledi. Yolda kimse yoktu. Sol tarafında ileride bir evden televizyon ışıkları geliyordu. Daha yakında, 400 metre kadar ileride, Thompson’ların evi karanlıktı.

O kadar çok korkuyordu ki, kusacakmış gibi hissediyordu. Başından beri hatalar yapmıştı ve muhtemelen şimdi bedelini Gunner ve Becca hayatlarıyla ödüyorlardı. İşinin teşkil ettiği riskleri Becca’ya çok önceden anlatması gerekirdi. Onu bırak – Becca’ya ya da herhangi başka birine en başından hiç bulaşmamalıydı.

Arabayı tepeden aşağı, eve doğru saldı. Becca’nın Volvo’su oradaydı. Onun yanına park etti. Dışarı çıktı ve kapısını kontrol etti. Gizlenmeye çalışmıyordu. Ailesini öldürmelerindense, onu almaya gelmeleri daha iyiydi. Keşke bu takası yapabileceği zaman yapsaydı. Bunun bir yalan olduğunu biliyordu, ama…

Araba kilitli değildi, Becca burada kapısını hiç kilitlemezdi zaten. Arabanın içinde hiçbir şey yoktu. Bagajı açtı ve karşılaşabileceği şeylere karşı kendini hazırladı. Hiçbir şey yoktu. Kriko, somun anahtarı, pompa ve iki tenis raketi.

Eve doğru yürüdü. Kapı kilitli değildi. İçeri girdi.

Kimse yoktu.

Eski evin boşluğunu hissedebiliyordu. Banyonun ışığı yanıyor, oturma odasına gölgesi vuruyordu. Odadaki sehpa kırılmıştı, sanki üzerine biri düşmüş gibiydi. Gördüğü tek boğuşma, çırpınma izi buydu.

Bir an durdu, nefesini tutup etrafa baktı ve dinledi.

Ses yoktu. Hem de hiç.

Nefesi uzun ve sessiz bir inilti olarak çıktı. Tamam. Buraya kadar gelmişti. Kendine gelip, duygularını bastırıp, evin geri kalanını kolaçan etmeliydi. Eğer içeride birileri varsa, ölmüşlerdi.

Çok özür dilerim Becca.

Birkaç dakika olduğu yerde kaldı. Arka pencereden dışarıda, uzakta, karanlık suyun üzerinde bir bot gidiyordu. Botu göremiyordu bile. Orada olduğunu sadece kıçındaki kırmızı seyir fenerine bakarak söyleyebiliyordu.

Aramaya başladı. Evin geri kalanını kontrol etmek için, odalara doğru yürüdü. Etrafında belli belirsiz gölgeler göründü. Yatak odalarına girdi. Banyoyu ve giyinme dolabını kontrol etti. Becca orada değildi. Ona her ne yaptılarsa, bedenini arkalarında bırakmamışlardı.

Gunner’ın odasına gitti. Yatağın üzerinde gerçek boyutlarına uygun bir zombi posteri vardı. Korkutucuydu. Bir anlığına orada bir adamın durduğunu düşündü. Yırtık kıyafetler içindeki kanlı zombi ağzından pıhtılar damlatarak onu suçluyordu:

Çocuğu sen öldürdün. Sen yaptın.

Luke’un kendini savunmak için söyleyebileceği hiçbir şey yoktu.

Keskin bir acı kapladı. Bugün katlandığı vahşetle bunun hiçbir alakası yoktu. Bu ayrılığın acısıydı, onların içinde bulunduğu durumla ilgili acizliğinin acısıydı. Koparılıp alınmışlardı ve onları geri getirmenin hiçbir yolu yoktu.

Aklından düşünceler çok hızlı geçiyordu. Nefes alamıyordu.

Don’u arayabilirdi. Yalvarabilirdi. Bu küçük düşürücü ve iğrenç olurdu. Eski zamanların hatırına tek bir imkansız iyilik. Luke onların yerinde olmak için her şeyi yapar, her şeyini verirdi. Ama Don bunu asla kabul etmezdi. Don’u biliyordu. Eğer Don bir ültimatom veriyorsa, bu, o işin sonu gelmiş demekti. Geri dönüş yoktu. Allah kahretsin. Muhtemelen Don istese bile olanları durduramazdı. Büyük ihtimalle ailesini kaçıran kişilerle hiçbir iletişimi yoktu, onlar ise zaten tek başlarına çalışıyorlardı. Harekete geçtikten sonra, onlara verilen görevi tamamlıyor ve kimseyle iletişime geçmiyorlardı.

Becca ve Gunner muhtemelen çoktan ölmüştü.

Luke tekrar ağlamak üzereydi. Bu normaldi. Ağlamaması için hiçbir sebep yoktu. Ve yapacak hiçbir şey kalmamıştı.

Telefonu çaldı. Açtı.

Konuşan bir kadın sesiydi. “Luke?”

“Trudy.”

“Luke, başkan yardımcısı yaşıyor.”

Luke üç saniye içerisinde Gunner’ın odasından çıkmış, merdivenlerden aşağı iniyordu. Sonra kapıdan dışarı çıktı ve karanlığın içinde hızla arabasına yürüdü. İçgüdüseldi. Vücudu bunu aklından önce biliyordu. Başkan yardımcısı Susan Hopkins ve onun temsil ettiği her şey ailesini kurtarmak için tek şansıydı.

“Anlat.” dedi Luke.

“ECHELON” dedi Trudy. “Herhangi bir yaşam bulgusu arıyordu, cep telefonları, e-posta adresleri, tabletler, Mount Weather’daki insanlara ait tüm iletişim araçlarından. 10 dakika kadar önce, bir sinyal aldı, Charles Berg adında bir Gizli Servis ajanı, Susan Hopkins için oluşturulan güvenlik biriminin üyelerinden. Sistem NSA ana merkezindeki Real Time Regional Gateway’i uyardı, ve Berg’in yaptığı bir aramayı görüntülediler.”

Luke arabayı çalıştırdı, yürüttü ve gaz pedalına tüm gücüyle yüklendi. Lastikler yola değdikçe tiz bir ses çıkarıyordu.

“Dinliyorum” dedi.

“Berg, Walter Brenna adında emekli bir Gizli Servis ajanını aramış. Eskiden birlikte çalışıyorlarmış. Sonuç olarak Hopkins, Berg ile birlikte, yaralanmış ama yaşıyor, ve Berg onu Washington’a getiriyor. Bunu başka hiç kimseye söylememeye niyetli. Anlaşılan, Brenna Gizli Servis’e katılmadan önce Deniz Piyade Teşkilatı’nda doktor imiş. 30 yıl önceden bahsediyorum. Berg, Birleşik Devletler başkan yardımcısını, doğu banliyölerindeki Brenna’nın evine götürüyor ve orada tedavi etmeye çalışacaklar. Sonra da saklayacaklar.”

“Yaraları ne kadar ciddi?”

“Belli değil. Konuşmaları bir dakika önce sona erdi.”

“Brenna nerede yaşıyor?”

“Hmm.. Şurada yazıyordu. Arama sabit bir hatta yapılmıştı. Üçüncü sokak, 1307 numara, Bowie, Maryland’de yaşıyor.”

Luke adresi çoktan GPS aletinin ekranına girmeye başlamıştı bile. Alet rotayı çizerken onu seyretti. 30 dakika uzaklıktaydı, gazlarsa daha yakın.

“Berg ve başkan yardımcısı şu anda neredeler?”

“O konuda da kesin bir bilgimiz yok. Berg’in telefonu Doğu Virjinya’da bir tali yolda hareket etmeyi kesti. Aramalar cevapsız kalıyor. Çeşitli organizasyonlardan ajanlar oraya doğru harekete geçtiler fakat yaklaşık 200 metrelik bir alan içerisindeki yerini belirleyebiliyorlar. Uydu verilerine göre yolun bir yanı yeşillik ve odunluk. Etrafta hiç park etmiş bir araba görünmüyor. Sanıyoruz ki Berg, Brenna’yı bir kez aradı ve telefonu yoldan geçtiği bir yere attı. Berg’in kullandığı arabanın ne olduğunu kimse bilmiyor.”

Luke başını salladı. Adam zekiydi. İnsanların takip ediyor olabileceğini biliyordu. Bilmediği tek şey kaç kişinin izliyor olabileceği ve bunun ne kadar ciddi olabileceğiydi.

“Don bu olanlardan haberdar mı?”

“O kısmı çok garip. Biliyor. Bilgi gelir gelmez buradan hızlıca çıkıp gitti. Don kendisi gibi davranmıyor.”

“Benimle ilgili bir şey söyledi mi?”

“Seninle konuştuğunu söyledi. Tartışmışsınız. Yatacağını söylemişsin. Seni rahatsız etmememizi söyledi, ama sanırım uyumayacağını bilecek kadar iyi tanıyorum seni. Seni hiçbir uyurken gördüğümü düşünmüyorum.”

“Trudy, Don beni öldürmeye çalışıyor.”

Kelimeler ağzından farkında olmadan dökülmüştü. Çok da pişman sayılmazdı. Bu gerçekti, ve Trudy cesur bir kadındı. Onu gerçeklerden koruyamazdı. Telefonda uzun bir sessizlik oldu.

Luke, Chesapeake Koyu Köprüsü tabelasını hızla geçti. Sekiz kilometre. 10 dakika içerisinde David Delliger’ın ölü bedeniyle tekrar yakınlaşmış olacaktı.

“Trudy?”

“Luke, sen ne diyorsun?”

“Eğer anlatırsam, senin de hayatın tehlikeye girer.”

“Anlat” dedi.

Böylece anlattı. Sonunda, daha büyük bir sessizlik olmuştu. Luke hızlı gidiyordu, saatte yaklaşık 150 km, köprüye çıkmak için rampayı tırmanıyordu. Yollar boştu. Hiç polis de görmemişti.

“Bana inanıyor musun?” dedi.

“Neye inanacağımı bilmiyorum Luke. Don ve Bill Ryan’ın Citadel’den arkadaş olduklarını biliyorum. Aileleriyle birlikte tatile çıkarlardı.”

“Trudy, karımı ve oğlumu aldılar.”

“Ne?”

Onu da anlattı. Sesini sert tuttu. Gerçeklere ve yalnızca bildiklerine odaklandı. Ağlamadı. Bağırmadı.

“Bu bir darbeydi.” dedi Luke. Orduda ve istihbarat bürosunda savaş isteyen insanlar var. Muhtemelen savunma anlaşması tarafları da. Don bu işin içindeydi. Belki yalnızca oyuncu konumundaydı, ama yine de içindeydi.”

Trudy’nin sesi titriyordu. “Yarım saat önce Bill Ryan, İran’a savaş ilan etti. Hemen arkasından tüm radyo televizyon yayın araçlarının şalteri attı. ECHELON, tüm dinlenen istasyonlar, Fairbanks, Menwith Hill, Japonya’daki Misawa Hava Kuvvetleri Üssü, ve diğerleri… Rus kanalını dinliyorlar. Rusya henüz açıklamadı ama İran’a yapılacak her saldırı Rusya’ya yapılmış gibi davranacaklar. Füzelerini hazırlıyorlar. Don’un, bunların olmasını istemesine inanamıyorum.

“Yapmanı istediğim şey şu,” dedi Luke. “Swann’a…. Swann hala orada mı?”

“Swann hiç eve gitmez.” dedi.

“Swann’a Don’un bilgisayarına erişmesini söyle. Don’un saldırıyı önceden bildiğine dair herhangi bir kanıt bulmaya çalışın. E-posta, dosya, her neyse. Saldırıları Don planlamadı, ama onlardan haberdardı.”

“Bulsak bile ne işimize yarayacak ki?”

“Ryan’ı ya da bu işin arkasında her kim varsa onu dava etmemiz konusunda bizi yönlendirecektir. Eğer Don ile ilgili bir şeyler bulursak, sonra belki Ryan, sonra diğeri, sonra diğerleri. Onları domino taşları gibi devirebiliriz. Eğer başkan yardımcısını canlı tutabilirsek, Ryan’ı geri adım atmaya zorlayabiliriz. Eğer bu gerçekleşirse, artık pozisyonu tarafından korunamayacaktır da. Eğer ki herhangi bir kanıtımız olursa, bu çok işimize yarar.”

“Tamam Luke. Bakalım Swann neler bulabiliyor.”

“Bir şeyler bulacağına eminim.” dedi Luke. “Bulur bulmaz beni ara.”

“Başka bir şey var mı?”

“Evet. Ed Newsam’ı ara ve giyinmesini söyle. Böyle bir zamanda yatamaz.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Ben mi? Başkan yardımcısını kurtaracağım, tabii hala çok geç değilse.”